Friday, November 28, 2008

Korku Filmi Gibi

ATAOL BEHRAMOĞLU

CHP Milletvekili Şahin Mengü’nün Adalet Bakanı’na yönelik (“Cumhuriyet” dışındaki gazetelerde göremediğim) soru önergesini okumuş olmalısınız.
CHP’li milletvekili, Ergenekon soruşturması ile ilgili olarak Adalet Bakanı’nın yanıtlaması isteği ile soruyor:
“Müsteşarınız aracılığı ile soruşturmaya müdahale ettiğiniz doğru mudur? Levent Adliyesi’nin üst katında Ergenekon soruşturması iddianamesini hazırlamak için özel bir birim kurulmuş mudur?”
Adalet Bakanı’nın görevi iddianame hazırlamak ya da hazırlatmak olmadığına göre Bakan Şahin bu soruları ya hiç yanıtlamayacak ya da soru yönelteni iftiracılıkla suçlayacaktır.
CHP’li milletvekili devam ediyor:
“Levent Adliyesi’nin üst katında iddianame yazım çalışmalarına katılan sivil uzmanlar var mıdır, var ise kimlerdir? Bunlara iş karşılığında ne kadar para ödenmiştir, veya ödenecektir?”
“İddianame ile ilgili yeni savcılar görevlendirilmiş midir?”
Bence Sayın Mengü’nün sorularında eksik kalan bir yan var. Bu iddianamenin hazırlanmasında acaba yabancı istihbarat servislerinin, örneğin -adı çoktandır her nedense unutulur gibi olan- CIA’nın herhangi bir katkısı olmuş mudur?

Bakan Şahin bu soruları da yanıtlamayacak, önerge sahibini suçlamakla yetinecektir.
Kılıçdaroğlu gibi Mengü’nün elinde de umarım sağlam belgeler vardır ve ilgili bakanı TV kameraları önünde tartışmaya çağırarak ikinci bir Mir Fırat olayının kahramanı olur.
***
Yukarıdaki soruların anlamı, ülkemizde hukuk devleti kavramının yok edilmekte, yargı erkinin yürütmenin buyruğuna verilmekte, özetle de yargı bağımsızlığının tümüyle ortadan kaldırılmakta olduğudur.


AKP hükümeti yandaş savcı ve yargıç kadroları oluşturarak kendi hukuk sistemini yerleştirme yönünde yol alıyor. Ergenekon bunun çok açık bir örneği. Dikta dönemlerinde bile az rastlanır bir örnek. Özgürlüğünden 18 ay sorgusuz sualsiz yoksun bırakılan kişi ilk duruşmada kanıt yetersizliğinden serbest bırakılıyor. Buna da şükür demek gerekir… Çünkü bir 18 ay daha içeride kalabilir ve Ergenekon diye anılan, benzeri hiç görülmemiş bu dava bakımından bunda yadırganacak bir yan olmazdı..
***
CHP’li milletvekilinin yukarıda sıraladığım soruları yeterince ürkütücü olmakla birlikte yazının başlığını tam olarak belki hak etmiyor. Buna karşılık sona bırakılan bir soru gerçekten de korku filmlerini çağrıştırıyor. Çünkü soru sahibinin yanıtını istediği şey eğer gerçekse, bu ancak korku filmlerinde ya da en uğursuz dikta rejimlerinde olabilir:


“Silivri Cezaevi içindeki kameralardan alınan görüntüler cezaevi yöneticileri ve bunların dışında kimler tarafından izleniyor? İnternet üzerinden bu görüntülerin Başbakan ve Bakanlar tarafından izlendiği doğru mudur?”

Evet, doğru mudur?

Eğer doğruysa ülkemizdeki siyasal sistemin adı demokrasi değil diktatörlüktür. Hem de üçüncü dünya ülkesi diktatörlüğü… Cezaevinde kurulmuş bir mahkeme salonunda alınan görüntüleri izleyen bir başbakan ve çevresini düşünün. Bu topluluğun bu sıradaki görüntüsünü göz önüne getirin. Üçüncü dünya ülkesi diktatörlüğü derken düşündüğüm şey daha iyi anlaşılacaktır…
***
Korku filmi senaryosu burada da sona ermiyor… 20.11.2008 tarihli “Cumhuriyet”te yer alan “Türkiye İçin 100. Yıl Senaryoları” başlıklı bir başka haberde, 2023’te 100. yaşına basacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın geleceği için bir ABD üniversitesince bir rapor hazırlatıldığı, raporda yer alan birkaç senaryodan en olası görülen ilkinde şöyle denildiği bildiriliyor:

“Cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutlayan Türkiye, Atatürk’ün hedeflediğinden çok daha muhafazakâr bir ülkedir. Şeriat ile yönetilmez, ancak İslami muhafazakârlık yerleşik baskın bir güce dönüşmüştür. 2011 seçimlerini yine AKP kazanır. CHP marjinalleşir (iyice küçülür). 2011’de Abdullah Gül Anayasa Mahkemesi’ne İslami yönlü yargıçlar atar. 2014’te halk arasında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Tayyip Erdoğan kazanarak cumhurbaşkanı olur. Erdoğan 2019’da yeniden cumhurbaşkanı seçilir.” Vb…
***
Bir kısım duyarsız ya da çıkarcı aydın, arada bir kaygılanır gibi olsa da, alkışlarıyla destek, hatta akıl veriyor…

Toplum, büyük çoğunluğuyla, kurbanın kendisi olduğundan habersiz, filmin sessiz izleyicisi…
Tıpkı bir yılanın, bir başka vahşi yaratığın, yutmadan, parçalayıp yok etmeden önce, korku salıp büyülemişçesine hareketsiz bıraktığı bir tavşanın tıpatıp benzeri olarak…
ataolb@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet 22.11.2008

Bu öyle "masum" denebilecek bir "kurgu" değil Can...

OKTAY EKİNCİ
Can...
Mustafa'ya tepkileri okudukça "ilk tanıdığım" 80'li yıllardaki Can'ı anımsıyorum...
Muğla'ya, konuşma yapması için davet etmiştik. 12 Eylül'ün susturulmuş toplumuna öylesine "genç" umutlar vermişti ki...
İlerleyen yıllarda da hep o umut veren "aydınlık gencimiz" oldu.
Bir yazısındaki "ortaçağ karanlığı" benzetmesinden ötürü, "ama Can, bizim Anadolu'daki ortaçağımız aydınlıktı; karanlıkta olan Avrupa'ydı..." dediğimde, zarif teşekkürü de güven vericiydi...
Keşke şu, en hoşgörülü olanımızı bile kızdıran, adeta "zorlama" izlenimi veren "tuhaf" özel yaşam sevdasına kapılmasaydı?
Can böyle değildi...
Akbalları üzmemek
Ben en çok Oktay Akbal'a üzüldüm.
Cumhuriyet edebiyatımızın çınarı, dünyanın en yumuşak insanı, yüreği hep yurt ve insan sevgisiyle atan koca yazarımız, kim bilir ne kadar sarsılmış ki şunları yazmış;
"O adını bile anmak istemediğim genç adam sırtını kimlere dayayarak, kimlerden çıkarlar hesaplayarak kalkışmış bu işe... Yazık etmiş kendine... geleceğini, kişiliğini bir yana atarak!.." (09 Kasım 2008-Cumhuriyet)
Ulusal onur kalemlerimizi böylesine üzmeye hakkımız var mı? Cumhuriyetin neferlerine 70. yılda böylesine gerilimler yaşatmak, Can'ın o hep "saygı"lı haline yakışıyor mu?
Üstelik Ayşe Arman'a da diyor ki: "Tabu nedir şimdi anladım." (Hürriyet-09 Kasım 2008)
Yaşamlarını tabuları yıkmaya adayanlarımıza bu söylenmez. Asıl, Atatürk düşmanlarının "tabu kafalı" olduklarını Can bile kim bilir kaç kez yazmıştır...
NTV'deki 'Neden'?
Peki "neden"?..
Soru işareti büyüdükçe, NTV'deki "Neden?"e takılıyorum...
Bence 'Mustafası'nı da 'Neden'deki Can' yarattı...
Ekrandaki şu "hesaplı kitaplı"; dahası "kararsız" ve "içten"liğini yitirmişçesine sesi titreyen adam, Can mıydı?...
Programda "gerçek neden"ler söylense bile ille de "belirsiz" bitirmesi; gerçekleri açıklayanları çileden çıkartıp "saptıran"ları memnun etmesi "neden"se, Mustafa'nın nedeni de o olmalı...
Üstelik aynı "gerçek"leri kendisi de çok iyi bilmesine rağmen...
Nitekim "diktatör" vurgulamasını savunurken diyor ki; "O dönem bütün dünya basınında diktatör olarak geçiyor. Buna karşı bir duruşumuz olmalıydı..." (Milliyet-07 Kasım 2008)
Güzel ama o "duruş" filmde hiç yok!
Benim bildiğim Can, "O dönemin emperyalist basınında dünyaya diktatör olarak tanıtıldı... Zaten başka türlü bir lider yoktu ki.." demeliydi.
Mustafa'nın en yakınlarını bile gözden çıkarmasının "olağan" sayılması gerektiğini de şöyle belirtiyor; "Hiçbir lider kendine ihanet edeni affetmez. Kaldı ki Atatürk, affetmiştir de..."
Oysa "Belgesel"inde o affedilenlerden bir kişi bile belgelenmediği gibi; Mustafa'nın ezdikleri de "hain"ler olarak değil, yine Can'ın seçtiği sözcükle "muhalefet" olarak tanımlanıyor.
Hem de "bizim programımız CHP programıdır" derken...
Bu öyle "masum" denebilecek bir "kurgu" değil Can...
Yazık olmuş...
Can'ın yazılarındaki "satır araları" ustacadır. Belli ki Mustafa'da da aynı ustalığına güvenmiş ama tarihe yön veren bir yaşama "aykırı saplamalar" yapmaya kalkışınca fena halde tavsamış...
Oysa bu "sokuşturmalar"ını ayıkladığınızda, geriye kalan Mustafa'ya hayran olmamak mümkün mü? Akbal haklı. "Yazık olmuş" o güzel başlangıca, o muhteşem görüntülere, hatta Bregovic'in müziğine..
Filmde Atatürk'ü "son nefesini verdiği mekân"da seslendiren Yetkin Dikinciler demiş ki; "O'nun verdiği son nefes, bizim hâlâ alıp verdiğimiz nefestir..."
Senin de öyle Can; yeter ki ciğerlerine başka nefesler çekme...
ekinci@cumhuriyet.com.tr


Can Dündar'ın 'yıkılma' belgesi
DENIZ SOM
PİYASADA "romantik belgeselci" olarak anılan Can Dündar bir gazetesinin magazin ekine poz vermiş ve "Hakikaten hayatta bir şeye dikkat ettiysem o da tüccar olmamaktır. Zaten anlamam. Benim yakın çevrem çok iyi bilir ki, ben harflerle düşüp kalkarım, rakamlarla değil" demiş. Ancak belgelerle konuşanlar da 1997 yılında Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'na gönderilen üç sayfalık "teklif mektubu"ndan söz ediyor. Uğur Mumcu belgeseli için vakıftan 415 bin dolar istemiş Can Dündar. Ve Uğur Mumcu'nun TRT'nin dolandırılması olayında Can Dündar hakkında 1992'de yazdıkları: "Geldi buraya, şu köşeye oturdu. 'Abi ben yıkıldım. Mahvoldum. Mehmet Ali'nin (Birand) böyle olduğunu bilmiyordum' filan. Sonra 'Ben daha gencim. Lütfen beni bunlardan ayırın, bir tutmayın. Ben bu işleri hiç bilmem' dedi. Ben de 'İyi, tamam' dedim. Gitti, Ama sonradan anladık ki, meğerse Mehmet Ali'nin koltuğuna yıkılmış."
Cumhuriyet 12.11.2008

Monday, November 24, 2008

Mustafa Kemal’in insani yanlarını, özünü, bağımsızlıkçı, isyancı, halksever ve yurtsever yanını öne çıkarmıyor Can Dündar, çarpıtıyor, çarpıtıyor…

Can Dündar’ın filmi bana göre bir rezalettir. Yazık! Yazık!
MUSTAFA MISTIK!
Abdullah Gürgün

Can Dündar’ın ”Mustafa” filmini görenlerin sayısı bir milyonu aşmış. Olumlu olumsuz yazılar, eleştiriler, övgüler, sövgüler sürüyor.

Dündar filmi yerenlere hemen ”Filmi gördün mü?” sorusunu yöneltiyor. O nedenle hemen belirteyim. Ben filmi izledim. Üstelik yıllarca İsveç Devlet Televizyonu’nda ve İsveç Devlet Radyosu’nda (Dündar’ın ustası Mehmet Ali Birand da bizim Brüksel muhabirimizdi) belgeseller yapmış, halkla ilişkiler, gazetecilik ve film eğitimi almış bir belgeselci ve gazeteciyim. O
nedenle kendimde bu filmin eleştirisini yapma hakkını fazlasıyla görüyorum.

Yine baştan söylemeliyim: Yetişkinlere filmi görün ya da
görmeyin demek istemiyorum. Ancak çocukların izlemesini uygun bulmuyorum. İsveç’te
bu filmi 15 yaşından küçük çocukların görmesi yasklanır. Türkiye’de de
çocukların görmesini sakıncalı buluyorum. Nedenini açıklayacağım. Elden
geldiğince de üzerinde durulmamış olan noktalara değinmeye çalışacağım.

Filmi izledikten sonra Can Dündar’ın kalemini çok ustaca kullandığı ve film zanaatını da iyi öğrenmiş olduğu konusunda kuşkum kalmadı. Filmde sözcükler seçilerek ve eksik bırakılarak kullanılmış. Sözün gerisini düş gücünüzü kullanarak kafanızdan tamamlayacaksınız. Film görüntü sanatı olduğuna göre ”bir resim bin sözcüğe bedeldir” diyerek olayı kafanızda ekillendireceksiniz. Dündar amaca uygun mükemmel bir ticari film yapmış. ”Efendim iyiniyetinden kuşkumuz yok AMA şu hataları yapmış” gibi bir yaklaşımı ben ne yazık ki paylaşmıyorum. Can Dündar attığı her adımı bilerek profesyonelce atmış.

Filmin adına belgesel deniyor. Bana göre belgesel değil, kurgu. Gerçeklerden yararlanılarak yapılan bir kurgu film. Can Dündar fılmde hem belgesel hem de kurgu filminin ögelerinden yararlanmış Canlandırmalar yaparak filmi etkili hale getirmiş. Şekil olarak belgesel kurgu film diyebiliriz. Belgesellerin de aynı zamanda bir kurgu olduğunu, öznellik taşıdığını unutmayalım. Örneğin bir kişiyi pencerenin önüne oturtup konuşturuyorsunuz, yüzü karanlıkta görünmez. O zaman adam devlet sırrı açıklıyor gibi bir etki yapacaktır. Bir de adamı güllük gülistanlık yerde konuşturuyorsunuz. O da neşeli mutlu bir hava verecektir. Burada açıkça yönetmenin öznellliği
belirleyici olmaktadır. Adam aynı şeyleri söylese bile etkisi değişecektir.

Diğer bir örnek olarak da kendi sesini kullanmasını verelim. Can Dündar’ın sesi amacına uygun bir ses. Ağlıyor mu gülüyor mu, ciddi mi değil mi anlaşılmıyor. İzleyiciyi uyuşturan bir ton kullanıyor. Yeri geldiğinde alay ediyor ama ciddi sanıyorsunuz. Ya da tersi. Şimdi siz bu filmde
söz gelimi tok sesli tiyatrocu Mazlum Kiper’i kullansanız izleyici coşar.

Müşfik Kenter’in yumuşak, müşfik sesini kullansanız Mustafa Kemal’e büyük sevgi
duyar. Can Dündar kendi amacına uygun ses oynaklıklarıyla okuyor. Sonuçta büyük bir başarıyla güvenilmez bir film kahramanı yaratılıyor.


