Sunday, December 28, 2008

Anadolu’dan Türk’ü Sürme Savaşı

Neval Kavcar

Madenlerimiz hakkında araştırma yapan batılılar daha 1900’lü yılların başında, Anadolu’nun neresinde ne var biliyorlardı. Sevr başta olmak üzere Anadolu’nun parçalanması senaryosunda en önemli konu, bu topraklarda etkili bir devletin hele bu devlet Türklerin elinde ise hiç olmaması üzerine kuruludur.

Gerek “Kürt Sorunu” ve gerekse “Sözde Soykırım”ın temelinde bu vardır.


Türkiye “Petrol denizi” ya da altın, bor ve diğer madenlerin yapılan tespitlerin ötesinde olduğu söylendiğinde “hayal mahsuru” olarak nitelendi yıllarca. Kimse Türkiye’nin yakın noktalarında petrol ve doğal gaz var, Türkiye’de niye yok sorusunu sormadı. Düşünmesine dahi müsaade edilmedi.

Son ”Petrol Yasası” TBMM de görüşülürken Hrant Dink katledildi. Dink’in ölümü ile aynı anda yasalaşan petrol yasasından AKP iktidarı “Türkiye’nin millî menfaati gözetilir” maddesini çıkardı.

Derhal ortama “Ermeni Düşmanlığı mı var?” konusu atılarak, aylarca bu konu tartışıldı. Oysa bu ülkede doğan, o yaşa gelen Hrant Dink’e tüm söylemlerine rağmen bir tokat mı atlmıştır? Ölümünden kimin çıkarı varsa, katili onlardır.

Petrol yasası yasalaşma aşamasında öldürülen Hrant Dink’in üzerinden aynı zamanda “Sözde Soykırım” görüşmeleri hız kazanmıştır. Bu konuda ayak direyen devletler, “kabul noktasına “gelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin Anayasası bu yüzden gündeme getiriliyor. “Değişemez Maddeler” birilerine işte ondan batıyor. “Ulus Devlet “yerine, parçalara bölünmüş etnik devletçikleri kontrol etmek daha kolaydır. Emperyalizmin değişmez taktiği ” Parçala, böl ve yut.”

2003 yılında AKP gelir gelmez “Bor Enstitüsü” kurdu, çıkardığı yasa ile. Altı yılda “bor” üzerinde hangi gelişmeler yaşandı? Bu konuda hiç bilgi düşmez medyaya farkında iseniz. Altı yıldır siyaseti magazinleştiren AKP ile yönetiliyoruz. İşe yaramaz, gündem oluşturan konularla meşgul ediliyoruz.

Bir yandan da PKK saldırıları. Öbür yandan “Kürt Sorunu”. Yok “Mini Anayasa” . “Erivan’a maça, Irak’a barış görüşmesine gitme. Hükümet bahsi geçen konuları çözüm adı altında, Batının istediği şekle getirmek için mesaide ne yazık ki.

Manisa’dan yüksek oktanlı petrol çıkmış. Kazası Soma’da bor ve kömür var. Hangi şirketler çıkarıyor bunları ve Türkiye’ye getirisi nedir? Bor üzerinde ne çalışması yapılıyor?

Kendisi gibi onlarca devlete yetecek zenginliği olan Türkiye, IMF önünde düğme ilikleyip, boyun büküyor.

Anayasa’dan Atatürk’ü çıkarmaya teşebbüs edenlerin dostları, 1920’lerde Atatürk’ün bu topraklardan kovduğu batılılar. Mehmet Akif’in “Nerde gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı” satırlarının günümüz versiyonu.

Bu ülkeye 2. bir Atatürk gerek.

Acilen.

* * *
Danalar Geri Gitmemiş

Başbakan “Kurbanlıklar geri gitmedi, demek ki herkes rahat kesti” diyor. Yani “Ekonomik Kriz “yok demeye getiriyor. Bilmiyor mu bu ülke insanı yılda bir gelen kurbanı kesmek için, tüm zorluğa katlanır. Gerçi kriz “psikolojikmiş”. Yani var sanıyormuşuz.

Kurbanlık dana ülkenin refah seviyesinin göstergesi olabilir mi?

Kendisinin Kurban Bayramı tatilini “Rixos”ta eda etmesine bakarak ülkenin ekonomik göstergesine 7 yıldızlı diyebiliriz, dana hesabından yola çıkarsak.

Başbakan bir de diyor ki:
“Habere göre ’kriz vatandaşı evine hapsetmiş, bu sayede son 3 ayda LCD televizyon satışları yüzde 25 oranında artmış’ ki bizim eleştirdiğimiz nokta da işte budur.” ( Hürriyet- 20.12.2008)

Başbakan neyi eleştiriyor, anladınız mı?

Nevalkavcar@yahoo.com
28 Aralık 2008 Pazar
http://www.sonsayfa.com/Kose-Yazisi-anadolu8217dan-turk8217u-surme-savasi-761-48.html

Şıracının şahitleri ‘baskı’yı keşfedince!

Bazı aydınlar işi gücü bıraktı, “Laik kesimin üzerinde mahalle baskısı var mı, yok mu” onu tartışıyorlar...
Peki; olay ne?
Dünyaca ünlü spekülatör Soros’un parasıyla kurulan Açık Toplum Enstitüsü, araştırmacı Binnaz Toprak ve ekibine bir araştırma yaptırmış; yukarıdaki soruya yanıt aramış...
Aynı Enstitü’nün, aynı ekibe daha önce yaptırdığı “İslâmi kesimle ilgili araştırmalar”ı ayakta alkışlayan dinci basın da ayağa kalkmış!
Neymiş; araştırma sadece “laik kesim” üzerinde yapılmış. Bu yüzden laikler üzerinde bir baskı varmış gibi bir sonuç çıkmış... Oysa asla böyle bir baskı yokmuş!
***
Hepsi yalancı!
Çünkü hepsinin kafasının ardındaki hedef aynı:
“Dinî kurallarla yönetilen bir ülke...”
Bu yüzden kendi işlerine yarayan sözleri söyleyen herkesle kol kola giriyor; azıcık ters düştüklerinde ise hemen tekmeyi basıyorlar.
Düne kadar baş tacı ettikleri Açık Toplum Enstitüsü’ne, araştırmacı Binnaz Toprak’a ve ekibine yaptıkları da bundan ibaret...
***
Ne Soros güdümlü Açık Toplum Enstitüsü umurunda; ne de bu tür kuruluşlara para karşılığı “bilimsel çalışma” yapan sözde bilim insanları...
Ne ilkine güvenirim; ne de ikincilere...
Zaten onların da benim avukatlığıma ihtiyaçları yok; maşallah kendilerini savunacak paraları da var; pabuç gibi dilleri de...
Düne kadar karaladıkları “laiklik yanlısı kesim”i durup dururken öpmeye kalkışmaları ise... Ayrıca sorgulanmalı!
Zaten sizin, benim bilmediğimiz ne bulmuşlar ki son araştırmalarında?
İslâmi kesimin, vatandaşlar üzerinde son yıllarda baskıyı nasıl artırdıklarını sıralamışlar; o kadar...
Birkaç tane de örnek vermişler:
“Anadolu’da içki satışları azaldı.”
“Özellikle esnaflar, yalnızlaşmamak için cuma namazlarına gitmek zorunda kaldı.”
“Oruç tutmayanlarla ilişki kesildi.”
Peki; yalan mı bunlar?
Bırakın “mahalle”yi; bu baskının başkomutanlığını, bizzat bu ülkenin Başbakan’ı üstlenmiyor mu?
Yıllardır isteyenin istediği isimle kutladığı bayramda bile, sırf Başbakan’ın fiştiklemesiyle “Ramazan mı, Şeker mi” diye gırtlak gırtlağa girmedik mi?
Öğrencileri Cumhuriyet Mitingleri’ne gitti diye, öğretmenler mahkemeye verilmedi mi?
Etek boyu diz hizasında olan kızların bacaklarına kezzap atılmadı mı?
Beyefendinin her konuşması bir din adamının vaazına benzemiyor mu?
Kadınlar küçük kentlerimizde başı açık dolaştıklarında, aşağılayıcı bakışlara hedef olmuyor mu?
***
Araştırmayı falan bir kenara koyun; dünkü gazetelere bakın:
Balıkesir, İstanbul, Muğla ve Gaziantep müftülükleri son cuma namazından sonra yılbaşı kutlamalarını eleştiren hutbeler okutmuş...
Bu bile; bal gibi “mahalle baskısı” değil mi?
Ya bu yazıdan sonra bana yağacak binlerce hakaret, küfür, tehdit maili?
Yoksa onların hepsi birer “aşk mektubu” da ben mi yanlış anlıyorum?
***
Adına ister mahalle deyin, ister devlet, isterseniz de cemaat ya da tarikat... Laiklikten yana tavır alan insanların üzerinde akıl almaz bir baskı olduğu; bu ülkenin oldukça eski bir gerçeği...
Yeni olan ise...
Bu baskıya direnen “kurum” sayısının; hızla düşüyor, düşürülüyor olması!
Düne kadar dinci basınla kol kola girip laiklik yanlılarına atıp tutan, bugün ise birden bire baskıyı keşfeden “Soros çocukları” bakalım bu gerçeği kaç yıl sonra görebilecek?

***

GÜNÜN SORUSU
İsrail dün sabah Gazze’ye 30 füze fırlattı ve ilk belirlemelere göre en az 155 Filistinli’yi öldürdü...
Acaba; bir asır önceki gerçekleri saptırıp Ermeniler’den özür dileyen bizim özürcüler, ‘Sizi yalnız bıraktık’ diyerek, Filistin halkından özür dilemeyi de düşünür mü?

***

İstifaya gerek yokmuş!
Son günlerin tartışılan adamı Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç kendisine yaptığımız istifa çağrılarıyla ilgili olarak, “İstifamı gerektiren bir durum yok” demiş...
Var Sayın Başkan, var...
Anayasa Mahkemesi’nin 11’i asil 15 üyeden oluştuğunu unutup, kurumunuzu bağlayan sözler söylediğiniz ve Anayasa Mahkemesi’ni “böldüğünüz” için istifanızı gerektiren bir durum var.
Ha; eder misiniz, ayrı mesele!
Mustafa Mutlu mmutlu@gazetevatan.com

Monday, December 22, 2008

Emperyalistler aslında şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor.

Prof. Mehmet Kerem Doksat
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü

Can Dündar'ın belgeseli Atatürk'ün kişiliğine ve O'nun kişiliğinde varolmuş Türk milletine karşı girişilen en kapsamlı psikolojik saldırı örneğidir.