Can Dündar zanaatını usta bir terzi gibi icra etmiştir. Müşteriye istediği kumaştan, istediği model ve bedenine oturacak giysi yapmak da her babayiğidin işi değildir. Filmi beğenenlere, beğenmeyenlere ve orta yolculara da bakarak müşterinin kim olduğunu bulabilirsiniz. Yakında İngilizce alt yazılı ya da dublajlı olarak MOUSTAPHA adıyla yurtdışına satılırsa çok

beğenileceğine eminim. Ancak Dündar’ı aşırı işbirlikçi bulup alay edenler de çıkabilir. Batılının hepsinin yalakalardan hoşlanacağını savlamak da aymazlık olur.

Dündar filminde çok kullanılan bir dramatürgi modelini uygulamış. Bu model bir devenin üst tarafının yandan görünüşüne benzer. İlk önce devenin başındaki kısa kaviste ilk vuruş yapılır. Filmin ana fikri/ana çizgisi hakkında fikir veren kısa çarpıcı ilk bölümdür. Sonra olaylar
geliştirilir, çatışmalar, çelişkilerle heyecan doruğa çıkarılır. Bu doruk devenin hörgüçüdür. Sonra çelişkiler çözülmeye başlar, inişe geçilir, olaylar dinginleşir ve sona gelinir.

Dündar’ın ilk girişteki vuruşu korkunçtur. Gerçekten korkunçtur. Bir korku filminin girişidir. Nasıl?

Mustafa Kemal’in bir ağabeyi üç yaşındayken ölmüş. Deniz kıyısında kumsala gömmüşler. Bir gece rüzgar fırtına kumları uçurmuş. Ortaya çıkan bebeği çakallar yemiş. Bu sahneyi Can Dündar bir Drakula filmi gibi canlandırmış. Karanlık feci bir gecede mezar başında dolanan çakallar… Ve bu resimlerin üstünde ağlar gibi konuşan titrek bir Can Dündar sesi…

Drakula’da Türkleri kazığa oturtan Kazıklı Voyvoda’dan
esinlenerek yaratılan bir kahramandır. Şimdi de Mareşal Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ten esinlenerek yapılan MUSTAFA adlı korku filmini izliyorsunuz.
”Mustafa” da daha bir dinsel içerik var. ”Kemal” ise devrimcidir (Devrimci
önderlerden Mihri Belli de Yunan iç savaşında doğal olarak Kapetan Kemal kod adıyla
anılıyordu).

Filmi izleyen çocuklar bu sahneden korkmazlar mı? Şimdi bu ilk vuruşun filmin içeriği için verdiği mesaj nedir? ”Bu aile uğursuz, lanetlenmiş bir ailedir!” Öyle mi?

Böyle bir olay olmuş mudur? Hiç mezar kazacak yer kalmadı da o sahile mi kazdılar? Rüzgar
nasıl o toprakları kaldırmış atmış? Çakallar sahile inerler mi? Bunları ben
bilmiyorum ama bildiğim birşey var: Kendini bilen hiçbir gazeteci ya da
belgeselci böyle bir olay olmuşsa bile bunu koymaz. Neden koymaz? Çünkü hiçbir
etik anlayışa uymaz… Kendinizi o ailenin yerine koyun. Çocuğunuzu mezarında
çakallar yiyor. Bunu göstermek delikanlılığa da uymaz, insanlığa da. En hafif
deyimiyle ayıptır, utanmazlıktır. Buna” belden aşağı vurmak” da diyebiliriz.

Can Dündar sesini titreterek anlatmaya devam ediyor. Mustafacık bu öyküyü dinleyerek büyümüş, kendini çok yalnız hissettiği için kendisine ayrı bir yuvacık yapmış. Hep oraya sığınırmış. Aklıma çocukluğumda evimizin arkasındaki boşluğu kendi mekanım olarak kullandığım geldi. Duvarlara ağaç dallarından, tahtalardan yaptığım oyuncakları, tabanca ve tüfekleri dizdiğimi anımsıyorum. Evcilik de oynardık. Ama Mustafa yalnız ve bunalımlı çocuk olduğu için evden kaçıp sığınıyormuş oyuncak evine.

Sonra dayısının oraya göçmüşler. Orada dayısının tarlasında kardeşi Makbule ile karga kovalıyormuş. Onu da güzel canlandırmış, kurgulamış. Ama tarlada değil kırlarda koşuşuyorlar. Ekin diye birşey yok ortada. Her yer çiçek. ”O kadar kusur kadı kızında da olur”, diyelim. Yalnız bu bölüme, bir gün kardeşinin kafasına yoğurt çanağını geçirdiğini de koyabilirdi ve ”Bunalım geçirdiği için çok asabiydi” diye de bir söz söyleyebirdi. Filmin sonunda gösterdiği yalnızlıklar içindeki Atatürk’ün bunalımlarına neden olarak, Freudçu bir yaklaşımla, bu çocukluk günlerindeki sorunları gösterilebilirdi. Unutmuş olmalı.

Bu sahnelerde Mustafa’yı bir Yunan çocuğu oynatarak canlandırmış. Tesadüfen olabilir mi? Hayır. Bence Can Dündar’ın orada ince bir mesajı var. Bazı Atatürk düşmanlarının ”Yunan tohumu” küfrüne göz mü kırpıyor? Yoksa yurtdışına satışta Yunan dostluğu diye yurtturma amacı mı taşıyor? Ama bunları söylediğinizde alacağınız yanıt”Ne var canım, ırkçımısınız?” olabilir.

Yeri gelmişken söyleyelim, filmin müziğinin de Goran Bregovic’e yaptırılması da tesadüf değil aynı ticari kafanın ürünüdür. Türkiye’de film müziği yapacak müzisyen yok mu? Var. İşte Cannes Fim Festivali’nde Yol filminin müziğiyle en iyi müzisyen ödülünü almış olan Zülfü
Livaneli. Müzisyenimiz var ama bence hesap gene başka ve Zülfü o hesaplara uymuyor.

Okul döneminden askerlik maceralarına, İstanbuldaki aylak gençlik günlerine, Suriye’ye sürülmesine geçiliyor. Daha sonra Vahdettin’in yurtseverliği, Mustafa’yı Samsun’a yollayışı, Mustafa’nın Vahdettin’e ihanet edip kafasına göre takıldığı, Kazım Karabekir’in geldiğini duyunca yüzünün korkudan nasıl solduğu, inek sürüsünü düşman zannedip ödünün koptuğu ve
karanlıkta uyuyamadığı ballandıra ballandıra anlatılıyor. Sonunda bu korkak adam Mustafa zafere ulaşıyor. Burası filmin doruk noktasını oluşturuyor. Zaferden sonra inzivaya çekiliyor. Saraylarda zevk-ü sefa içinde emekli yaşamına başlıyor. Rakılar, cıgaralar, hatunlar! Yiyelim içelim eğlenelim! Yan gelip yatıyor, tarih kitapları okuyor. Vakit doldurmak için de Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin mana ve ehemmiyetini anlatmaya çabalıyor.

Yalanlar, yanlışlar, saptırmalar, çarpıtmalar… Bunlar yeterince ele alındığından bunlara değinmiyoruz. Gözden kaçan ufak bir noktaya dikkat çekelim yalnız: Mustafa Kemal’in tarih ve dil konularına olan ilgisi ”emeklilik(!)” döneminden çok önceleri de vardır. Daha Suriye’de bulunduğu sıralar dilci bir gençle tanışır: Agop Bey. O sıra Agop Bey Doğu cephesinden
sürülen Ermeni kökenli genç bir yedeksubay askerdir. İngiliz esirlerle konuştuğu için casusluk ettiği şüphesiyle getirilir. Mustafa Kemal kelepçeleri çözdürür durumu sorar Agop beyin suçsuz olduğunu anlar. Agop Beyin cebinden Almanca yazılmış Türk Dili Gramer kitabı çıkar. Alman subaylara Türkçe öğretmektedir. Mustafa Kemal ile Agop Bey dil ve Latin alfabesi üzerine sohbetler yaparlar. Latin alfabesi, dil, tarih konuları o zamanlardan aklındadır Mustafa Kemal’in. O Agop Bey de işte daha sonraları Türk Dil Kurumu’nun başdanışmanı olan Profesör Agop Martayan Dilaçar’dır. Ve soyadı Dilaçar’ı Mustafa Kemal’in önerisiyle alır.

Mustafa Kemal’e Atatürk soyadı verilmesi de Agop Bey’in önerisiyledir. Agop Bey Atatürk’ün ölmeden son görmek istediği kişilerdendir. ”Dil çalışmalarını aksatmayın” der son günlerinden birinde. Can Dündar’ın ayyaş adamı ölüm döşeğinde bile bir sürü memleket meselesi arasında dil çalışmalarını da
görmektedir.

Can Dündar bunları bilmez mi? Bilmezse niye öğrenmez? Bilirse niye söylemez?

Dündar’ın yine sesini bir hoş ederek,Mustafa Kemal’in Hilafeti kaldırmasın nedeninin çocukken hocası Kaymak Hafız’dan yediği dayağın intikamı olduğunu öne sürmesi beni yerimden hoplattı. Burada kahkahayı basmaktan ve ”Ohaaa! Çüş birader bu kadar da olmaz!” demekten kendimi alamadım doğrusu. Okulda bize ”izleyiciyi sakın aptal yerine koymayın” derlerdi. İzleyiciyi bu
denli saygısızca aptal yerine koymak için ancak Can Dündar olmak gerekiyor galiba. O zaman benim de ”sen önce aynada kendine bak” deme hakkım doğuyor kuşkusuz.

Beni şaşırtan bir diğer nokta da, Atatürk’ün kendisine suikast girişimi yapıldıktan sonra içlerinde yakın mücadele arkadaşları da olmak üzere pekçok kişiyi tutuklattığının söylenmesiydi. Atatürk daha sonra en yakın arkadaşlarını affetmiş, gerisini astırmış.

Can Dündar’ın romantik(!) sesinden dinliyoruz: ”Devrim yine kendi çocuklarını yedi”.

Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleri sihirli bir değnek yardımıyla gerçekleştirmediğini söylemeye bilmem gerek var mı? Bu devrimleri gerçekleştirmek belki de Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmekten zordu. Çünkü dost düşman belli değildi, en yakınındaki dostları bile engelleme peşindeydi. Devrimci ve karşı devrimci çizgi sürekli mücadele ediyordu.

Kemal yine kelle koltukta, CHP bayrağındaki altı okla açıklanan devrimci, bağımsızlıkçı, halkçı, laik, devletçi, ulusalcı, cumhuriyetçi çizgiyi savunuyor. Hilafet de, saltanat da öyle kaldırılıyor.
Başka türlü kaldırılmasına olanak var mı? Kaymak Hoca’dan intikam için bunlar yapılamayacağı
gibi en yakın arkadaşlarını karşısına alarak da olmaz. Hatır gönül tanımadan, kararlılıkla ama en geniş ittifaklar kurularak gerçekleştirilebilecek işlerdir bunlar.

Filmimizin sonlarına doğru, Atatürk’ün akşamları ud dinleyip, bir büyük rakı, üç paket sigara, 15 fincan kahve tükettiği, efkarından ağlayıp hazırladığı, dengesiz, hasta bir adam haline geldiği söyleniyor.. Af buyurun ama mahalle kocakarıları bile böyle dedikodu etmez.

Akşamdan kalma olduğum için kalkamadığım bir gün annem içki içmememi nasihat etmişti. Ben de şakayla karışık, ”Atatürk bile içiyormuş” dedim. Yanıtı çok güzeldi: ”Atatürk çok içerimişimiş emme kafası da çok çalışırımışımış. Hiç uyumaz, hep çalışırımışımış. Senin gibi akşama kadar
yatmazımışımış”.

Bir de bir çelişkiye düşüyor burada Can Dündar. Bu ayyaş adam Hatay’ı kurtarmak için yorucu bir seyehate çıkıyor. Bir bakıma intihar ediyor. Şimdi zevk-ü sefa içinde bunalımlar yaşayan adamın Hatay’ı kurtarmak için intihar etmesi nasıl olur?

Filmin sonunda yalnızlık ve Rumeli özlemi içinde ölüyor. Çok acıklı bir son!

Ve birçok izleyici duygulanıyor. Gözyaşlarını tutamıyor. Can Dündar artık amacına ulaşmıştır.

Ne izlemiştim ben? ”Mustafa Mıstık / arabaya kıstık / üç mum yaktık / seyrine baktık” gibi basit, bayağı, banal bir öykü.

Mutafa Kemal’le ilgisi yok. Mustafa Kemal hakkında bir belgesel yapacağınız zaman seçebileceğiniz o kadar çok malzeme var ki! Seçtiğiniz şeyler önem taşıyacaklar. İzleyiciye birşey söyleyecekler. Burada Osmanlı Devleti’inin yıkıntıları üzerine Türkiye Cumhuriyetini kuran asker Mustafa Kemal olmadığı gibi o cumhuriyeti çağcıl uygarlıklar düzeyine çıkaran Atatürk de yok. Can Dündar da o savı öne sürmüyor. Dündar, Mustafa Kemal Atatürk’ün insani
yanlarını İLK KEZ(!) öne çıkardığını öne sürüyor. Kendine uygun bazı
ayrıntıları yalan yanlış, çarpıtarak ortaya dökmüş, Mustafa Kemal’in insani
yanlarını, özünü, bağımsızlıkçı, isyancı, halksever ve yurtsever yanını öne
çıkarmıyor Can Dündar, çarpıtıyor, çarpıtıyor


İnsanı yaşadığı zaman, mekan ve koşullar içinde değerlendireceksiniz. İnsan Atatürk halk adamıdır. Tam anlamıyla ”delikanlı” adamdır. Biraz argo söylersek ” kıyak” adamdır. Jantidir. Mükemmel giyinir. Evet içkisi sigarası vardır. Yemeyi içmeyi sever. Hanımlarla ilgilenen, müziği dansı seven, aydınlanmacı, yurdunu halkını seven bir entellektüeldir. Bir devrimcidir. Bol bol kitap da okur, masa da kurar. Masasında karatahtanın eksik olmadığını bilmeyen yoktur. Yeri gelir müzik de dinler zeybek de oynar. Müthiş şakacıdır da. Atatürk’ün fıkralarını bilmeyen var mıdır Can Dündar’dan başka? Çağının en büyük evrimcilerindendir. Somurtan, yalnız, bunalımlı insanların işi değildir devrim yapmak. Devrim coşkulu insanların işidir. Devrim ”Hoca Nasreddin gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülen”lerin işidir.

Peki Atatürk hatasız mıdır? Böyle birşeyi kimse öne süremez. Ancak onu belirleyen özellikler olumlu yanları mı yoksa olumsuz yanları mıdır? İşte bir film yaparken çok ince düşünülecek noktalar bunlardır. Can Dündar da düşünmüş ve Mustafa Kemal’i Mıstık yapmayı başaracak malzemeyi yaratmış ve kullanmıştır. Bence Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten esinlenerek yapılmış bir kurgu film olarak birkaç puanı hak edebilir ”Mustafa”. Ama onun insani yanlarını ele alan bir belgesel olarak öne sürerseniz puanı sıfırdır.

Filme gelen övgü ve yergileri iki uç örnekle değinelim.
Mehmet Ali Birand pişmiş kelle gibi sırıtarak filmi göklere çıkarıyor, ”Mutlaka gidin” diyor. Atatürk’ün manevi kızı, Atatürk’ün huyunu suyunu Can Dündar’dan çok daha iyi bilen
Ülkü Hanım ise, ”Gitmeyin. Hatta bu film gösterimden çekilmelidir” diyor.

Bu kadar yazılıp çizildikten sonra isteyen gider isteyen gitmez. Filmi izledikten sonra, ”Helal olsun aldığı paralara, güzel film yapmış” demek de, ”Haram, zıkkım zehir olsun, burnundan fiti fitil gelsin verdiğim bilet parası ve kazandığı tüm paralar” demek de artık size kalmış.

Ben son olarak filmin amacı konusundaki kendi görüşümü söylemeliyim: Bu film, EVET, pekçok kişinin ”psikolojik savaş” olarak nitelendiridiği çabaların bir parçasıdır.

Irak üzerinden ABD, Yunanistan ve Kıbrıs üzerinden AB tarafından kıskaca alınmış bir Türkiye’nin direnme gücünü içten kırma çabalarındandır. Ulusun özgüveni yok edilmeye çalışılmaktadır. Ulusal değerler ayaklar altında çiğnenerek ”siz adam mısınız? Sizin En kralınız bile beş para etmez” denmeye getirilmektedir. Hele Ergenekon tertibiyle (burada da malum Ergenekon destanı, terör örgütü olarak genç zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor) aynı zamana getirilmesi de bu planın inceliğini iyice gözler önüne sermektedir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün düşmanları ve yobazlar ona eskiden
beri ”Gök gözlü sarhoş şeytan” derler.


Buna en güzel yanıtı ünlü Hiciv ustası Neyzen Tevfik vermiştir (bir iddiaya
göre şiiri yazan Mutlu Çelik’tir).

Şöyle:

BRE MELUNLAR

Ne ararsın tanrı ile aramda
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda
Başı açığa neden türban sorarsın?
Rakı,şarap içiyorsam sana ne
Yoksa sana bir zararı,içerim
İkimizde gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et...
Senin gibi dürzülerin yüzünden
Dininden de soğuyacak bu millet.
İşgaldeki hali sakın unutma
Atatürk'e dil uzatma sebebsiz
Sen anandan yine çıkardın amma
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.

Neyzen Tevfik

Can Dündar’ın filmi bana göre bir rezalettir. Yazık! Yazık! Yazık!
24 Kasım 2008

Sunday, November 23, 2008

ÖMÜR BOYU CUMHURBAŞKANLIĞI TEKLİFİNE ÇOK KIZAN ATATÜRK

Gerçek ‘insani yön’ Can Dündar’ın “Mustafa” filmindeki ’insani yön’ çarpıtmalarını, Atatürk’ün kütüphanecisinin oğlu Mustafa Kemal Ulusu ve tarihçi yazar Sinan Meydan (Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2 -http://blog.mynet.com/sinanmeydan75/yazi/ataturk_ve_kayip_kita_mu_dunya_gundeminde/92700) birer birer çürüttü.

ÖMÜR BOYU CUMHURBAŞKANLIĞI TEKLİFİNE ÇOK KIZAN ATATÜRK:
Bunu duymamış olayım
Usta Gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun ART ekranlarında canlı olarak yayınlanan Ceviz Kabuğu programında, Mustafa Kemal’in gerçek özel yaşamı, son günlerin moda deyimiyle insani yönü, bizzat kendi sözleri ve O’na yakın kişilerin anıları ile ortaya kondu. Atatürk’ün kütüphanecisinin oğlu Mustafa Kemal Ulusu ve Atatürk hakkında pek çok kitabı bulunan Tarihçi-Yazar Sinan Meydan Ceviz Kabuğu’na stüdyo konuğu oldular

Mustafa Kemal’le diktatör yaftasını yapıştırmaya çalışanlara da cevap Ceviz Kabuğu’nda geldi. Mustafa Kemal Ulusu, O’na halife olması teklif edildiği ama buna karşı çıktığını söyledi. “Atatürk’ün Yanı Başında” adlı kitapta babasının Atatürk anılarını derleyen Ulusu, Atatürk’e atılmak istenen her iftiraya bu anılardan ve Atatürk’ün kendi sözlerinden örneklerle cevap verdi:Diktatör olsa yapacağı devrimi tartışmaya açar mıydı?“Mussolini ve Hitler’e benzetenler vardı ama, O neredeyse nefret ederdi onlardan. Mussolini’ye ’tenekeci’derdi...

Babamın anılarında şöyle bir şey yer alıyor; ” Kalabalık bir sofradayız. Atatürk o gün çok keyifli... Orada arkadaşlar biraz da imalı bir şekilde, “Paşam sizi kaydı hayat (ömür boyu) şartiyle Reis-i Cumhur yapmamız lazım’diye bazı şeyler söylediler. Atatürk birden durdu... Sertleşerek, ’Reca ederim beyler, reca ederim!

Bana böyle bir şey hiç söylememiş olun, ben de duymamış olayım. Yoksa beni Kral Faruk’a mı benzetmek istiyorsunuz?

Bir daha hiçbirinizin ağzından böyle bir söz katiyen işitmek istemiyorum.” Sinan Meydan da bu konuda Meclis zabıtlarındaki bir kayda dayanarak açıklık getirdi: “Meclis zabıt kayıtlarında şapka kanunu çıkarılacakken yapılan görüşmeler var. Orada görüyoruz ki bu görüşmelerde şapka kanununa muhalefet eden, istemeyen milletvekilleri var ve bu konuyu tartışıyorlar. Bu nasıl diktatörlük ki, devrim yapacaksınız ama devrimin tartışılmasına müsaade edeceksiniz. Bunu anlamakta zorluk çekiyorum bir tarihçi olarak.” Yabancı tarihçilere itibar etmezdi Ulusu, Mustafa Kemal’in yabancı tarihçilerin Türkiye için yazdığı kitaplara asla itibar etmediğini açıkladı. Sinan Meydan bu konuda Atatürk’ün bizzat kendisinin yaptığı tarih çalışmaları olduğunu ancak O’nun bilim insanlığı kişiliğinin ve yaptığı çalışmalarının Türkiye’deki pek çok akademisyen tarafından ciddiye alınmadığını söyledi.

Hulki Cevizoğlu, Mustafa filminde yer alan bir sahnede “savaşta bir şarapnel parçası sol gözüne geldi. Bunun sıkıntısını hayat boyu çekti” şeklindeki anlatının eksik ve yanlışlığını Atatürk için nasıl bir karalama yapılmaya çalışılmasını eleştirdi.

Dedikodu ile bitirmeye çalışıyorlarCevizoğlu, “Bu bazı tarikat yurtlarında O’nu aşağılamak, küçümsemek için kullanılan ’cam göz’ diye kullanılan bazı sözlere benziyor. Hem Atatürk’ün gözü hiç görmese ne olur? Bu lafı buraya kadar getirip bırakıyorsunuz ama hani bunun devamı? Dedikodu maliyeti olmayan çok güçlü bir silah. Atom bombasından çok daha güçlü. Günlük hayatta kullanılıyor, savaşlarda kullanılıyor. Bir yere yatırım yapmıyorsunuz ama çok etkili. Dedikodu yalan olsa bile ona inanma eğilimi oluyor. Mustafa Kemal’le ilgili dedikodulara da inanıyorlar. Yalan üzerinden para kazanıyor insanlar. Satış rekorları, gişe rekorları kırıyor. Türkiye’nin en önemli değerini, madenini dedikoduyla yıkmaya çalışıyorlar” dedi. Sinan Meydan ise Atatürk’ün gözünden yaralanmasını ve bunun kimileri tarafından nasıl kullanıldığını şöyle anlattı: “Atatürk’ün yaşadığı bu olay Trablusgarp’ta oluyor.
Çanakkale’de bu olay nerdedir? Bilimsel olarak ciddiye alınmayan birtakım kaynaklar kullanılmış. Bunun kaynağı Saidi Nursidir. Siz onu kaynak olarak kullanamazsınız...

Atatürk’ün dediği gibi tarih yazanlar yapanlara sadık kalmalıdır. Atatürk konusunda kalınmadı ve kafalar karıştı...bu filmi izlediğimde tüylerim diken diken oldu. O’na bunları söylemek yapmak en basit deyimiyle günahtır.” İhtilaller genellikle gece olurAtatürk’ün çok içtiği iddialarına ise, Cevizoğlu Atatürk’ün kendi açıklamalarıyla yanıt verdi: ” Atatürk bu konuda açıklama yapmış ve şunları söylemiştir: ’Bana ülkeyi içki masasından idare ediyor diyenleri duyuyorum. Beyler! Siz de çok iyi biliyor ve görüyorsunuz ki, bu sofra sadece içki içilen bir sofra değildir. Burada tüm memleket meseleleri yetkili kişi ve dostlarla görüşülür... Tartışılır... Bu masada ben memleketin nabzını tutarım...

Bütün ihtilal ve inkılâpları geceleri olur. O yüzden ben gece oturur, uyumam. Başvekilim istirahat etsin, uyusun ve sabah da dinç ve zinde olarak vazifesi başında bulunsun.
Ben de onlardan sonra yatar ve uyurum. Ülke yönetenler takım tutmamalıAtatürk hangi takımı tutuyor sorusu da Ceviz Kabuğu’nda yanıt buldu. Atatürk’ün bu soruya verdiği cevap bu konudaki merakı gidermekle kalmayıp bugünkü siyasi ve askeri yöneticilere ayaküstü bir ders veriyor. Atatürk “Ben takım tutmuyorum. Benim gibi ülke yönetmekle sorumlu kişilerin takım tutması doğru olmaz. Tutsa da bunu açıklaması doğru olmaz... Ben eğer bir taraf desteklenecekse milli takımı desteklerim” diyor.
Altemur Kılıç, Dündar’ı evine çağırdıGel sana Atatürk’ü anlatalım dedik ama...Gazetemiz Yazarı Altemur Kılıç, Can Dündar’ın “Mustafa” filmini hazırladığını öğrendiğinde kendisini bildiklerini anlatmak için evine çağırdığını ancak Dündar’ın gelmediğini açıkladı.
Kılıç, “Ona gel bildiklerimizi anlatalım dedik ama gelmedi. Eşimle birlikte üç defa tekrar ettik bu daveti.
Bizden başka Turgut Özakman var, Atatürk’ün manevi kızı Ülkü var, İnönü’nün kızı Özden var...” dedi.

Filmi, Türkiye’de bütün değerlerin hırpalandığı bir dönemde yaşanan aksi bir tesadüf olarak değerlendiren Altemur Kılıç, şunları söyledi:

“O, o kadar büyük bir adam ki özel yaşamı kimseyi alakadar etmez. Etse de ona bir zarar veremez. Dünya Atatürk’ü büyük bir değer olarak kabul etmişken bizim bunları tartışmamız bir paradoks değil mi?”

Siyasi vasiyetiMustafa Kemal Ulusu, babasının Atatürk’ün siyasi mirasını Altemur Kılıç’ın babası Kılıç Ali’ye bıraktığını söylediğini belirtti. Ulusu’nun babasının anılarında yer alan bu konu hakkında Altemur Kılıç bilgisi olmadığını, babasının da kendisine böyle bir şey söylemediğini açıkladı. Ulusu da bu açıklama üzerine “Babamın anılarında bunun babanızda olabileceği belirtiliyor ama kesin olduğu belirtilmiyor” dedi.Ata cuma namazındaAltemur Kılıç, Atatürk’ün dindarlığı ile ilgili de önemli bir açıklama yaptı: “Atatürk hastalandığında babama ” annene söyle bana bir Yasin okusun demiş. Hastayken böyle bir şey isteyen insana dinsiz denir mi?” Mustafa Kemal’e dini konularda yapılan eleştirilerin yersiz olduğu konusunda tek açıklama Altemur Kılıç’tan gelmedi.

Mustafa Kemal Ulusu, Yüksel Aytuğ’un da köşesinde yayınladığı Atatürk’ün okul karnesinde en yüksek notunun 50 üzerinden 45’le din dersi olduğunu söyledi.

Sinan Meydan da Atatürk’ün Edirne’de görevdeyken Selimiye Camiinde cuma namazlarını kıldığını söyledi. Meydan Atatürk’ün namaz sureleri konusunda da çalışmalar yaptığını ve “Kuran okumak istediğimde Yasin suresini okurum” dediğini belirtti. Meydan şu açıklamaları yaptı:

”Atatürk’ün içinde bulunduğu tarih çalışmaları sırasında Hz. Peygamber’i eleştiren bir tez hazırlanıyor. Hazırlanan tez içerisindeki eleştiriler çok sert bir şekilde ifade edilmiş. Mustafa Kemal; ‘Hz. Peygamber’e bu eleştirileri yapan kendini ve haddini bilmezler, bizlerin tarih çalışmaları içerisinde yer alamaz’ diyor ve bu kişileri tez çalışmasının dışarısına çıkartarak sofrasından da kovuyor. Ayrıca Mustafa Kemal, pek çok kere cuma namazı kılmıştır. Edirne’de görevliyken cuma namazları için Selimiye Camii’ne gidermiş. Bunların tarihlerini belgeleyerek daha önce kitaplarıma koymuştum. Yine Mustafa Kemal’in namaz sureleri üzerine çalışmaları vardır. Bir listede yapacaklarını sıralamış ve en başına da ‘Allah birdir ve tektir’diye yazmış. Mustafa Kemal’in din ile ilgili yaptığı çalışmalar, dinin bozulmasını, yozlaşmasını engellemek üzere yapılan çalışmalardır. Atatürk’ün bu konuda söylediği bir başka lafsa şudur; ‘Ben Kur-an okurken en çok Yasin suresini okurum’. Dinsiz olmakla itham ettikleri Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak onu ziyarete geldiği zaman kesinlikle sofrada rakı içmezdi. Fevzi Çakmak’ın dindar bir insan olduğunu bilir, ona büyük bir şekilde saygı gösterirdi. En büyük komutan Hz. MuhammedDinsiz olmakla suçladıkları Atatürk; ‘En büyük komutan Hz. Muhammed’dir’ demiştir. Ayrıca; ’Hz. Muhammed Allah’ın en büyük kuludur.

Onun izinden milyonlarca insan gitmektedir. Senin, benim adım unutulur. Ama onun adı sonsuza kadar unutulmayacaktır’cümlesi de M. Kemal’e aittir.” Canlı yayına telefonla bağlanan Emekli Müftü İhsan Özkes, Atatürk’ün dindarlığı hakkında söylenenlerin “dindar değildi” demenin günah olduğunu söyledi. ” Dünya kurulduğundan beri en büyük iftiralar Allah’a atılmıştır” diyen Özkes, “Allah’ın demediğini” dedi” demek, dediğini “demedi” demek iftiradır. Atatürk’e de bu iftiralar atılıyor...

Onu sıradanlaştırmak mühim bir hatadır... Bununla birlikte ilahlaştırmak da doğru değildir “ şeklinde konuştu.VAHDETTİN’İN ATATÜRK’E EMRİ: Silahları topla direnenleri durdurVahdettin’in Mustafa Kemal’e kurtuluş mücadelesi verdiği konusunda filmde yer alan ve Atatürk’ü küçümsemek isteyenlerin de sıkça kullandığı bir yanlış bilgi Ceviz Kabuğu’nda açıklığa kavuşturuldu.

Sinan Meydan, Atatürk’ün notlarında bu konuda, “Vahdettin’in böyle bir şeyi yapmaya ne kudreti ne de niyeti vardı” şeklinde bir açıklama olduğunu kaydetti ve Vahdettin’in Mustafa Kemal ve Arkadaşları Kurtuluş Mücadelesi verirken vatanı İngilizlere nasıl teslim etmeye çalıştığını şöyle anlattı: “Atatürk Vahdettin’in sözlerini şöyle yazmış notlarında: ’Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin! Bu güne kadar yaptıkların tarih kitaplarına girdi. Ancak bundan sonra yapacaklarını yazacaktır asıl tarih.’Mustafa Kemal Paşa saraydan çıktığında istediğini almıştır ve sevincinden dudaklarını ısırmaktadır. Geçenlerde bir programda Murat Bardakçı ısrarla Mustafa Kemal’i Vahdettin’in Anadolu’ya gönderdiğini ispatlamaya çalıştı. Bunun ispatlanacak nesi var ki? Bu doğru...

Evet, gönderdi ama kilit soru ’niye gönderdi?

’Bunun arkasında yatan gerçek neden ne?