Bu nedenle belgeselin yarattığı asıl tahribatın da bupsikolojik cepheden geleceğini görmemiz gerekiyor. Ama nasıl?
Can Dündar'ın siyasi referansının tümüyle Şeriatçılar olduğunu görmüştük.
Can'ın psikoloji referansı ise Vamık Volkan adlı bir psikiyatrist.
Nitekim Can Dündar Hürriyet'ten Ayşe Arman'a verdiği röportajda VamıkVolkan'dan etkilendiğini itiraf ediyor.

İtiraf ettiği etkilenmenin kaynağı bir kitap.Adı: "Ölümsüz Atatürk"Kitap 1984'te ABD'de "Immortal Atatürk" adıyla yayınlanıyor. On yıl sonra Türkiye'de yayınlanıyor ve yasaklanıyor.
Fakat 1998'de serbestçe satılmaya başlanıyor.Adından anlaşılabilecek bir kitap değil, çünkü kitap Atatürk'ün ölümsüzlüğünü vurgulamıyor.Kitabın temel tezi Atatürk'ün ne kadar sıradan bir insan olduğunu göstermek.
Yani tıpkı Can gibi Atatürk'ün "insani" yanlarını vurgulamak.Ve onun "büyüklüğünü" böyle göstermek!

Ancak psikiyatrist, Atatürk'ü sıradan bir hastası gibi incelemeye koyuluyor ve Atatürk'ün ne kadar sıradan bir ruh hastası olduğunu ispatlıyor!...

Pavlov'un köpekleri ve Milli refleksin kırılmasıİstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümü profesörü Mehmet Kerem Doksat şöyle açıklıyor:"Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu defalarca yapınca, bir süre sonra etigörmeden de zil sesini işitince hayvanın salyası akmaya başlar. Bu şartlı reflekstir: Hayvanın tabiatında olmayan bir uyaran (zil sesi),onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Ama eğer sürekli olarak zil çalıp hiç et göstermezseniz, bir süre sonra buşartlı refleks söner; devamının tesisi için arada et de gösterilerek pekiştirilmelidir. Hiçbirimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünnî veya Katolik olarakgelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yâni şartlı reflekslerdir.Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.Bir gün Pavlov'un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulurbir kısmı da günlerce terörize olur çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır.Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar,köpeklerde tık yok!
Şu müthiş sonuca varır: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırır. İnsanı veya hayvanı en doğal, en ilkel hâline geri döndürür.

Bir yandan her gün 15–20 şehit, "kanları yerde kalmayacak" denip sürekli kanlarının yerde kalması, bir yandan Ergenekon bilmem ne deyipbüyük bir çoğunluğunun suçsuz olduğuna herkesin emin olduğu, hâttâ tek suçu Atatürk'ü ve onun ilkelerini sevmek olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları… Bir yandan orada burada araba yakarak, polise taş atarak etnik kalkışmalar… Hepsini toplarsanız,temel güvenlik duygusu ortadan kalkıyor.
Pavlov'un köpeklerindeki gibi, bu kadar ağır travmalarla şartlı reflekslerimiz (millî duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.

Volkan'a göre Atatürk babasını küçük yaşta kaybedip ilk bunalıma giriyor. Ondan sonra annesi başka bir adamla evleniyor ve eve gelen buadamla birlikte bunalım kökleşiyor. Bunun temelinde ise Mustafa'nın annesine olan "odipal bağlılığı" var!

Aslında Can'ın belgeselindeki temel ve örtük mesaj da bu.Atatürk denilen adam sözde bizim atamız, yani bir anlamda hepimizin babası ama aslında onun babası yok!
Nitekim Can'ın belgeselinde ikide bir Mustafa'dan "yetim" olarak sözediliyor!

Ve yine Mustafa'nın annesine darılması anlatılıyor belgeselde, çünkü Atatürk'ün anası, yani bizim o başörtülü gülümseyen fotoğrafından hatırladığımız Zübeyde Hanım, "eve başka bir erkek getiriyor"!

Evet, belgeselde anlatılan dil aynen böyle, ortada Zübeyde Hanım'ın"yeniden evlenmesi"ne değil "eve yeni bir erkek getirmesi"ne vurguvar!

Farkındaysanız tez Vamık Volkan'dan aktarılma olduğu gibi....

Peki Can buradan nereye varmaya çalışıyor?Atatürk'ün aslında çocukluğundan itibaren sorunlu biri olduğuna.

Nitekim belgesel boyunca Atatürk, mutsuz, yalnız, bunalımlı bir tipolarak çizilmiş.Ancak bunlar anlık ya da dönemsel melankoliklikler değil. Atatürk çocukluğundan ölümüne derin bir melankoli içinde gösteriliyor.Atatürk'ün sürekli içki ve sigaraya olan düşkünlüğü de örtük başka bir mesajı veriyor: Mustafa sadece annesine karşı odipal bir bağlılıkiçinde değildir aynı zamanda oral bir kişiliğe sahiptir! Şimdi bu iki kavrama bakalım.

Birincisi Freud'un "odipus kompleksi" olarak bilinen ve çocuğun anneye olan bağlılığını cinsel bağlılıkla açıklayan teori. İkincisi ise yine Freud'un çocukluk evrelerini ayırdığı ilk evre olan"oral evre", yani ağız bağlılığı.Mesela çocukların iki yaşına kadar anne memesine olan bağlılık dönemi..

İşimiz elbette psikoloji tartışmasına girmek değil, Freud'un kavramlarını tartışmak da değil. Ama bu kavramlar Atatürk için neden kullanılıyor onu tartışmak.