Belgelerde deniyor ki; orada Rumlarla Türkler arasında bir çatışma var ve bundan İngilizler rahatsız. Vahdettin’den bu durumu bitirmesi için birini göndermesi isteniyor. Mustafa Kemal seçilip gönderiliyor. Onun görev belgesinde istenenler de ’silahları topla, dağıtılmamış orduları dağıt, direnen Türkleri durdur’şeklinde.” İngilizlere ’ülkeyi teslim alın’ diye yalvardılar

Mondros Mütarekesi döneminde Ahmet İzzet Paşa kabinesi var... Ahmet İzzet Paşa “Mütarekeyi bu haliyle kabul edelim” diyor.

Vahdettin 24 Kasım 1918’de Daily Mail’a şunları söylemiştir:

İngiliz milletine karşı duyduğum sevgi ve hayranlık duygularımı babam Abdülaziz’den aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım.”

General Milne raporunda Vahdettin için “Vahdettin İngilizlerin rehberliğini istiyor” diye yazıyor. 16 Aralık 1919’da Vahdettin adına İngiliz karargahına gelen Sami Bey, mümkün olan en kısa zamanda İngilizlerin yönetime el koyması için yalvarır ama onlar reddeder o süreçte. 30 Mart 1919’da Sadrazam Damat Ferit aracılığıyla İngiltere’den manda talep eder.

Bu öneriyi Damat Ferit, Carltrop’a sunar. Sömürgecilikte 200 yılı aşmış bir İngiltere bunun arkasında başka bir şey mi var diye şaşkına döner.” (Yeniçağ Gazetesi, 17.11.2008, Pazartesi)
http://www.cevizkabugu.com.tr/gundem.asp

Friday, November 21, 2008

Çanakkale'de Troya'nın rövanşını aldık!

(3500 yıl sonra, 18 Mart 1915), Sakarya'da Gordion'nun rövanşını aldık!
(2500 yıl sonra 19 Eylül 1921)
Böyle biline!*
Troya'nın Rövanşı Çanakkale, Gordion'un Sakarya!
Mahiye Morgül - 21.11.2008

Mustafa Kemal Paşa, İngiliz ordularını Çanakkale'den geri püskürttüğü zaman, "Troya yenilgisinin rövanşını aldık" demişti.

Sonra Sakarya'da, aynı İngiliz namussuzlarının üzerimize saldığı Yunan ordularını geri püskürttü Mustafa Kemal Paşa. Anadolu'da bir ışık doğdu o gün.
"Türklerin makus talihini yendiği gün" diye tarihe geçti, Şanlı Sakarya şiirleri yazıldı, marşları bestelendi. Sakarya savaşının geçtiği yer Polatlı'dır, antik adıyla Gordion, Frig kenti. Hani şu Roma'yla sorunlu olan, vergi vermemekte direnen, bu yüzden İskender'in bu kör düğümü kılıçla kestiği yer. Yani İskender'in Frigya uygarlığını yağmalayıp yerle bir ettiği yer.
Kralları, Mu Atası Midas, Pan halkından yana olduğu için, yani Anadolu halkından yana olduğu için kulaklarını çeken Yunan Tanrısı Apollon, İskender'i bu cezayı infaz etmesi için göndermiş gibiydi. Midas'ın kulağını öyle çekti ki, eşek kulağı kadar uzadı kulakları. Sakarya nehrinin sazları hâlâ bunu fısıldar…
Gordion'u İskender'in nasıl yerle bir ettiği (MÖ.325 civarı), "İskender'in kör düğümü kılıçla kestiği yer" diye anlatıldı.
Gordion halkının yaşadıklarını kimseye anlatmaması için Midas'ın kulakları eşek kulağı olacak kadar büyük çekildi. Yine de yerin kulağı vardı, yağma ve talan haberleri Karadeniz'in kuzeyinden duyuldu, atına atladığı gibi koştu geldi İskit Türkleri, Orta Anadolu'da atlarını soluklandırdılar, 1.Büyük Bedri'nin Anadolu Birleşik Ordularına katıldılar (MÖ.301). İskender'in bıraktığı yağmacı 80 bin Yunan askerini Ege Denizi'ne süpürdüler.

Kimi Alman Samici arkeologlar, Hititlerin kuzey batıdan gelen barbar bir halk olduğu masalını uydurdular, Frig (Ferik/Faruk) uygarlığını onlar bitirmiş gibi. Oysa gelenler, Azizlerin/Hititlerin atadan akrabalarıydı, yardıma gelmişlerdi. Saka/İskit/Got Türklerinin bu özelliği hep vardı, darda olana yardıma koşarlardı. Onlar Kırımlı Dat-er/Tatar Türkleri idi ve Mitri-date'nin ordusunda en uzun soluklu savaşçılar onlardı. Büyük Atilla da Almanları bıktıran Roma saldırılarını durdurmak için yardıma gitmemiş miydi? Saka Türkleri, Gordion'a yardıma gelmiş ve buraya/oriya adlarını vermişlerdi; Saka-oriya/Sakarya. Alman Samici arkeologların zannettiği gibi, Frigleri yok eden İskitler değil, İskender'in kılıcıdır, daha doğrusu İskender'i öne süren Cenevizli Yahudi asıllı korsan tayfası, yağmacı Ekuestriani süvari bölüğüdür.

Sakarya diyorduk, yani Saka Türklerinin yeri. Antik adı Sangarya; ng harfleri gırtlak sesidir, zamanla K sesine evrilmiştir. Zangarya ile Sakarya aynı isimdir. Ve bilinmelidir ki, Eskişehir'de Tatar Türklerinin varlığı bu kadar eskiye dayanır. İşte, bu Anadolu toprakları böyle uluların yeridir. 3.bin yılın küresel yağmacı haçlı seferini başlatanlar, bu toprakların neden bu kadar ulu olduğunu bilemezler, çünkü bu toprağı 3 bin yıldır kanıyla sulayanlar biziz, onun için bu kadar bereketlidir!
Tarih baba diyor ki, bu toprakların tarihi, yağmacıları denize dökme tarihidir.

Çanakkale'de Troya'nın rövanşını aldık! (3500 yıl sonra, 18 Mart 1915)
Sakarya'da Gordion'nun rövanşını aldık! (2500 yıl sonra 19 Eylül 1921)
Böyle biline!

Sunday, November 16, 2008

ATATÜRK'ÜN KASTAMONU NUTKU 30 AĞUSTOS 1925

" Efendiler!
Meşhudatımın en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır.İtiraf etmeliyim ki bu seyahatimden evvelki malümatım , meşhudatımın hasıl ettiği kanaatlerden çok başka idi.Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey , Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydılar , sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanımak için çalışanlar ezhanı teşvişte kim bilir ne kadar ileri gitmeğe muvaffak olacaklardı.

Asarı fi'liyesini memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız bittabi bir anda , bir günde tekevvün edemezdi.Böyle bir iddia serdetmek aynı cehalet olur.

Şüphe yok , bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekamülün silsilei tabiyesi üzerinde ilerlemekte idi.Ve ilerlemektedir.Bu gün ben o tekamülün tabii tecelliyatının mesud bir şahidi bulunuyorum.Bu hakikatın aksini ifade ve izah ederek teceddüt hatvelerimizi felce uğratmaya yeltenen sebükmağza , hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine , çürük mantıklarına , nakafi akıllarına istinat etmiş olduklarına sanip oluyorum.
Bu zavallı hodbinler böyle yapacaklarına halkın hissi selimine müracaat etselerdi , ondan feyiz ilham alsalardı , kendilerine bu gün şayanı hande hacil bir vaziyette bırakan bu kadar müstekreh hatalara düşmezlerdi.Fakat hissi selimin ; akıl , mantık ve marifetin fevkinden haizi ehemmiyet olduğunu takdir etmek yalancı alimlerin işine gelmez.Arkadaşlar ,Milletimizin sağlam bir şuura malik olduğuna , kahramanı olduğu büyük ve fi'li asar ve hadisattan sonra kimsenin şüphe etmeğe hakkı kalmamıştır.Şuur daima ileri ve yeniliğe götürür.
Ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre , Türkiye Cumhuriyeti halkı ileriye ve teceddüde uzun hatvelerle yürümeye devam edcektir.Şuura illet tari olmadıkça geriye gitmek veya tevakkuf varidi hatır dahi olamaz.Asırlarden beri masruf menfi cehdü gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber milletin şuurunu felce uğratmağa asla muvaffak olamamıştır.Bu hakikat milletin bugün gösterdiği asarı şuur ile kendiliğinden sabittir.
Eğer şuurda maluliyet olsaydı onu bugünkü ciadetinde ihya etmek desti kudretten bile muntazam değildir.Efendiler ,Milletin temayülü hakikisi hilafında zehaplarda bulunanlara iltifat etmedik.Bununla bir hassa bugün çok müfterihim. Bundaki sırrı isabeti izah için derhal arzetmeliyim ki : bizim ilham menbaımız doğrudan doğruya bütün Türk Milletinin vicdanı olmuştur.Ve daima olacaktır.Bütün harareti , feyzi , kuvveti , vicdanı milliden aldıkça bu teşebbüsatımızda milletin hissi selimini rehber ittiaz ettikçe , şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada milleti doğru hedeflere isal edeceğimize imanımız kavidir.

Hakiki inkilapçılar onlardır ki , terakki ve teceddüt inkilabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayülü hakikiye nüfuz etmesini bilirler.Bu münasebetle şunu da beyan edeyimki , Türk Milletinin son senelerde gösterdiği harikaların , yaptığı siyasi ve ictimai inkilapların sahibi hakikisi bizzat kendisidir.Sizisiniz.Milletimizde bu istida-ı tekamül mevcut olmasaydı , bunu yaratmağa hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi.Herhangi bir vaz'ı tekamülde bulunan bir kitlei beşeri , bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebei tekamüle isal etmek ademi imkanı tabiisi muhtacı izah değildir.…

Efendiler ! yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkilapların gayesi , Türkiye Cumhuriyeti Halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkali ile medeni bir heyeti ictimaiye haline irsal etmektir.İnkilaplarımızın umdei asliyesi budur… bu hakikatı kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir.Şimdiye kadar bu milletin dimağını paslandıran , uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur.Herhalde zihinlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacaktır.Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkansızdır.Türbelerden , yalancı evliyalardan , ölülerden istimdat etmek medeni bir heyeti ictimaiye için şindir.… Mevcut tarikatların gayesi , kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi hayatta mazharı saadet kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin , fennin bütün şümuliyle medeniyetin muvahcehci şulebasında filen ve falan şeyhin irşadiyle saadeti maddiye ve maneviye arayacak kadar iptidai insanların Türkiye camiai medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler , dervişler , müritler , mensuplar memleketi olamaz.

En doğru ve en hakiki tarikat , tarikatı medeniyedir.Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vüzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapayacak , müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir.Arkadaşlar ; huzurunuzda muvacehei millete beyanı teşekkür ederken hissettiğim ve gördüğüm hususatı olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.Hükümeti Cumhuriyetimizin bir Diyanet İşleri Riyaseti Makamı vardır.

Bu makam merbut müftü , hatip , imam gibi muvazzaf bir çok memurlar bulunmaktadır.Bu vazifedar zevatın ilimleri , faziletleri derecesi malumdur.Ancak bu yolda vazifedar olmayan bir çok insanlar da görüyorum ki , aynı kıyafet iktisasında berdevamdırlar.Bu gibiler içinde çok cahil hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim.Bilhassa bu gibi cühela , bazı yerlerde halkın mümessilleriymiş gibi onların önüne düşüyorlar.Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar.Bu gibilere sormak istiyorum.Bu sıfat ve selahiyeti kimden , nereden almışlardır.
Malum olduğuna göre milletin mümessilleri intihap ettikleri mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi , Meclisin itimadına mahzar Hükümeti Cumhuriyettir.Bir de mahalli müntehap belediye reisler ve heyetleri vardır.Millete hatırlatmak isterim ki , bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir.Her halde sahibi salahiyet olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükümetin nazarı dikkatine vazedeceğim.…İnebolu'da ve bazı yerlerde söyledim.Bugünün meselesi gibi mütalaa edileceğinden burada da bahsetmek istiyorum.Her milletin olduğu gibi bizimde bir milli kıyafetimiz varmış fakat gayri kabili inkardır ki taşıdığımız kıyafet o değildir.
Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile.Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum.Başında fes , fesin üstünde yeşil bir sarık , sırtında bir mintan , onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir caket , daha alt tarafını göremiyorum.Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan alelacaip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?…

Devlet memurları da , bütün millet de kıyafetlerini tashih edecektir.Fen , sıhhat noktainazarından ameli olmak itibariyle , her noktainazarından tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir.Bunda tereddüte mahal yoktur.Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamağa takat yoktur.Adam olduğumuzu , medeni insan olduğumuzu isbat ve izhar için icap edeni yapmakta taannüt adamlıkla kabili telif değildir.Arkadaşlar , Türk milleti çok büyük vakalarla isbat etti ki , müceddit ve inkilapçı bir milletdir.Son senelerden mukaddem de milletimiz teceddüt yolları üzerinde yürümeğe , içtimai inkilaba teşebbüs etmemiş değildir.Fakat hakiki semereler görülemedi.Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence işe esasından , temelinden başlanmamış olmasıdır.Bu hususda açık söyleyeyim.Bir heyeti içtimaiye , bir millet , erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir.
Kabil midir ki , kitlenin bir parçasını terakki ettirelim.Diğerini müsamaha edelim de kitlenin heyeti umumiyesi mahzarı terakki olabilsin? Mümkün müdür ki , bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok ; terakki adımları , dediğim iki cins tarafından beraber arkadaşça atılmak ve iş terakki ve teceddütte birlikte Kat'i merahil edilmek lazımdır.Böyle olursa inkilap münteci muvaffakiyet olur.
Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır ki , bugünkü nişvarımız hakiki icaba takarrup etmektedir.Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikardır.…

Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki , başına bir yemeni , peştamal veya buna mümasil bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya bir yere oturarak yumulur.Bu tavrın mana ve medlülü nedir?
Efendiler , medeni bir millet anası , millet kızı bu garip şekle bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır.Derhal tashihi lazımdır."
(30 Ağustos 1925)
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Türkiye'nin çağdaşlasmasi sürecinde de Kastamonu'nun ayri bir yeri vardir. Atatürk 23 - 31 Agustos 1925 tarihleri arasinda Kastamonu ve İnebolu'da "Şapka ve Kıyafet İnkilabı'nı" başlatmıstır. 1941'de ziyaretçilere açılan Kastamonu Müzesi'nde Atatürk'ün gelişi ile ilgili anıları belgeleyen fotoğraflarını görmek mümkündür. Müzede ayrıca Kastamonu ve çevre illerde yapiıan kazı ve arasştimalarda ele geçirilen arkeolojik eserler ve etnografik yapıtlarda sergilenmektedir.

Hırsız Kapıya Dayanmışsa

Cumhuriyet 15.11.2008
CUMARTESİ YAZILARI
ATAOL BEHRAMOĞLU

Kitap fuarında kitaplarımı imzalamaktayken sırası gelen gençten bir arkadaş şöyle bir soru yöneltti: Biz sizi solcu biliyorduk, ama Cumhuriyet gazetesine yazalı beri sanki Kemalizm’e kaydınız. Ne dersiniz?
Aynı konuda bana zaman zaman bu türden sorular ve eleştiriler yöneltildiği oluyor.
Bu soru ve eleştirilerin sahipleri bence iki bakımdan yanılmaktalar.
Yanılgılarının ilki Cumhuriyet gazetesinin niteliği konusunda.
Gazeteyi tanımıyorlar, çünkü okumuyorlar.
İkinci olarak da gazetemizle aynı adı taşıyan Türkiye Cumhuriyeti’nin ne durumda olduğunun farkında olmayışları, ya da bunu umursamayışları.
***
Kitap fuarında bana soru yönelten arkadaş öğretmen ve Kürt’müş.
Ona öncelikle, aydınlanma düşüncesinin bir ürünü olmakla birlikte Kemalizm’in aydınlanmayla bire bir aynı şey olmadığını söyledim.