Her iki kavram da Vamık Volkan'ın kitabında Atatürk'ün kişiliği olarak konuluyor.
Şöyle ki:Atatürk annesine olan aşkının yerine vatanı koyuyor.

Nitekim "büyük validemiz" diye söz ettiği vatana olan aşkı aslında anasına olan aşkıdır! Yine ana memesine olan hasretini de rakı kadehi ve sigara ile gidermektedir!

Can, belgeselinde bunları çok açıktan dillendirmemiş ama anlaşılan o aşama için vakit henüz erken diye düşünmüş. Yine de Can, VamıkVolkan'dan esinlendiğini iddia ettiğine göre çok yakında o meselelerede geleceği kesin....

Aslında Can'ın geveleyip de söyleyemediği şeyin ne olduğunu az çok anlayabiliyoruz: Herhalde Mustafa'dan sonra sırada Zübeyde belgeseli var.O zaman tabularla mücadele eden Can Dündar'dan bir dahaki belgeselinde yine Şeriatçıların Zübeyde Hanım hakkındaki yalanlarını gerçekmiş gibi sunmasını bekleyebiliriz.

Şeriatçılar ne derler Atatürk için?
Veled-i zina!
Yani piç!
En son Refah Partisi'nin bir milletvekili bu lafı etmiş sonra da yurtdışına kaçmıştı.

Ama Can Dündar'ın belgeselinde faydalandığı Şeriatçıların temel tezidir bu.Onlar Atatürk'ün annesinin aslında bir fahişe olduğunu ve Selanik genelevinde çalıştığını yayarlar.
Hatta uydurma bir de belge basar dururlar.Peki böyle bir gerçek var mıdır?
Elbette bütünüyle uydurmadır ama insanları bir yalana inandırmak da mümkündür.

Zaten Can'ın misyonu da budur.Belgesel boyunca Şeriatçı yalanları gerçekmiş ve hatta belgeymiş gibi sunmamış mıdır?...

Hasan Tahsin ve milli refleksVaktiyle yalnızca Mustafa Kemal de terörist sayılmamıştı. Çok azbilinen bir örnek de, Osman Nevres Recep'tir (bildiğimiz adıyla ise Hasan Tahsin). Meslek olarak gazeteci olan Nevres'i her zamanki gibi terörist ilan eden güçler yine Batılılardır.

Birinci Dünya savaşı öncesi Batılı ülkeler her zamanki gibi TürkleriOrta Asya'ya gönderme düşleri kurmaktadır. 1911 yılında İtalyanlarhiçbir siyasal ya da hukuksal neden ortada yokken Trablusgarb'ı işgalederler.

Osman Nevres de o sırada Fransa'da eğitim görmektedir. BirFransız sinemasının (Olimpia) reklam vitrininde Trablusgarb ile ilgiliafiş görür ve içeri girer.

Film baştan sonuna kadar Türklere hakaret ve iftira ile doludur.İtalyan propagandası en üst düzeydedir. Türkler barbar ve uygarlıktanpayını almamış bir topluluk olarak tanıtılmaktadır. Osman Nevres daha fazla dayanamaz ve her zaman belinde taşıdığı silahını ateşleyereksinema perdesini delik deşik eder. Ertesi gün Fransız gazetelerinde şu haber çıkar: "Terörist Türk dehşet saçtı…" Hemen bu "anarşist" Türk'ün Fransa toprakları dışına atılmasıiçin kampanya başlatılır. Ve başarılı olunur da.Kısacası uyanık olmak gerekmektedir ve bu belgesel türü saldırıların sonunun nerelere kadar gideceğini iyi öngörmek gerekir.

Aslında meseleson derece basittir. Batılı emperyalistler yok etmek istedikleriuluslara saldırırken o ulusların önderlerinden başlarlar işe. Çünkü ulusal bütünlüğü sağlayan ulusal önderdir.Bunu gayet iyi bilen emperyalistler bu noktada psikoloji bilimini deyardıma çağırırlar.

İşte Vamık Volkan bu tür bir psikiyatristtir. Kendisi Kıbrıs Türküdür ama Amerika'nın hizmetindedir.Çok uzun yıllardır ABD başkanlarının psikiyatri danışmanlığını yapmaktadır.
CIA için çalışmaktadır.Görevi ise aslında bilimsel bir çalışmadır.Vamık Volkan, ABD'nin bölmek, parçalamak ve yutmak istediği coğrafyalarda yaşayan uluslarla ilgilenir.O ulusların psikolojisini inceler.Ve "uluslar nasıl birbirini boğazlamaz"ın teorisini geliştirir.Yani görünürdeki amaç etnik kinleri, nefretleri incelemek, onları ortadan kaldırmaktır

Mesela Ermenilerle Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var, oradaVamık girer devreye ve bu düşmanlığın kökenlerini inceler.Peki inceleme dediğimiz şey nedir?Burada izlenen yol ulusal ya da etnik düşmanlıkların ortadan kaldırılması değil, ABD'nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması,aşındırılmasıdır.Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.....

İşte bizi ilgilendiren şey de budur.Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve refleksini nasıl yok edersiniz?Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır, o ulusun tarihselvarlığını sorgulamaya açarsınız.

Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar?O zaman onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekmektedir!Ya da Türkler atalarını, yani Atatürk'ü çok mu yüceltiyorlar?
O zaman onlara Atatürk'ün ne kadar sıradan biri olduğunu gösterin....

Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz.Sözde demokratlık, tartışma kültürü adına neyi tartışıyoruz ve bizdenneyi kabul etmemiz isteniyor?
Diyorlar ki siz soykırımcı bir milletsiniz!
Ermenilere soykırım uyguladınız.
Biz diyoruz ki hayır uygulamadık!
O zaman uyanık emperyalist diyor ki: Tamam madem uygulamadınız, bunu hemen reddetmeyin, tartışalım, öyle bir sonuca varalım.Size mantıklı geliyor, nasılsa biz suçsuzuz, tartışmadan galip ayrılırız diyorsunuz.Ama tartışma masası kurulduğunda hiç de ortada eşit bir tartışma şans ıolmadığını görüyorsunuz.

Bir bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, aydınlar sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor. Kanıtları var mı?Elbette yok!Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı çok oldumu, gerçeğin sesi çıkmaz oluyor.Hayır diyorsunuz, gerçekleri bir de biz anlatalım.Ama anlatamıyorsunuz, çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış.İşte o zaman anlıyorsunuz tartışmaya açmak denilen tuzağı. Çünkü bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile "acaba" demeye başlıyor!Acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik?Yani ulusal benlikte ilk kırılma yaşanıyor.......Psikolojik harbin etkisi çok büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor.

Sonra sıra Kürtlere geliyor!Sizden tartışmanızı istiyorlar.Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz. .....

Bir düşünelim son dönemde neleri tartışmaya açtırdık ve neredeyiz.Bugün Misak-ı Milli'yi pek önemsemiyoruz.Kırmızı çizgileri umursamıyoruz.Türk dilinin önemi kalmamış.Bu ülkede federasyon da olabilir.Ermenilerden özür dileyebiliriz.Kürtlere biraz toprak verebiliriz. .Kısacası ulusal varlığımıza ait hayati her alanda ve konuda kaybetmiş durumdayız....Peki sıra neye geldi?

Sıra Atatürk'e geldi.Çünkü önemli olan ulusal önderi yok etmektir.O halde tüm önderlere yapılanı Atatürk'e de yapalım.
O'nun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım.O'nun aslında zaafları olduğunu tartışalım.
Hatta O'nun anasını bile tartışalım.
Evet, emperyalistlerin gündeminde bu vardır.

Tartışın diyorlar biz sizin atanızın anasını tartışmak istiyoruz!Sonra?Sonra da sıra sizin ananıza gelecek!Hepinizinkine gelecek!....Ondan sonra Can Dündar çıkıyor ağlamaklı, diyor ki tamam tartışı nbenim belgeselimi ama biraz insaflı olun, önce izleyin sonraeleştirin!
Acıyacaksınız nerdeyse adama.
Sonra dört bir koldan saldırıyorlar; korkacak ne var ki, izleyin önce,inanmazsanız inanmazsınız!
İsterseniz eleştirin!...
İşte asıl psikolojik harp cephesi de burada kuruluyor!Yıllar öncesine gidiyorsunuz. ..
Mondros imzalanmış.Sonra düşman askerleri İstanbul'a çıkartma yapmaya başlıyor.Milyonlarca Türk sadece izliyor!
Demek ki önemli olan ilk adım, işgali izlettirebilmekmiş!
Ama aynı zamanda bir de masa!
Tartışacaksınız.
Tartışma masasında bizim sadrazam emperyalistlere yalvarıyor, biraz acıyın diye.
Peki izleyerek, tartışarak nereye varabilirsiniz?...

Emperyalistler aslında şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor.

Mehmet Akif, Çanakkale için ne diyordu"Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya."Ya şu Can'ın belgeseli?Sizce daha büyük bir çıkartma değil mi?...Çıkartma sürerken iki tavır var alınacak.Biri İstanbul'da işgalcileri karşılayan ve onlardan tokat yiyen birOsmanlı paşası olabilirsiniz.

Ya da Dolmabahçe'den çıkartmayı izleyen bir padişah.Belki de evinin perdesini kapatan sıradan ve suskun bir Türk...Ama aslında hepsi aynı kapıya ve aynı kişiliğe çıkar.
İzlersiniz!
Her şeyi!
Ya da ilk kurşunu atan Hasan Tahsin olursunuz.Hasan Tahsin'e kadar bu ülkede düşmana hiç kurşun atılmadığını bilmekne kadar utanç verici aslında!Peki Hasan Tahsin'i ne kadar tanıyoruz?Hasan Tahsin'i Hasan Tahsin yapan nedir?"İlk kurşun"dan önce de kurşun atmıştır Hasan Tahsin.Tarihin garip cilvesi Hasan Tahsin Avrupa'dadır ve bir filme gider.Filmde Türkler aşağılanmaktadır.
Hasan Tahsin bu filmi izlemez."
Önce izleyeyim sonra eleştireyim" demez.Ya ne der?
Türk'e küfredenin canına okurum der!
Ve çıkarır silahını ateş eder beyaz perdeye!
Film orada biter!...
Hasan Tahsin'in insani ve sıradan yanıdır bu.Hiçbir insan kendisine, anasına, babasına, atasına, milletine,bayrağına küfrettirmez.En basit insan gerçeğidir.İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle anasınındurumunu tartışmaz, bunun cevabı suratınıza yiyeceğiniz yumruktur.
Neden?
Çünkü çocuğun en insani ve sıradan yanıdır bu!
İşte Can'ın insani denilen belgeselinin bam teli de burası.
Diyor ki Can ben sizin atanıza küfredeceğim ve siz de izleyeceksiniz!
Medeni bir şekilde izleyeceksiniz!
Çıtınız çıkmayacak.
Sinemaya girecek ve orada size gösterilen yerde oturacak ve izleyeceksiniz.
Çıtınız çıkmasın, sinemadasınız!
Çıkınca fikrinizi söyleyin.
Peki çıkınca eleştirirseniz?
O zaman Can'ın medyası başlar bağırmaya: Linç ediyorsunuz Can'ı. Peki Can'ın canı can da Atatürk'ünki patlıcan mı?
Can'ın medyası onu savunacak da Atatürk'ün medyası atasını savunmayacak mı? Henüz büyümemiş bir çocuk çıkıp da oyunu bozmayacak mı?