Kemalizm belli bir dönemde uygulanan ekonomi politiğin, siyasetin, o dönemin koşullarında gerçekleşmiş başkaca toplumsal devrim ve oluşumların toplamına bazılarınca verilen addır. Bu bakımdan çerçevesi belli bir zaman dilimiyle sınırlıdır. Bu nedenle de günümüzde Kemalist olmak bana çok da anlamlı görünmez.

Buna karşılık Atatürkçülük, (bağımsızlık savaşını da içeren)Türkiye aydınlanmacılığının adıdır. Daha genel ve evrensel bir anlamı vardır. Ben Kemalist değilim. Ama sosyalizme inanmış, emekten ve emekçiden yana biri olarak aynı zamanda da aydınlanma düşüncesinin yanındayım ve bu anlamda kuşkusuz ki Atatürkçüyüm. Bunun başka türlü olabileceğini de aklım almaz.
Sosyalizmin kendisi de aydınlanma devriminin süreçlerinde ortaya çıkmış, onun ekonomi politik alanında ve hümanizmden de ayrı düşünülemeyecek bir aşamasıdır.

***
Kitap fuarında bana yukarıdaki soruyu yönelten arkadaşa bunları bu kadar ayrıntılarıyla anlatmaya vakit yoktu. Ona ancak şöyle bir örnek verebildim:
Düşünün ki evinizdesiniz. Duvarlarınızı sevdiğiniz bir başka renge boyatıyor, çatınızı onartmayı planlıyorsunuz. Bu arada koltuklarınızı değiştirmeyi düşünüyor, tablolarınızı ve aile fotoğraflarınızı nerelere yerleştireceğinizi tasarlıyorsunuz. Aynı anda hırsızların kapınızı zorlamakta olduğunu fark ediyorsunuz. Ne yaparsınız?
O ana kadar yapmakta ve düşünmekte olduklarınıza devam mı eder, yoksa hırsızlara karşı önlem mi alırsınız?
Bugün zamanımızın ve enerjimizin çoğunu sosyalizm için savaşım vermekten çok aydınlanma değerlerinin, cumhuriyetin kazanımlarının korunup savunulması için harcamakta oluşumuzun nedeni aynen budur. Çünkü bunları yitirmekle çağdaş anlamıyla insan olma değerlerimizi yitirecek olduğumuz için, sosyalist olmak ya da olmamak da bir anlam taşımayacaktır. Ve zaten sosyalizm düşüncesini aydınlanma düşüncesinden ayrı bir yerde düşünmek, toplumsal evrimleşme olgusuna ve mantığa aykırıdır.
***
Ülkemizin bugün içinde bulunduğu durumu anlatmada kapıya dayanan hırsız örneği de yeterli değil. Hırsız bugün evin içinde, evin sahibi konumundadır. Duvarlar onun sevdiği renklerin en çirkin tonlarında boyandı bile. Çöpe atılan tablolarınızın ve aile fotoğraflarınızın yerinde şimdi onların kimliklerini ve inançlarını sergileyen yazılar ve resimler var. Sevdiğiniz müziklerin yerine pikabınızdan ve onların TV kanallarından ilahi sesleri yükseliyor. Kitaplarınız yakıldı, içki dolabınızda çeşitli ülkelerin damak ve keyif alma zevklerini yansıtan şişeler lanetlenerek parçalandı. Siz ise kendi evinizin kapısının dışına çoktan atıldınız. Sadece bazılarınız bilinçsizlik ya da utanmazlıkla uşaklığı kabullenerek bir arka odaya sığınmayı başardılar.
***
Yukarıdaki tablo kimilerimize karamsar görülebilir. Fakat gerekli bilinç, uyanıklık, kararlılık, cesaret gösterilemezse, daha da beterleri kapıdadır.
ataolb@cumhuriyet. com.tr

Saturday, November 15, 2008

BİZİM MUSTAFA KEMALİ BEYNİMİZDEN, YÜREĞİMİZDEN, ALAMAZSINIZ. ÇÜNKÜ O HALKIYLA BÜTÜNLEŞMİŞ, BÖLÜNMEZ VATAN OLMUŞ, BAYRAK OLMUŞTUR.

Sevgili dostlarım,İlahiyat Fakültesi mezunu, Cumhuriyet şehidi Bahriye Üçok'un sınıf arkadaşı, Düziçi Öğretmen Okulu'nun eski Din Dersi öğretmeni, Adana'nın eski Kültür Müdürü, değerli Mehmet Göl ağabeyimizin yorumunu aşağıda bulacaksınız.

İlahiyatçı Mehmet Göl'den Mustafa filmine yorum
Mehmet Göl <golyeri@gmail.com>Date: 04.Kas.2008 10:52
Subject: yorumTo: duziciogretmen@googlegroups.com

Mahiye Morgül
SEVGİLİ DÜZİÇİLİLER.
CAN DÜNDAR EFENDİNİN MUSTAFA FİLMİNE GİTTİM. BEYNİNE KÜÇÜCÜK,MİSKİN, ZAVALLI, ACİZ BİR MUSTAFA YERLEŞTİRMİŞ ONU BİZE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DİYE YUTTURMAYA ÇALIŞIYOR.EL ALTINDAN MUSTAFA KEMALİN DİKTATÖR OLDUĞUNU, DİNSİZ OLDUĞUNU, ACİZ VE KORKAK OLDUĞUNU GÖSTERMEYE ÇALIŞIYOR. EN YAKIN MÜCADELE ARKADAŞLARINI ACIMASIZCA HARCAYAN BİR GADDAR İNSAN OLARAK KARŞIMIZA ÇIKARMAYA ÇALIŞIYOR. İÇKİ VE SİGARA DÜŞKÜNÜ BİR HOVARDA OLARAK TANITMAYA ÇALIŞIYOR.

CAN DÜNDAR EFENDİ, SEN ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT BÖREKCİYİ,DENİZLİ MÜFTÜSÜ AHMET HULUSİ BEYİ, AMASYA MÜFTÜSÜ HACI TEVFİK EFENDİYİ TANIRMISIN?

BALIKESİRİN ZAĞNOS PAŞA CAMİİNDEKİ KONUŞMASINI DUYDUN MU? EY MİLLET TANRI BİRDİR, Hz.MUHAMMET SON VE HAK PEYGAMBERDİR,BİZİM DİNİMİZDE SON VE EKMEL DİNDİR, DEDİĞİNİ DUYDUN MU, OKUDUN MU,? MUSTAFA KEMAL BU KONUŞMAYI YAPARKEN MAREŞAL ÇAKMAĞIN CAMİDA GÖZLERİNDEN ÜZÜM ÜZÜM DÖKTÜĞÜNÜ OKUDUN MU?

HANGİ BİLGİ İLE HANGİ KÜLTÜR İLE,HANGİ VİJDAN İLE MUSTAFA KEMALİN DİNSİZ OLDUĞUNU İMA EDİYORSUN?

HATAY SORUNUNDA HASTA OLDUĞU HALDE NASIL DİK DURDUĞUNU GÖRMEZSİN.YEDİ DÜVELE MEYDAN OKUYAN YİĞİT İNSANI KARANLIKTAN KORKAN,KORKAK BİRİ OLARAK ANLATMAYA ÇALIŞIYORSUN.?

CAN DÜNDAR EFENDİ,ÇANAKKALEYİ, CONK BAYIRINI, ANAFARTALARI GÖRMÜŞSÜNDUR. SAVAŞTIĞI DÜŞMANIN ASKERİNİ KAHRAMAN İLAN EDEN BİR YİĞİT KOMUTAN DÜŞÜNE BİLİRMİSİN.

SENİN MUSTAFADA ANZAK ASKERLERİ İÇİN SÖYLENEN EVRENSEL BOYUTLU MESAJLAR NİYE YOK.

SENİN KÜÇÜCÜK BEYNİN O EVRENSEL BOYUTLU MESAJLARI ALAMAZ. SAKARYAYI, KOCATEPEYİ, ÇİĞİLTEPEYİ, ALBAY REŞATI, BÜYÜK TAARRUZU, DUMLUPINARI, DOKUZ EYLÜLÜ NASIL DA GEÇİŞTİRMİŞSİN MUSTAFA FİLMİNDE. ULAN ALLAHDAN KORK BEEEE.....

İSMET PAŞAYLA KÜS OLDUĞUNU ANLATIRSIN LOZANDAN SÖZ ETMEZSİN. İNÖNÜ ZAFERİNDEN SONRA, MUSTAFA KEMALİN "SEN ORADA YALNIZ DÜŞMANI DEĞİL, TÜRK MİLLETİNİN MAKUS TALİHİNİ YENDİN" SÖZÜNÜ HERHALDE DUYMAMIŞSIN.MUSTAFA FİLMİNDE, MUSTAFA KEMAL'E İYİ KARGA KOVALATTIRIYORSUN. KİNDAR BİRİ OLDUĞUNU ANLATMAYA ÇALIŞIYORSUN.

DÜNYANIN ÖRNEK ALDIĞI YİĞİT DEVRİMCİDEN HİÇ SÖZ ETMİYORSUN.

CAN DÜNDAR EFENDİ SENİN MUSTAFA İLE İLGİLİ ÇOK SÖYLENECEK SÖZ VAR. ŞUNU İYİ BİL…BİZİM MUSTAFA KEMALİ BEYNİMİZDEN, YÜREĞİMİZDEN, ALAMAZSINIZ. ÇÜNKÜ O HALKIYLA BÜTÜNLEŞMİŞ, BÖLÜNMEZ VATAN OLMUŞ, BAYRAK OLMUŞTUR.
MEHMET GÖL

Sırada Sevr Masası Var...

Neval Kavcar

Güler misin, ağlar mısın? Üzerinde Lozan Antlaşmasının imzalandığı masa Abdullah Gül’e hediye edilmiş. Yani Türkiye’ye.

Lozan’ı delik deşik eden iktidar var başta. Lozan’da yedi düvel ile anlaşma yapılmış, azınlıklar konusu dâhil birçok antlaşma sağlanmış. Türkiye’nin tapu senedi Lozan. Bir kere delindi mi, al o tapuyu başına çal derler adama. Amerika’nın “Sözde Kürdistan”ı oluşturması, öncelikle Türkiye’nin “Kürtleri” azınlık kabul etmesine bağlı.

Lozan Antlaşmasında tüm taraflar anlaşmış, Türkiye’de azınlık olanlar “Müslüman olmayanlar” demiş. Aradan yıllar geçince ABD’nin yeni politikaları gereği, enerji havzalarına kalıcı üs gerekince Lozan’ı delmeye çalışıyorlar. Bahsi geçen üs de Talabani- Barzani’nin kıvrak dansları ile kuruluyor.

Lozan’a göre Kürtler azınlık değil. Abdullah Gül’e hediye edilen masada, Türkler savaş meydanında kazandığı zaferi perçinlemiş.

Şimdi bastırıyorlar ki “Kürtleri azınlık kabul edin.” Sonra, Kürtçe eğitime başlayın. Daha sonra Kürtleri federal hale getirin, zaten “Mustafa”da istemiş, Can öyle diyor. Anayasa buna engel, “Değiştirin.” Alman Vakfı, Ankara Barosu ve başrollerde Osman Can-Haşim Kılıç’ın rol aldığı böyle bir film oynuyor.

Lozan’ın kabul edildiği masayı yüklenip Türkiye’ye getirmiş İsviçre Konfederasyonu Başkanı. Ne yapacağız o masayla? İşte Lozan denilen antlaşma bu tahta nesne üzerinde kabul edilmiş geçmişte. Şimdi biraz antlaşma üzerinde oynansa ne olacak falana mı getirecekler işi? Biraz Lozan’ı deleriz, az biraz Anayasa’yı budarız.

Lozan Konferansı sürerken İngilizler Musul-Kerkük’ü mutlaka istiyordu. Sevr Antlaşması ile G. Doğu Anadolu’da kurulması planlanan Kürt Devleti için, Musul’a ihtiyacı vardı İngiltere’nin. Böylesine zorlu geçti Lozan. Şeyh Said isyanı ile Musul ve Kerkük İngilizlere geçti, birkaç yıl sonra. Görüldüğü gibi Batı Emperyalizminin petrolün merkezinde kurmaya çalıştıkları uydu devlet, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile sekteye uğramıştır.

Kürtlere özerkliği “Mustafa” değil, Mustafa filmine sponsor olanların patronları istiyordu.

Lozan’da masaya yumruğu vuran İnönü idi, şimdi o masanın altına birileri saklansın diye hediye ediliyor.

Her şeyi yozlaştırıyorlar. PKK yandaşları ise Lozan masasının hediye edilmesini farklı yorumlayarak, üç renkli hülyalara dalıyor.

Sırada Sevr Masası da var mı diye merak ediyorum.

* * *

DTP – AKP Tahterevallisi

22 Temmuz 2007 seçimlerinde G. Doğu ve D. Anadolu Bölgesinde ne oldu? Kalemle çizilmiş gibi oylar heba olmadan, AKP ve DTP arasında paylaşıldı. Bunun sandıkta olmasının mümkün olamayacağını o zaman anlattım.

22 Temmuz projesi öyleydi. Şimdi muhtemeldir ki roller değişecek. DTP’ ye birkaç yerel belediye verilecek, kalanı AKP’ye gidecek. Çünkü Bahsi geçen yerlerde, seçim güvenliği de yok, normal seçimlerde olmuyor. Mercimek, yeşil kart, kömür dağıtımını saymıyorum, onlar zaten elde bir.

DTP ne istiyor? Kürtçe eğitim, ayrı bayrak ve federal bir yapı. Hem bunları istiyor, hem de Türkiye çatısı altında kalacaklarını söylüyorlar. Federal bir yapı öngörüldükten sonra çığın durması mümkün müdür? Sırayı hemen, “İkiz Yasalar” alacak ve Brüksel- Washington ümüğümüzü sıkmaya başlayacaktır. “İkiz yasaları TBMM’de imzaladın. Kürtlerin kendini idare hakkını tanıdın. Şimdi ayrılmalarına müsaade et” diye.

Peki, AKP ne yapıyor iktidarları boyunca. Yumuşak yumuşak “Kürtlerin” önünü açıyor, AB istiyor diye. Barajın suyunu ovaya ağır ağır salıyor. Birden bırakmıyor uyanırız diye. Işığı uykulu gözlere ağır ağır veriyor başka deyişle. AKP işi yasalarla götürüyor, DTP şımarık çocuk gibi ayaklarını yere vurarak, hakkım nerede diyor.

DTP ve AKP, ABD’nin “Kürt Politikasının” Türkiye’deki iki etkin ayağıdır. Biri inerken, diğeri çıkar.

Bir takım medya mensuplarının, Erdoğan’ın “Kürt Politikası” konusunda 2005’deki söylemiyle çeliştiğini söyleyip, eleştirmelerinin sebebi “Yerel seçim”dir. Vatandaşa oynuyorlar. Millet, Erdoğan’ın “Kürt Sorunu” söyleminden ve yoğunluğu artan PKK teröründen muzdariptir. Çankaya’ya Talabani’nin davetinden dolayı öfkelidir. Barzani ile masaya oturulmak istemesine, PKK ile anlaşmak olarak bakmaktadır. İşte bunları üç aylığına rafa kaldırıp, yola seçim sonrası devam etmeyi planlamaktadır AKP.

Önümüzdeki üç ay Erdoğan yine mazlum, yalnız adam rolüne yatacaktır. Belki arada bir şiirde patlatır.

Millet sahlenen oyuna bu defa da inanırsa, tarih başa sarmayacaktır hatırlatırım.


nevalkavcar@yahoo.com

Not: Yorumun birinde AKP Düşmanı olarak nitelendirilmişim. Önce konuya açıklık getirelim. İktidarda olan bir parti yürüttüğü politikadan sorumludur. AKP TBMM’de “Tek parti” gibi davranmaktadır. İktidar gibi muhalefette demokrasi gereğidir.

Satırlarımda Türkiye’nin birliğini bozanların deşifresini bulacaksınız. Mesele, o parti, bu parti değildir.

’Mevzubahis olan vatansa, gerisi teferruattır’ .
http://www.sonsayfa.com/Kose-Yazarlari-Neval-Kavcar-48.html

Friday, November 14, 2008

'Çılgın Türk' Mustafa'yı eleştirdi

'Mustafa' filmiyle bazı kesimlerin eleştirilerine maruz kalan Can Dündar ile kendisine eleştiriler yönelten Turgut Özakman, 32. Gün'de karşı karşıya geldiler. İşte programda konuşulanlardan çarpıcı detaylar.

Milliyet Gazetesi Yazar Can Dündar, senaryosunu yazdığı ve yönettiği 'Mustafa' filmiyle bazı çevrelerin şimşeklerini üzerine çekmişti. 'Şu Çılgın Türkler' kitabının yazarı Turgut Özakman'ın eleştirilerinin kendisini çok üzdüğünü söylemesinden sonra Dündar ve Özakman biraraya gelerek filmi birlikte izleyip karşılıklı görüşlerini paylaşmıştı.



Özakman, 32. GÜn programında bu kez izleyiciler önünde filmle ilgili görüşlerini ve eleştirilerini dile getirdi. Özakman'ın filme yönelik değerlendirmeleri şöyle oldu:

Mustafa Kemal Atatürk'ün adı, ortaokul birinci sınıftan itibaren resmen 'Mustafa Kemal'dir. Mustafa'lığı 13 yaşından beri yoktur. Onu Atatürk'ten koparabiliriz anlatırken ama Mustafa Kemal'i ikiye bölüp anlatmak, annesinin gözüyle görmeye çalışmak, bütün film o estetikte yapılsaydı ona da itiraz etmezdim.

-Atatürk'ü biz niye anlatıyoruz? Sıradan, alelade bir insan mı? Bizim ona bir borcumuz var mı? Bizim için büyüklüğü var mı? Devletimizi kuran, dünyanın büyük, ender askerlerinden biri mi? Bir devrimin önderi mi? Bir insan olarak bizim minnet duyduğumuz bir insan mı? Onu anlatıyorsak o zaman onu doğru anlatacağız. Bütün biyografi yazarları için çok ciddi bir tarihçi vicdanı ve sanatçı duyarlılığı gerekiyor. Bunların büyükçe bir bölümünün Can'da olduğunu görüyorum ama bir çok şey gözünden kaçmış, bir çok şey aceleye gelmiş, bir takım şeyleri de işte bu yaştaki gençler Atatürk'ü bilmeden büyüyor. O bilgisizliğin bütün etkilerini ben burada görüyorum. Genel olarak bir şey demiyorum ama tashih yapılması gereken yerler var.

-Atatürk'ü Atatürk yapan Çanakkale'dir. Onu sadece Conk Bayır'ı ile anlatmak kabil değil. Bir de onu 28 Temmuz diye Rumi tarihle vermişler. Ama onun doğrusu 10 Ağustos 1915

-Ceset tarlası hikayesi dokunmuş size, haklısınız. Ama o laf zaten uydurma. Yeri yok, kaynağı yok, dayanağı yok. Bir kere onu oradan silip atmak lazım.

-Vahdettin konusunu Atatürk anlatıyor. Bir üçüncü kişi görüp de Vahdettin Mustafa Kemal'e tarih kitabını gösterip de 'İşte siz bu tarihe geçtiniz' demiyor. Atatürk anlatıyor, o söylüyor bize ve sonra da yorumunu yapıyor. Bu cümlenin nasıl gereksiz, yanlış anlaşılmaya müsait, yani Vahdettin'in iç yüzünü anlatıyor. Onu söyledikten sonra Mustafa Kemal'in yorumunu söylememek hakikate çok büyük ihanet olur. Burada söyleyemeyeceğim kadar sert bir yorum. Onun vatanını sevmediğni, hanedanını ve tahtını koruduğunu ve sadece kendisi adına kullanmak istediğini vs. Atatürk'ün anılarında yazıyor. Bu böyle olur. Bir şey söylüyorsanız karşıtını da vereceksiniz.

Bir yerde diyor ki Atatürk meçhule gidiyor. Atatürk'ün Anadolu'ya meçhule gitmediği Tayin Kararnamesi'ne eklettiği maddelerle bellidir. Çok büyük planlarla gidiyor. Ali Fuat Paşa ile teferruatıyla konuştuğu söyleniyor. İsmet Paşa ile kısmen, Kazım Karabekir ile konuştuğu söyleniyor. Rauf Orbay ile de genişliğine kavuşmuştur... Meçhule gider değildi.

Yalnızdı diyor giderken. Atatürk Çanakkale kahramanı olarak hiç yalnız olmadığının farkındaydı.

23 Nisan töreni için, dayandığı güçlerle ilerde hesaplaşacaktı diyor. Dayandığı güçler dindar, dine bağlı insanlardı. Bunlarla Cumhuriyet'in bir hesaplaşması olamaz. Bugün de olmaz yarın da olmaz. Softalarla, yobazlarladır.

Atatürk diktatör değildi

Bütün gücün Atatürk'ün elinde toplandığı bir an bile olmadı. Meclisi var, hükümeti var, yargıları var. Söyleyip de yaptıramadıklarını konuşalım mı? 3 kere toprak reformu için neredeyse yalvarıyor ama yapılmıyor. Meclisin fesih yetkisinin Cumhurbaşkanı'nda olmasını istiyor, 'Diktatörlük olur, hayır' diyorlar. Veto hakkını kullanmak istiyor, 'Hayır' diyorlar. Birinci Büyük Millet Meclisi'nde de İkinci Büyük Millet Meclisi'nde de Ortaçağ galip gelmiştir. Atatürk keşke diktatör olsaydı da şu toprak reformunu getiritip bizim köylümüzü çiftçi yapabilseydi.

-'Devrim evlatlarını yemişti' ifadesi kullanılıyor filmde. izmir suikasti dolayısıyla 10 küsur kişi asıldı. Bunların içinde Atatürk'ün arkadaşı olan bir Albay Arif bey vardır. Geri kalanları da devrimin evlatları falan değildir. Bunların devrimle ilgileri bile yok.

-Yüzde 10'u okur yazar olan bir milletten bahsediliyor. Erkeklerdir onlar. Doğrusu da yüzde 7'dir onun. Kadınlar binde 4. Böyle bir ülkede kadınlara hak veriyor...

-'Sonunda arkadaşlarından kopmuştur' diyor filmde. Koptuğu 2 tane arkadaşı var. Kazım Karabekir ve Rauf Orbay. Onlarla da barışmaya teşebbüs ediyor eğer Ali Fuat Paşa doğru söylüyorsa ne yazık ki bazı talihsizlikler o barışmayı da engelliyor.

-Atatürk'ün eleştirilmesi bilimsel olmalı, eleştirilerin yeri filmler olmamalı.

-Bu film, baba gibi, abi gibi söylüyorum. Ben onun annesiyle iş arkadaşıyım. Her gencin başarısına sevinirim ama Can'ınkine biraz daha fazla sevinirim. Her gencin hatasına üzülürüm, ama Can'ın hatasına biraz daha fazla üzülürüm. Bu film tashih istiyor. Bu filmde bazı yerlerin çıkartılması istiyor. Finali, kadın ve içki düşkünü Atatürk diye biteremezsiniz. Bu inanılmaz derecede büyük bir saygısızlıktır.

-Onun ne içkisi ne kadınlarla ilişkisi tartışılır. Bu magazin yaklaşımını temizleyerek, çocuklarımızı, 'Atatürk çok sigara ve içki içiyordu' gibi böyle onlara kabus gibi çöken (Torunumun söylediklerini Can'a da söyledim) bu gölgeden bir kurtaralım. Televizyon için yeniden yapılacakmış. Herhalde bunu düzeltmek gerekir.

-Eğer çocukların önüne ders gibi gidecekse, dersin uyması gereken fazilet kuralları vardır. Bazen ahlak, hakikatten daha güçlüdür. Bizim ahlaki yaklaşıma ihtiyacımız var.

-Bu söylediğim hataların dışında özen gösterilmiş. Müzikler, görüntüler çok güzel, çok çalışılmış, her yere gidilmiş. Bu ilk Atatürk filmi olduğu için bu yanlışlar olabilir ama bu filmi o yanlışlardan temizleyerek iyi ve güzel bir film yapalım. Ben bunu rica ediyorum Türkiye ve Türk çocukları adına.

-Vahdettin hikayesi çok istismara müsait bir şekilde anlatılmış. Onu düzeltmek zorunlu. Tarihe karşı, hakikate karşı.

-Beraber filmi seyredeceğim için eleştirileri okumuştum. Ben filmde o eleştirilerin yarısını bulamadım. Çok abartılmış bir eleştiri dalgası karşısında.Örneğin, sığır sürüsünün geldiğini anlamamış da Yunan askerleri sanmış! Öyle bir şey yok filmde. Dilden dile anlatıldıkça abartı büyümüş. Şaşakaldım. Varolan şeylere dayanarak söylemeliyiz bunları. Varolmayan şeylere göre söylemenin hem filme hem de emeği geçenlere haksızlık olduğunu düşünüyorum.

-İlk Atatürk filmi diye Atatürk'ün insan tarafınnı da söyleyeceğim diye birtakım gereksizliklerle süslememek lazım. Sarı Zeybek'i de izledim. Orada da Can'ın içkisi gibi bir takıntısı vardır. O takıntıdan kurtulmasını diliyorum.

CAN DÜNDAR'IN ÖZAKMAN'A YANITI:

-Nihayet filmle ilgili derli toplu bir eleştiri dinledim. Bu ilk defa oluyor. Son 10 günde bine yakın yorum çıktı. Hakikaten ilk defa, şu şu maddelerde dikkatli ol ama bunda kötü niyet yok diyen. Hani biz sırf kötü niyetle yaptık bunu, içinde facia şeyler var dilden dile gezen! Hocam da izlerken dedi ki 'Bunların hiçbiri yokmuş. Başka film seyretmiş bunlar' diyecek noktaya geldi.

-Niye Mustafa? Ben Küba'da bir mitingde insanları 'Fidel' diye bağırırken gördüm ve çok etkilendim. Bir halkın liderine 'Fidel' demesi, onu çok kendine yakın hissettiğinin göstergesi ve bu hakikaten hoş bir şey. Bizim de liderimize ismiyle hitap etmemiz, sanki daha yakın hissettirir diye düşündüm. Bunda 12 Eylül'ün de etkisi var. Atatürk adına öyle yanlışlar yapıldı ki yeni nesil için bir tanışma vesilesi olur diye düşündüm.

-Vahdettin konusunu hocamın söylediği çok iyi oldu. Herkes bunu bizim uydurduğumuzu söylüyordu...

-'Meçhule gidiyordu' şu anlamda kafasındaki planı verdik. Giderken madde madde ne yapacağı belli. O anlamda kendisi meçhul değil ama halk nasıl karşılayacak anlamında meçhule gidiyordu.

-Yalnız değildi çok eleştiri aldı. Ben hala aynı görüşteyim. Yalnız değilse, niye en yakınındakine bile 'Bu defteri kimseye gösterme' diyor Mazhar Müfit'e. Onu bile saklama ihtiyacı duyuyor. Çünkü, hakikaten kafasında kurduğu şey herkes için çok yeni birşey, Cumhuriyet fikri, örtünmenin kaldırılması, latin harfleri fikri... Dolayısıyla onları izleyen birisi yalnızdır. En azından ideolojik olarak yalnızdır diye düşünüyorum.

-'Dayandığı güçlerle sonradan hesaplaştığı' ifadesinde kasdettiğim Şeyhülislam, yobazlar vs. Orada yanıldığımı düşünmüyorum.

-Sigara konusu, burada bir şey diyemiyorum. Atatürk'ü içerken görmesek iyi olur hakikaten ama ailede anne ve babamızı da görüyoruz sigara içerken.

-Çok büyük bir çoğunluğu sürenin darlığından kaynaklanan şeyler. Mesela Serbest Fırka deneyimi hakikaten çok önemli. Burada ne yazık ki 2 cümleyle geçmek zorunda kaldık.

-Bir insanın karanlıkta yatamaması eleştiri midir? Bu korku da değil. Yatılı okullarda büyümüş bir insan, sürekli ışıkta yatmış. Öncelikle şunu söyleyeyim: bu film Atatürk'ün özel hayatını anlatmıyor. Film özel hayatına girmiyor bile. Onu düzeltmek lazım. İkincisi, bu film Atatürk'ü bence, bugüne kadar dinleyegeldiğimiz Atatürk'ten daha sıcak, samimi ve hakikaten yakınımıza getiren bir yaklaşımla hazırlandı. Ben birçok çocuğun burada gördüğü Atatürk'ü okulda öğrendiğinden çok daha sıcak ve sahici bulacağını düşünüyorum. Karanlıkta yatamayan çocuklara biz şimdi 'Sen de Atatürk olma potansiyeline bağlısın' diyoruz. Bunda hiç bir yanlışlık yok. Burada bir ahlaksızlık yok. Bu gerçek ve üstelik Atatürk'ün imajını sarsan değil, besleyen birşey. Yani biz bu yöntemle devam edersek, kutsi Atatürk, hiç bir şeyden korkmaz, bizim ulu çizdiğimiz liderle devam edersek, inanın bu törpülenmeye başlanan bir imaj.

Bu güne kadar izlenen yöntemin yanlış olduğunu ve kabak tadı verdiğini düşünüyorum. Bu özellikleri ona bir şey ekliyor.
Yani onu bizim gibi biri yapıyor. Bizim amacımız eğer 'Bir daha Türkiye asla Atatürk gibi bir lidere sahip olamayacak', bunu kanıtlamaksa bu yönde devam edelim. Eğer amacımız 'Herkes de bir Atatürk potansiyeli vardır ve herkes bu koşullarda bile başarabilir' dedirtmekse gelin bu yaklaşıma geçelim ve bundan sonra böyle anlatmaya çalışalım.
(Televizyon Gazetesi)
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Cilgin_Turk_Mustafayi_elestirdi_208755_11&Newsid=208755