.... Psikoloji bilimi ne diyor peki bu konuda? Başka bir psikiyatristimiz insani boyuta açıklık getiriyor.

Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat diyor ki,
ulusal refleks aslında şartlı reflekstir. Yani öğrenilmiş reflekslerdir. Mesela Atatürk'ü sevmek, bayrağı sevmek, İstiklal Marşı'nda duygulanmak, şartlı reflekslerdir ve bunlar tartışma konusu değildir. Çocukluktan öğrenilir ve ölene kadar da korunur.
Ama bazı haller vardır ki o şartlı refleksleri kaybedersiniz. İşte Can'ın belgeseli tam da bu iş için yapılmış. Pavlov, deneyini köpeklerle yapıyordu.

Can bizimle. Diyor ki sinema zili çalınca içeri girecek ve izleyeceksiniz. Ağır gelebilir size ama kendinizi tutun.

Peki sonra?
Ondan sonra alışacaksınız. Şartlı refleksinizi, yani atanıza sahip çıkma refleksinizi yavaş yavaş yitireceksiniz.
Önce Can bir belgesel yapacak; tartışacaksınız. Sonra bir başkasını izleyeceksiniz. Sonra açıktan Atatürk'e küfrettiklerinde, büstlerini yıktıklarında, bayrağınızı yaktıklarında yine izleyeceksiniz. Çünkü yavaş yavaş şartlı refleksinizi kaybediyorsunuz.

... Ama kimi aklıevvel uyanıklar, hem de kendilerine Atatürkçü diyenler, başka telden çalıyor. Bunlar diyor ki; dediğiniz doğru ama biz Pavlov'un köpekleri değiliz. Yani bilincimiz refleksimizden önce gelir.
Vay be diyorsunuz, ne bilinçli insanlar... Peki bu bilinçli insanlarımız ne diyor? Halk izlemesin ama ben izleyeceğim!
Neden?
Eleştirmek için! Peki belgeselin ne olduğunu bilmiyor musun?
Can Dündar'ın ne olduğunu bilmiyor musun? Biliyorum ama olsun, ben izleyeceğim. İyi diyorsunuz izle. Sonra çıkıyor filmden ve diyor ki, ben izledim kimse bu filme gitmesin? Neden peki? Zararlı olabilir!

Aslında Atatürkçümüz kendisini üstün bir insan olarak görmektedir. Sıradan insanlar etkilenebilir zararlı filmden ama kendisi etkilenmez!
Bu değişik bir türdür. Pavlov'un köpekleri vardı, Can'ın koyunları. Can zili çalıyor ve sözde Atatürkçü, entel tayfa filme giriveriyor!

Can deney yapıyor! Koyunumuzun temel derdi aslında sürüden ayrılmak!
Ama Ata'nın sürüsünden ayrılırken Fethullah'ın sürüsüne katıldığının farkında değil.
Kendince üstün bir uğraş içinde.

Bilimlerin şüpheyle geliştiğini düşünüyor. Bu şüphenin kendisini bilimsel bir doğruya götüreceğine inanıyor.
Deneyi yapanın kendisi olduğunu sanıyor ama aslında deneyin kendisi üzerinde yapıldığından habersiz bir koyun. Bilimsel bir şüphe değil, düpedüz merak onunki. Ama insanın başına ne gelirse ya meraktan gelirmiş ya meraktan derler.
Bizim koyunumuzunki o hesap. Karşısındaki Can duygusal çocuk değil, aslında bir kasap!
Koyun can derdinde ama Can et derdinde!

Her bir koyundan 10 YTL geldi miydi deney tamamdır.

Atatürkçülere her şeyi izletebilirsiniz. . Üstüne bir de paralarını alırsınız.

Bizimki filme girer çıkar, ama hâlâ farkında değildir yapılan deneyin.

Can canlığını yaptığı sürece koyun bulacaktır karşısında.

Mesela Atatürk hakkında bir porno film çekse yine gider bizim koyunlar meraktan!
Deseniz insaf ne olduğu belli işte, bu film porno.
Derler ki olsun ben gidip pozisyonları eleştireceğim. Bizimkilerin Mustafa merakı o hesap... Ama hayatta tek bir pozisyon var şu an. Ya Can'ın müşterisi olursunuz ya da Can'ın müşterisi olmazsınız.


Vamık D. Volkan, M.D. (born 1932) is an emeritus professor of psychiatry at the University of Virginia School of Medicine. He is also the Senior Erik Erikson Scholar at the Austen Riggs Center in Stockbridge, Massachusetts, an emeritus training and supervising analyst at the Washington Psychoanalytic Institute, and a past president of both the International Society of Political Psychology and the Virginia Psychoanalytic Society.
He was born in 1932 in Nicosia, Cyprus.