Elbette Atatürk'e sahip çıkacağız

10 Kasım 2008 Pazartesi 14:41
Elbette Üzmez"ler, Dilipak"lar değil, bizim kadınlarımız sahip çıkacaklar Atatürk"e

Bugün 10 Kasım…
Saat 09.05"te sirenler çalınacak yine, bayraklar yarıya indirilecek…
On binler derin bir saygı duygusuyla içten, kimi -zorunluluk gereği- sap gibi dikilecek mozolenin karşısında…
Kameralar çalışacak…
Atatürk"ü anacağız…
Bu yıl anmaya erken başladık Atatürk"ü.
Önce Mustafa"yı izledik!
O sarhoş, melânkolik, karanlıktan korkan, en yakın arkadaşlarını darağacına gönderen, mahalle mektebindeki hocası Kaymak Hâfız"dan yediği dayağın acısını kırk yıl sonra tekke ve zâviyeleri, medreseleri kapatarak çıkartan, kendisini devleti kurtarsın diye Anadolu"ya gönderen zıll-ullah fi-l-âlem efendimiz halife hazretlerini tahtından indirip ülkesinden kaçmasına neden olan…
… o kadir bilmez… Ali Rıza oğlu Zübeyde"den doğma Mustafa"yı…
***
Kimi siviller (!) de uyandı, kül yutmuyorlar artık…
Nitekim “Törenleri boykot” çağrısı yayımlandı bu yıl 10 Kasım öncesinde…
Şöyle deniliyor o çağrıda:
“Önümüzdeki 10 Kasım"dan başlayarak bu saçma ritüellere, anlamsız propaganda âyinlerine, İslâmi kimliğimizin tahkir edildiği organizasyonlara karşı tavır almaya çağırıyoruz.”Peki nelermiş bu saçma ritüeller, anlamsız propaganda âyinleri, İslâmi kimliğimizin aşağılandığı organizasyonlar:
“23 Nisan, 29 Ekim ya da 10 Kasım gibi tarihlerde Ulusal Egemenlik, Cumhuriyet, Atatürk'ü Anma gibi isimler altında gerçekleştirilen etkinliklerin ortak noktasında hep aynı hedef öne çıkıyor:
Devlete sadık vatandaşlar yetiştirmek, ulusal-laik resmi ideoloji kalıbına uygun kafalar üretmek!”
Çağrının altıdaki imzalar da şunlar:
ÖZGÜR-DER GENEL MERKEZİ (İstanbul) • İLKAV (Ankara) • ÖZGÜR-DER ŞUBELERİ (Akhisar, Antalya, Batman, Beykoz, Bursa, Çorum, Diyarbakır, Geyve, İzmir, K.Çekmece, Sakarya, Siverek, Tatvan, Ümraniye) • BİLGİ-DER (Bartın) • BİNYAR (Bingöl) • DAVET-DER (İstanbul) • ISLAH HAREKETİ DERNEĞİ (Diyarbakır) • İLKE-DER (Çorum) İLK-DER (Isparta) • MAZLUMDER (Ankara Şubesi) SABED (Sapanca) • TOKAD (Tokat)
***
Kadınlar!
Sözüm size!
O karanlıktan korkan, alkolik, hocasından yediği dayağın acısını çıkartmak için tekke ve zâviyeleri, medreseleri kapatan…
… o kimilerinin heykellerini “Beton Mustafa” diye tiye aldığı Mustafa Kemal, bakın neler yazmış anı defterine 1916 kışının bir gecesinde Muş"un, Bitlis"in dağlarında Rus ordusuna karşı savaşırken:
“9 Teşrinsâni 1332 Çarşamba (22 Kasım 1916)
8/9 saat 9 sonraya kadar Erkân-ı Harp Reisi"yle tesettürün lağvı (örtünmenin kaldırılması) ve hayat-ı içtimâiyemizin (toplumsal yaşamımızın) ıslahı hakkında sohbet:
1- Muktedir ve hayata vâkıf valide (güçlü ve yaşamı bilen anne) yetiştirmek.
2- Kadınlara serbestisini (özgürlüğünü) vermek.
3- Kadınlarla müşâreket-i umûmiye (genel ortaklık), erkeklerin ahlâkıyâtı, efkârı, hissiyâtı üzerinde müessirdir. Celb-i muhabbet-i mütekabile temâyül-i fıtrîsi (doğuştan var olan karşılıklı muhabbet eğilimi).
O"nun bunları tartıştığı, çıkış yolu aradığı yıllarda okuma-yazma oranı yüzde 10, kadınlarda binde 4…
… kişi başına düşen gelir bir hesaba göre 70, bir başkasına göre 40 dolar…
O bir yandan böbrek sancısıyla kıvranır, bir yandan Rus ordusunu geriletmeye çalışırken sizi düşünüyor…


… ey o sıralarda Nâzım"ın dediği gibi soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen bizim kadınlarımız!
***
Ve üç yıl sonra, Erzurum"da 7/8 Ağustos 1919 gecesi…
Mazhar Müfit Kansu"ya yazdırıyor:
“1- Zaferden sonra şekl-i hükümet cumhuriyet olacaktır -ama dikkat, elde ne ordu var, ne silâh, O zaferin kazanılacağından emin-.
2- Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
3- Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
4- Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
5- Lâtin hurufu (harfleri) kabul edilecek.”

Hani karanlıktan korkuyordu ya…
Evet korkuyordu, vallahi korkuyordu karanlıktan, billâhi korkuyordu…
… uyumuyordu, uyuyamıyordu gece yarılarından sabahlara dek.
Karanlıktan kurtuluş yollarını arıyordu.
Aydınlığa açılan kapının anahtarının, “kadın özgürlüğü” olduğunun bilincindeydi O…
Onun için “Tesettür kalkacak” diyordu…
***
Atatürk"ü sonsuzluğa uğurlayalı yetmiş yıl oldu.
Ve de bu yetmişinci yılda, O"nu anma törenlerini boykot çağrısı yapılabiliyor.
Ne demokratik bir gelişme!

Bence Atatürk"e de, O"nun getirdiği laik demokratik sosyal hukuk devleti ilkelerine de birinci derecede sahip çıkmaları gerekenler kadınlardır…
… bizim kadınlarımızdır!
Çünkü bu ülkeyi yeniden Ortaçağ karanlığına götürmekten çıkarı olanlar önce kadınları tutsaklaştırmak, ikincilleştirmek, çokeşliliğe, talâk-ı selâseye, hülleye ve -özetle- erkeğin mutlak egemenliğine boyun eğen, suskun ve umarsız yaratıklar hâline getirmek istiyorlar.
Karşıdevrimin ilk ayağıdır bu…


Atatürk de bir insandı, O"nun da zaafları vardı kuşkusuz…
O, olağanüstülüklerinin yanı sıra zaaflarıyla da bizim…

Her şeyi anlayabiliyorum, karşıdevrimci mütegalibe mukallitlerinin saldırganlığını pek doğal karşılayabiliyorum da, şairin dediği “müdahane-i âliman”ı anlamakta zorlanıyorum, “aydın dalkavukluğu”nu bir türlü içime sindiremiyorum…

İslâmcı geleneğin yasaklarını görmezden gelerek, O"nun 23 Ocak 1923"te Bursa"daki “Bir ulus ki resim yapmaz, bir ulus ki heykel yapmaz, o ulusun ilerleme yolunda yeri yoktur” haykırışını es geçerek, “Heykellerini yaptırmak için dışarıdan heykeltıraşlar getirtti” diye suçlamaya kalkışmak insaf ile bağdaşır mı?
Yuh olsun!..
***
Evet öncelikle kadınlar, bizim kadınlarımız borçlu, hani o geceleri uyuyamayan, aydınlığa açılan kapıyı aralamaya çabalayan Mustafa Kemal Atatürk"e…
Hüseyin Üzmez"ler, Abdurrahman Dilipak"lar değil elbette.
Pınar Kür"ün deyişiyle, 14 yaşındaki kızın başını örtüp evlenerek tepemize oturanlar değil…
Sizler O"na sahip çıkacaksınız…
Sizler, soframızın baş köşesinde oturan bizim kadınlarımız…

Yılmaz Akkılıç
http://www.aydinpost.com/author_article_detail.php?id=7166&interstitial=true
İlahiyatçı Mehmet Göl'den Mustafa filmine yorum
Mehmet Göl


İlahiyat Fakültesi mezunu, Cumhuriyet şehidi BahriyeÜçok'un sınıf arkadaşı, Düziçi ÖğretmenOkulu'nun eski Din Dersi öğretmeni, Adana'nıneski Kültür Müdürü, değerli Mehmet Göl ağabeyimizinyorumunu aşağıda bulacaksınız.


SEVGİLİ DÜZİÇİLİLER.

CAN DÜNDAR EFENDİNİN MUSTAFA FİLMİNE GİTTİM.BEYNİNE KÜÇÜCÜK, MİSKİN, ZAVALLI, ACİZ BİR MUSTAFAYERLEŞTİRMİŞ ONU BİZE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DİYEYUTTURMAYA ÇALIŞIYOR.


EL ALTINDAN MUSTAFA KEMALİN DİKTATÖR OLDUĞUNU, DİNSİZOLDUĞUNU, ACİZ VE KORKAK OLDUĞUNU GÖSTERMEYEÇALIŞIYOR. EN YAKIN MÜCADELE ARKADAŞLARINI ACIMASIZCAHARCAYAN BİR GADDAR İNSAN OLARAK KARŞIMIZA ÇIKARMAYAÇALIŞIYOR. İÇKİ VE SİGARA DÜŞKÜNÜ BİR HOVARDAOLARAK TANITMAYA ÇALIŞIYOR.

CAN DÜNDAR EFENDİ,


SEN ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT BÖREKCİYİ,DENİZLİ MÜFTÜSÜ AHMET HULUSİ BEYİ, AMASYA MÜFTÜSÜ HACI TEVFİK EFENDİYİ TANIRMISIN? BALIKESİRİN ZAĞNOS PAŞACAMİİNDEKİ KONUŞMASINI DUYDUN MU? EY MİLLET TANRI BİRDİR, Hz. MUHAMMET SON VE HAK PEYGAMBERDİR, BİZİMDİNİMİZ DE SON VE EKMEL DİNDİR, DEDİĞİNİ DUYDUN MU,OKUDUN MU,?

MUSTAFA KEMAL BU KONUŞMAYI YAPARKEN MAREŞAL ÇAKMAĞINCAMİDE GÖZLERİNDEN ÜZÜM ÜZÜM YAŞ DÖKTÜĞÜNÜOKUDUN MU?


HANGİ BİLGİ İLE HANGİ KÜLTÜR İLE, HANGİ VİJDANİLE MUSTAFA KEMALİN DİNSİZ OLDUĞUNU İMA EDİYORSUN?HATAY SORUNUNDA HASTA OLDUĞU HALDE NASIL DİK DURDUĞUNUGÖRMEZSİN. YEDİ DÜVELE MEYDAN OKUYAN YİĞİT İNSANIKARANLIKTAN KORKAN, KORKAK BİRİ OLARAK ANLATMAYAÇALIŞIYORSUN.


CAN DÜNDAR EFENDİ,

ÇANAKKALEYİ, CONK BAYIRINI, ANAFARTALARIGÖRMÜŞSÜNDÜR. SAVAŞTIĞI DÜŞMANIN ASKERİNİKAHRAMAN İLAN EDEN BİR YİĞİT KOMUTAN DÜŞÜNEBİLİRMİSİN? SENİN MUSTAFADA ANZAK ASKERLERİ İÇİNSÖYLENEN EVRENSEL BOYUTLU MESAJLAR NİYE YOK. SENİNKÜÇÜCÜK BEYNİN O EVRENSEL BOYUTLU MESAJLARI ALAMAZ.SAKARYAYI, KOCATEPEYİ, ÇİĞİLTEPEYİ, ALBAY REŞATI,BÜYÜK TAARRUZU, DUMLUPINARI, DOKUZ EYLÜLÜ NASIL DAGEÇİŞTİRMİŞSİN MUSTAFA FİLMİNDE. ULAN ALLAHDANKORK BEEEE.....


İSMET PAŞAYLA KÜS OLDUĞUNU ANLATIRSIN LOZANDAN SÖZETMEZSİN. İNÖNÜ ZAFERİNDEN SONRA, MUSTAFA KEMALİN"SEN ORADA YALNIZ DÜŞMANI DEĞİL, TÜRKMİLLETİNİN MAKUS TALİHİNİ YENDİN" SÖZÜNÜHERHALDE DUYMAMIŞSIN.

MUSTAFA FİLMİNDE, MUSTAFA KEMAL'E İYİ KARGAKOVALATTIRIYORSUN. KİNDAR BİRİ OLDUĞUNU ANLATMAYAÇALIŞIYORSUN. DÜNYANIN ÖRNEK ALDIĞI YİĞİTDEVRİMCİDEN HİÇ SÖZ ETMİYORSUN. CAN DÜNDAR EFENDİSENİN MUSTAFA İLE İLGİLİ ÇOK SÖYLENECEK SÖZ VAR.ŞUNU İYİ BİL?



BİZİM MUSTAFA KEMALİ BEYNİMİZDEN, YÜREĞİMİZDEN,ALAMAZSINIZ. ÇÜNKÜ O HALKIYLA BÜTÜNLEŞMİŞ,BÖLÜNMEZ VATAN OLMUŞ, BAYRAK OLMUŞTUR.
MEHMET GÖL


BİR BELGESELİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Mustafa Kemal Atatürk'ümüzü 70. ölüm yılında,Sydney' de Atatürk Kültür Merkezi'mizin düzenlediği toplantıda,dernek başkanımız Leyla Özer'in yaptığı güzel konuşmanın ardından sunulan,son günlerin tartışılan ismi Can Dündar'ın iki saat süren"Yükselen Bir Deniz"belgeseliyle andık.

Benim için iyi de oldu,çünkü Can Dündar'ın halen gösterimde olan ve hakkındaki olumlu ve olumsuz eleştirilerin gündemden düşmediği, henüz seyredemediğim "Mustafa" filmi için bir ön hazırlık oluşturdu.

Kişisel kanım odur ki seyrettigim belgesel,bası ndan okuduğum eleştirilerin önemli bir bölümünün yer aldığını düşündüğüm bir "Mustafa"ya hazırlık çalışmasıydı.

Belgeseldeki katılmadığım birkaç yaklaşım hakkındaki görüşlerimi kısaca aktaracağım.Çünkü belgesele yönelik ayrıntılı bir çalışma yapacak olursam en az belgesel kadar bir zaman alabileceğini düşünüyorum.

Sayın Dündar belgeselde,Atatü rk'ün gerek öğrenciliği gerekse subaylığı sırasında katıldığı ihtilalci örgütlenmelere ayrıntılarıyla yer veriyor.Karşımı za "darbeci"kimliği öne çıkan bir Mustafa Kemal portresi çıkarıyor.

Belgesel hazırlamak,tarih yazımına ya da sunumuna katkıda bulunmak,sorumluluk duygusuyla yapılan ciddi bir çalışma olmalıdır.

Ne diyor Atatürk?
"Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir.Yazan yapana sadık kalmazsa,değiş meyen hakikatinsanlığı şaşırtacakmahiyet alır..."

Oysa Can Dündar,kanım odur ki bu sorumlulukla hareket etmeyerek,geneli tüm yönleriyle bir bütün halinde sunmak yerine,onun içinden seçtiklerini yan yana dizerek kafasındaki şablonu,onun "diktatör" ve "yalnız" "Mustafa"sını bize aktarıyor.

Bu işi de çok iyi yaptığını,Mustafa Kemal'e doğrudan küfrederek saldıranlardan çok daha etkili olarak,belli bir misyonu yerine getirdiğini düşünüyorum.İkinci Cumhuriyet'çilerin en etkili ismi Mehmet Altan ile Can Dündar arasında Mustafa Kemal'e bakış arasında en ufak bir fark olduğunu sanmıyorum ama düşünün taa Avusturalya' nın Sydney kentinde, Başkanımız konuşmasında "İkinci Cumhuriyet"çileri eleştirir ve kınarken bile Can Dündar belgeseliyle Atatürk'ü anabiliyoruz. ..

Etkisini inkar edebilmek mümkün mü?..

Can Dündar,Atatürk'ü bir darbeci ve komitacı olarak sunup orada bırakıyor ve devamını getirmiyor.Ya tarihsel gerçekler?..

Bakın Ali Fuat Cebesoy Paşa,Şevket Süreyya Aydemir'e yazdığı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki çalışmalarını anlattığı mektubunda ne diyor:

"Fakat Hürriyet'in ilanından sonra,aramızdaki ihtilaf da arttı.Mustafa Kemal,cemiyetle meşgul olan subayların ya orduyu bırakmalarını,ya da cemiyetten büsbütün ayrılmalarını istiyordu... "
Peki ya Atatürk'ün bizzat kendisi,daha 1909 yılında Selanik'te toplanan İttihat ve Terakki'nin 2.büyük kongresinde, Trablusgarp delegesi olarak kürsüden nasıl sesleniyor?

"Ordu mensupları cemiyet içinde kaldıkça hem parti kuramayacağız, hem de ordumuz olmayacaktır. Bunun için bir an evvel cemiyetin muhtaç olduğu zabitleri veyahut cemiyette kalmak isteyen ordu mensuplarını istifa suretiyle ordudan çıkaralım.Bundan sonra zabitlerin ve ordu mensuplarının, herhangi bir siyasi cemiyete girmelerine mani olmak için kanuni hükümler koyalım..."
Peki bu düşüncelerini bizzat kendisi uygulamış mı?

Uygulamış.

Komitacılık mı yapmış yoksa halkın içinden gelen delegelerle Erzurum ve Sivas kongrelerini, Ankara'da Millet Meclisi'nimi toplayarak Meclis kürsüsünden şöyle haykırmış mı?
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir.. ."

Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve kuvvet komutanı mücadele arkadaşlarına"ya milletvekilliğ ini ya da komutanlığı tercih etmelisiniz, ikisi bir arada olmaz" demiş mi,bunu uygulatmış mı,Fevzi Paşa orduda kalırken Ali Fuat ve Karabekir Paşa'lar ordudan ayrılmak zorunda kalmışlar mı,Cevat ve Cafer Tayyar Paşalar için Meclis kürsüsünden:

"müfettişlik ve kumandanlıkta kalmaları caiz görülemezdi.Binaenale yh derhal askeri vazifelerine hitam verildi.."demiş mi?..
Bunların hepsini kendisi de üniformasını çıkararak demiş ve yapmış...
Gazeteci Yunus Nadi'ye ne diyor?

"Ben bilakis her kerameti Meclis'ten bekleyenlerdenim. Bir devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır..."

Peki Can Dündar bunları bilmez mi?..

Biliyorsa ve belgesel hazırlıyorsa niye o hisli ve melankolik sesiyle dile getirmez?...
Peki ne yapıyor?

Belgeselde Mustafa Kemal,yasama ve yürütmeyi tek elde toplayan bir "diktatör"olarak gösterilirken,Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni(Ulaş) Bey bu kuvvetlerin ayrılmasını isteyen bir "demokrat"olarak sunuluyor.Atatü rk ve Hüseyin Avni Bey arasındaki düşünce farkı yalnız bu nokta ile sınırlı bırakılıyor.Ne aradaki derin ayrılıklar dile getiriliyor ne de o günün koşullarına bir atıfta bulunuluyor. ..

Peki Can Dündar,Hüseyin Avni Bey'in 1. Meclis'teki "İkinci Gurup"un Başkanı olduğunu,bu gurubun Mecliste saltanat ve hilafet yanlısı,devrimlere ve uygulamalarına karşı tutucu kanat olarak direnen gurup olduğunu,Hüseyin Avni Bey'in daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucuları arasında yer aldığını bilmez mi?

Hüseyin Avni Bey'in başını çektiği bu gurup ne yapıyor?Meclis' te içkinin yasaklanması için cansiperhane savaşıyor,ardından gelen Demokrat,Adalet, Milli Selamet,AKP çizgilerinin öncülüğünü yapıyor...

Hüseyin Avni Bey,Mecliste en büyük mücadeleyi ülkenin içine düştüğü en zor anda,Meclisin yetkisini de üstlenen"Başkomutanlı k"ın Atatürk'e verilmemesi için yürütüyor.
Yunus Nadi Bey o günlerde Yenigün Gazetesi'nde şunları yazıyor:

"Cepheler kan ağlarken bunlar da ne oluyor?Türk Milleti kendi istiklalini korumaya ve kurtarmaya çalışırken karşısına çıkan düşmanların en kötüsü Halife ve Sultan olduğunda elbette karar kılmıştır.Hal böyle iken bu memlekette Sultan ve Padişah isteyen sefil ruhlar bulunabildiğini farzettirecek bazı emare ve alametler eksik değildir.Biz biliriz ki onlar vardır ve biz biliriz ki onlar kendi kanları içinde boğulacaklardı r..."

Peki,Atatürk'ü n diktatör olmak istediğini öne süren Hüseyin Avni'ye Atatürk Meclis kürsüsünden ne yanıt veriyor?

"İtiraf etmek lazımdır ki bu yetki büyük bir yetkidir ki bana veriliyor.Böyle olmakla beraber üç ay sonra elbette ya uzatırsınız ya yürürlükten kaldırırsınız.Bunun için üç ay gibi kısa bir sınırlayınız..."
Sakarya Meydan Muharebesi kazanılır.Muzaffer Başkomutan Meclis kürsüsünden seslenir:
"..Meclisimizin civanmert ve kahraman ordularının başında,bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim..."

Ve yetkilerini meclise devreder...

Hüseyin Avni Bey'in ısrarla karşı çıktığı İstiklal Mahkemeleri ise başlı başına ayrı bir yazının konusu olur...

Her ölüm gününde Hüseyin Avni Bey için yazı yazan yazarımız kimdir?

Bravo,bildiniz. ..Mehmet Altan...
Niye acaba?...
Can Dündar belgeselinde Mustafa Kemal'in cephelerdeki savaşımını ya hiç vermiyor(Trablusgarp, Balkan...gibi) ya da koca Çanakkale Savaşı'nda sunduğu gibi,Atatürk'ü n Madam Corinne'ye yazdığı bir mektuba indirgeyiveriyor. ..
El insaf!..
Çanakkale'yi bayan Corinne'ye mektup yazmakla geçiren sayın Dündar,savaşın ateşleri içinde Güneydoğu'da çadırında bir Mustafa kemal'le karşımıza çıkıyor.Ne 16. Kolordu Komutanı olarak Muş ve Bitlis'teki savaşlara katılma ve bu kentleri Ruslardan geri alma var(ki bu sırada Tuggenerallige yükselmiştir), ne Rusların Diyarbakır-Suriye, Diyarbakır- Irak saldırılarını geriye püskürtmesi var,ne Filistin ve Suriye cephelerinde 7.Ordu ve Yıldırım Orduları Gurubu komutanı olarak İngilizlere ve Fransızlara karşı savaşması var...

Elbette cephede bile okumayı ve yazmayı ihmal etmeyen bir Mustafa Kemal...
Ama vatanı için ateşin ve kanın içinden geçen bir Mustafa Kemal...

Diger detaylar ayrı bir yazının konusu olsun...Sizi bu kadar sıktığım yeter...Bağışlayın...
Ama itiraf edeyim ki Atatürk Kültür Merkezi'mizin bu belgeseli göstermesi benim için gerçekten çok yararlı oldu.Derneğimize teşekkür ederim...Hiç değilse bu satırları yazmama olanak sağladı...
Bu belgeselden sonra "Mustafa"yı görmesemde olur...
Seyretmiş kadar oldum...
Ben almayayım...
Onur Kumbaracibasi
Vatan Gazetesi( 14/Kasim 2008)

Anayasa nerelerine battı...

Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr

ANAYASA’nın "değiştirilemez" hükümleri bu arkadaşları niye rahatsız etti, anlamıyorum:
"Madde 1: Türkiye Devleti bir Cumhuriyet’tir.

Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 3: Türkiye Cumhuriyeti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, kanunda belirtilen beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı ’İstiklal Marşı’dır.
Başkenti Ankara’dır.

Madde 4: Anayasa’nın (1’inci, 2’nci ve 3’üncü maddeleri) değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."
(.........)

Bu maddeler niye batıyor bunlara?..
Hangisine karşılar; devletin şekli Cumhuriyet’e mi, Atatürk milliyetçiliğine mi, laik ve sosyal devlet oluşuna mı, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne mi, al bayrağına mı?..
Nedir dertleri?..
Niçin?..
*
AKP’nin Anayasa tasarısını Türk milletinden önce gidip ABD’ye anlatan Bilkent Üniversitesi’nin Prof. Ergun Özbudun’u... Anayasa Mahkemesi’nin "iktisatçı" Başkanı Haşim Kılıç ve diğerleri... Bilkent Üniversitesi’nde "Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerini" bir sempozyumla tartışmaya açtılar...
Durup dururken niye?...
Tabii ki biz anlıyoruz; amaç AKP’nin yolunu açmak...

Karşı devrimin önündeki engelleri kaldırmak...
Cumhuriyet’i tepeden tırnağa kuşattılar, ama kimi sorunlar çıkıyor, kimi engeller var...
O engelleri temizlemek amaç...
Bu kadar...
*
Ama Cumhuriyet’in sahipleri buna izin vermezler...

29 Ekim’de, 10 Kasım’da, Cumhuriyet ve Atatürk adının geçtiği her Allah’ın gününde; meydanlara, caddelere, Anıtkabir’e, televizyonların ekranlarına, gazetelerin sayfalarına sığmayan milyonlar var, milyonlar...
Onlar çağdaşlık-aydınlık umutlarını geri istiyorlar.
Hálá laik Cumhuriyet’i tekmelemek isteyenlerin başına dünyayı yıkarlar...
Dünyayı...

Thursday, November 13, 2008

Turkiyenin ikinci bir Orhan Pamuk’a ihtiyacı olduğunu duşunmuyorum.!!!

Sayın Can Dundar,
Ben Bilkent Universitesi Bilgisayar Muhendisliği bolumunde yuksek lisans yapmakta olan bir oğrenciyim.
Adım Ateş Akaydın.
Ataturk ille ilgili yaptığınız belgeseli uzulerek soyluyorum hic beğenmedim.
Ozetle belgeselde rahatsiz oldugum konular şunlar:

Oncelikle, Vahdettin’in Ataturku bilinci olarak vatani kurtarmasi icin Samsun’a gonderdiği konusundaki iddia halen tartışılan,temelsiz ve acık soyleyim Fethullah taraftarları ve Osmanli sevdalilari tarafindan sIklikladile getirilen bir goruştur. Boyle bir konuya belgeselinizin son derece taraflı yaklaşması kanimca cok uzucudur. Bilakis Vahdettin Ataturk icin tutuklama ve idam karari cıkartılmasına on ayak olmuş biridir.

Ikinci olarak, Mustafa Kemal’i Ataturk yapan ve en buyuk savaşlardan biri Canakkale savaşına son derece az yer verilirken, Ataturk’un ozel hayatina, ozellikle Madame Corinne’e yazdiği mektuplara gereksiz derecede cok yer verilmistir.

Belgeselinizde Ataturk’un yuksek idealleri ve amaclari etrafinda sekillenmek yerine, Ataturk’un aldigi - ve kanimca alinmasi Cumhuriyetimiz icin hayati zorunluluk teskil eden - kimi kararları Ataturk’un kişiliğinezarar verecek şekilde kullanmanız kabul edilemez. Ozellikle Ataturk’un Ankara Meclisinin acılması sırasında takiyye yaptiğini ima eder şekildeki aciklamalariniz, Ataturk'un Lenin kozunu oynadiğini dile getirirken ustune vura vura “musluman ve komunist yoldaşlarım; şeklinde ifadelerin gectiği gazete kupurlerine ozellikle yer vermeniz, uslup acisindan cok uzucudur ve kullandiginiz ifadeler de Ataturk’umuzu dinsiz bir komunist gibi gostermektedir. Bu olaylar ile ilgili gercekler, maksatlar ve yontemler ayirt edilebilir şekilde ve duzgun bir uslup ile sunulabilirdi ama siz bundan gordugum kadariyla kacinmissiniz.

Ataturk’un not defterindeki, kendisinin iktidara gelmesi halinde bir darbe ile ve zorla sistemi baştan aşagıya değiştirecegi konusundaki ifadelerin pek cok kere vurgulanmiş olmasi,Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasınınliderleri ve silah arkadasları nı idama gondermiş olması ya da onları bastırmış olması, Mussolini’nin ressamina bir portresini yaptırmıs olmasına ve ressamin yorumlarina ozellikle yer verilmesi ve Avrupada kimigazeteler tarafından bir diktator olarak nitelendirilmesine ozellikle yer verilmis olması bence Ataturk’un kişiliğine hakarettir. Yine ayni donemdeki gazeteler Ataturk’un dunya tarihinde bin yilda bir gorulen birdahi oldugunu beyan etmektedir. Ve sizin calismaniz, Ataturk’un butun dunyanin kabul ettigi bir dahi ve gercek bir lider oldugunu adeta saklamak ister bicimde secilmis gazete kupurleriyle doludur. Bunlar Ataturkumuzu sanki bir diktator gibi gostermektedir! Size soruyorum sayin Dundar siz Şeriatla ve Faşizmle yonetilen bir ulkede Cumhuriyeti getirmeyi başaran, kadınları sosyal hayata katan, nerdeyse hic okuma yazma bilmeyen bir halkı 10 sene gibi kısa bir surede okuma yazma bilir hale getiren kac tane diktator gordunuz? Medeniyet icin gerekli yol ve yordamları lutfen diktatorlukle karistirmayiniz. Siz Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının irticai faliyetlerinden bahsettiniz mi? Kubilay olayindan ve Ataturke gonlunu vermis diger kemalistlerden bahsettiniz mi? Gercekten bir diktatorluk ve faşizm ornegi gormek istiyorsaniz lutfen bir İran’a bakin bir Misir’a bakin, Afganistan’a, Pakistan’a bakin. Ve hatta hatta ozellikle AKP iktidariyla birlikte son donem Turkiye’sine bakin.

Hele hele Turkiyemizde Ergenekon gibi eşi kara carşaflı ve kendisi imam hatipli olan ve adı yolsuzluklara bulaşmış bir savcının yonettiği bir dava varken, Ataturkcu dusunce derneginin uyeleri, profesorler, emeklikomutanlar, Cumhuriyet gazetesi yazarlari, Cumhuriyet mitinglerini organize edenler, Cumhuriyetle yaşit olan insanlar ve halkin bilinclenmesine gercekten yardım eden insanlar haklarindaki suclama bile netlik kazanmadan ve onlara bildirilmeden tutuklanirken, ceza evlerinde olume terkedilirken ve DARBECILIKLE suclanirken, sizin cikip da Ataturk’e DARBECI demeniz igrenc ve acıklı bir benzetme olsa gerek!
Turkiye’nin her gun PKK teroru yuzunden sehit verdigi gunumuzde, ulke ic savaşın ve bolunmenin eşiğine gelmişken, o kadar sacmalıkla doldurdugunuz belgeselinizin arasında sanki cok gerek varmiş gibi “Ataturk de Kurtlere Ozerklik verilmesi ile ilgili konusmustu” gibi ifadeler kullaniyor olmaniz yangina benzinle gitmek demek degil de nedir sayin Dundar?

Sizin belgeseliniz vizyona girdigi sırada farkındamısınız ki mecliste DTPliler guzelim ulkemi 25 parcaya bolebilmek icin uğraşmaktaydı?

Ataturk’un gunde bir şişe raki bitiren, sarhoş ve yalniz bir adam olarak nitelenmiş olması ve devletin onemli meselelerinin tartisildigi ve Cumhuriyetin coşkusunun yaşandığı Ataturk’un sofrasinin bayagi ve sıkıcı olarak gosterilmesi de ayrı bir konu…

Sayin Sureyya Ciliv’in ve Turkcell’in sponsorlugunuzu yapmaktan vazgecmiş olmasına şaşmamak gerek. Zaten bu karar bile nasil bir manzara ile karşilaşacagimizi işin en başindan haber vermişti. Zaten size olsa olsa ”Bizim Universitemizde Ataturku bile eleştirebilirsiniz” diyen vakıf universiteleri sponsor olabilirdi ve oldu.

Sonuc olarak ben bu belgeseli izledikten sonra sizi gercekten cok ayipladim. Siz benim eskiden tanidiğim Can Dundar olmaktan cıkmışsınız. Bu yapim kanimca sadece iki maksatla yapilmiş olabilir diye dusunuyorum. Ya siz Cumhuriyet’in ve Kemalizm’in ilkelerine ters dusup fethullahcilarin,yobazların ve boluculerin ekmegine yag surer bir hale geldiniz ya da entellektuel anlamda Turkiye’de vatan sevdasini, Ataturk sevdasini yitirmis kimi sanatcilar ve yazarlar gibi doğru bilinen ve kabul edilen degerlere radikal ve uygunsuz bir şekilde ters duşuyor olmanin sanat olduğunu dusunmeye başladiniz. Şahsen ben Turkiyenin ikinci bir Orhan Pamuk’a ihtiyacı olduğunu duşunmuyorum.

Şayet size Ataturk’umuze diktator diyen O Avrupadan ya da O Amerikadan birkac ay icinde ‘Mustafa’ dan oturu oduller yağmaya başlarsa lutfen bu dediklerimi hatirlayiniz ve ozellikle Şevket Sureyya Aydemir’in “TekAdam”‘ini Ataturk’;un “Nutuk”‘unu tekrar ve bu sefer anlayarak okuyunuz ve Mustafa'ya Ataturk demeyi ogreniniz!
Vakit ayirdiginiz icin tesekkur ederim,
Ateş Akaydın
http://www.turkishforum.com/content/2008/11/04/can-dundara-cevap/#comment-512