For nearly three decades, Dr. Volkan has led interdisciplinary teams to various trouble spots around the world and has brought high-level “enemy” representatives together for years-long unofficial dialogues. His work in the field has resulted in his developing new theories about large-group behavior in times of peace and war. He has authored or coauthored more than thirty books and has edited or coedited ten more.
In 1987, Vamik Volkan founded and until 2002 directed Center for the Study of Mind and Human Interaction (CSMHI) at the University of Virginia School of Medicine.
His most recent book is Killing in the Name of Identity: A Study of Bloody Conflicts (2006).
[edit]Publications
Books
(1976). Primitive Internalized Object Relations: A Clinical Study of Schizophrenic, Borderline, and Narcissistic Patients
(1979). Cyprus: War and Adaptation: A Psychoanalytic History of Two Ethnic Groups in Conflict
(1981). Linking Objects and Linking Phenomena
(1982). Primitive Internalized Object Relations: A Clinical Study of Schizophrenic, Borderline, and Narcissistic Patients
(1984). What Do You Get When You Cross a Dandelion with a Rose?
(1985). Depressive States and Their Treatment
(1986). Vamik Volkan and Norman Itzkowitz. The Immortal Ataturk: A Psychobiography
(1988). The Need to Have Enemies & Allies: From Clinical Practice to International Relationships
(1990). Vamik D. Volkan, Demetrios A. Julius, and Joseph V. Montville. The Psychodynamics of International Relationships: Concepts and Theories (Psychodynamics of International Relationships)
(1990). Vamik D. Volkan and Charles W. Socarides. The Homosexualities: Reality, Fantasy, and the Arts
(1991). Vamik D. Volkan, Demetrios A. Julius, and Joseph V. Montville The Psychodynamics of International Relationships: Unofficial Diplomacy at Work
(1992). Charles W. Socarides and Vamik D. Volkan. The Homosexualities and the Therapeutic Process
(1993). Vamik D. Volkan and Elizabeth Zintl. Life After Loss: The Lessons of Grief
(1995). Six Steps in the Treatment of Borderline Personality Organization
(1995). The Infantile Psychotic Self: Understanding and Treating Schizophrenics and Other Difficult Patients. Northvale, NJ: Jason Aronson.
(1996) Vamik D. Volkan and Salman Akhtar. The Seed of Madness: Constitution, Environment, and Fantasy in the Organization of the Psychotic Core
(1997) Siblings in the Unconscious and Psychopathology: Womb Fantasies, Claustrophobias, Fear of Pregnancy, Murderous Rage, Animal Symbolism
(1997). Bloodlines: From Ethnic Pride to Ethnic Terrorism. New York: Farrar, Straus, and Giroux.
(1999) Vamik D. Volkan, Norman Itzkowitz, Andrew W. Dod. Richard Nixon
(2002). Volkan, V. D., Ast, Gabriele, and Greer, William. The Third Reich in the Unconscious: Transgenerational Transmission and its Consequences. New York: Bruenner-Routledge.
(2004). Blind Trust: Large Groups and Their Leaders in Times of Crisis and Terror
(2004) Salman Akhtar and Vamik D. Volkan Mental Zoo: Animals in the Human Mind and Its Pathology
(2006). Killing in the Name of Identity: A Study of Bloody Conflicts. Pitchstone Publishing. ISBN 0972887571


Dağ başını efkâr almış, gümüş dere durmaz ağlar,

gözyaşından kana kesmiş gözlerim,

ben ağlarım, çayır ağlar, çimen ağlar,ağlar, ağlar, cihan ağlar.


Mızıkalar iniler, ırlam ırlam dövülür,altmış üç ilimiz, altmış üç yetim,yıllar gelir geçer, kuşlar gelir geçer,her geçen seni bizden parça parça götürür,

Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.




Diz dövdüm,gözlerim şavkı aktı Sakarya'nın suyuna,Sakarya'nın suları nâmın söyleşir.Hemşehrim Sakarya, öksüz Sakarya.

Ankara'dan uçan kuşlar,


Kemal'im der günler günü çağrışır,kahrolur bulutlara karışır,gök bulut, yaşmak bulut,uca dağlar, dev boyunlu morca dağlardivan durmuş bekleşir,

Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.


Nasıl böyle varıp geldin, hoşgeldin,çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin,şol yüzünde güneş südü sıcaklık,ellerinden öperim, Mustafa Kemal.


Senin dalın, yaprağın, biz, senin fidanların,biz bunları yapmadık,sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal.



Elsiz, ayaksız bir yeşil yılan,yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal.



Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler,çün buyurdun kesenleri astılar,sen uyudun asılanlar dirildi,Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.



Karalar kuşanmış, Karadeniz akmam diyor,dokunmayın, ağlamaktan bıkmam diyor,bu gece kıyamet gecesi, bu vapur Bandırma vapuru,yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal,



ben ölümden korkmam diyor,korkmam diyen dilleri toz oldu, toprak oldu,değirmen döndü dolandı, yıllar oldu,bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir,o bize öğretmedi kazan kaldırmasını,

günahı vebali öğretenin boynuna,erdirip oldurana ana avrat sövmesini,yüreğim kırıldı kanım kurudu,var git Karadeniz var git başımdan,mızıka çalındı düğün mü sandın,

bir yol koyup gideni gelir mi sandın,Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.




Ankara'nın taşına bak,tutki baktım, uzar gider efkârım,çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım,gözlerimin yaşına bak,Ankara Kalesi'nde, Rasattepe'debir akça şahan gezer dolanır,yaşın yaşın mezarını aranır,şu dünyanın işine bak,


Mustafa'm, Mustafa Kemal'im...


Atilla Ilhan

Friday, December 19, 2008

TURGUT OZAKMAN : " Can'nin EKİBİ ATATÜRK'Ü KAVRAYAMAMIŞ "

TUM BOLUMLER(1-12)




....F. Rıfkı Atay diyor ki: "Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir yazı veya Nutuk'undan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir." (Çankaya, s. 686)

TURGUT OZAKMAN: CAN'nin EKİBİ ATATÜRK'Ü KAVRAYAMAMIŞ, ONUN BUNUN DEĞİL BİR TEK ATATÜRK VAR ...
ATATÜRK HİÇ CEBERUT DİYE NİTELENMEDİ,ATATÜRK'ÜN DİN İLE DİNDARLA SORUNU YOKTU, TARIH ARASTIRMALARI ATATURK’LE BASLADI....
FILMDE ATATÜRK YOK, EMPERYALİZM YOK, SEVR YOK, LOZAN YOK ......

Cumhuriyet coskusu yok, halk yok, devrimler yok ama Ataturk’u anlatmayan seyler cok...Hangi birini duzelteyim? 'Can'ın reklam kokan yazısından rahatsız oldum'


SORU: Filmde Cumhuriyet donemi nasil anlatiliyor?


TURGUT OZAKMAN: "... Atatürk olgusu iki saate sığdırılamaz elbette.. ama film, bu olgunun özünü yansıtmalıydı, o yok. Bu olguyu iki sözcükle özetleyeyim: Kurtuluş ve çağdaşlaşma.
Dört yandan işgal edilmiş yoksul, çağdışı bir ülke. Para yok, silah yok, örgüt yok.. galipler yüz yıllık hazırlıklarının ürünü olan Sevr Ant-laşması'nı dayatarak, Türkiye'yi parçalamak ve ebediyen denetim altında tutmak istiyorlar. Anadolu'yu 400.000 silahlı kuvvet işgal ediyor. Teslimiyetçi ve işbirlikçi İstanbul yönetimi Sevr'e, parçalanmaya, denetim altında yaşamaya razı olmuş. On yıl süren savaşlar halkı bitirmiş. Atatürk işte bu yaman koşullar içinde kurtuluş ve bağımsızlık bayrağını açıp milletiyle birlikte vatanını kurtaran adamdır. Bu kadar mı? Hayır. .."


TURGUT OZAKMAN'A SORULUR: 'Sahiden filmi beğendiniz mi?'



Turgut Ozakman: Bu yazıyı Mustafa filmi hakkındaki düşüncelerimi genişçe açıklamak, Can Dündar'ı bir kez daha uyarmak ve özellikle öğretmenlerimizi ve öğrencilerimizi bilgilendirmek için yazıyorum
Mustafa filminin 28 Ekim Salı günkü Ankara galasına, erteleme şansımın olmadığı bir toplantı nedeniyle katılamadım. Cumhuriyet haftası dolayısıyla 1 Kasım'a kadar her gün doluydum, filmi izleyemeden, kitap fuarına ve bazı etkinliklere katılmak için İstanbul'a gittim. Film hakkındaki tartışmalar başlamıştı. Tepki giderek yoğunlaşıyordu.

Programım öyle sıkışıktı ki İstanbul'da fırsat bulup filmi göremedim. Görüşümü soran değerli yayıncılardan, filmi izleyemediğimi söyleyerek af diliyordum.

Filmi izlemediğimi bilen sevgili Uğur Dündar, Atatürk ve Milli Mücadele hakkındaki yalan ve yanlış genel iddialar hakkında bir program yapmayı önerdi. Yakın tarihimizle ilgili sahte tarihler, hatta ansiklopediler var. Tarihini böylesine çarpıtan, gerçeğin yerine sahtesini geçirmeye çalışan bir başka millet var mıdır?
Bu bize özgü, utanç verici bir durum. (Bu konuda 750 sayfalık bir çalışmam var: Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele).

Son zamanlarda yeni kuşak iddiaların da üretildiğini görmekteydim. Öneriyi memnunlukla kabul ettim. Arena programında eski, yeni bazı uydurma iddiaları sordular, ben de yanıtladım. Program 10 Kasım Pazartesi gecesi yayımlandı.

400'DEN FAZLA MAİL
11 Kasım Salı günü Ankara'ya döndüm.
Bilgisayarıma büyük çoğunluğu Mustafa filmini kınayan 400'den fazla mail yağmıştı. Bazılarına göz attım.
Şaşırdım.
Çok düşündürücü iddialar ileri sürülüyordu. Birikmiş gazetelere baktım. Aynı gün Kanal D'den telefon ettiler, 32. Gün için çağırdılar. Konu Mustafa filmiydi, Can Dündar'la filmi konuşacaktık. Yeniden İstanbul'a gidemeyecek kadar yorgundum. Af diledim. Sayın M.Ali Birand anlayış gösterdi, "Öyleyse biz Ankara'ya geliriz" dedi.

"Daha filmi göremedim ki."
"Can Dündar yarın sabah filmin CD'sini alıp size, eve gelecek. Birlikte izlemenizi istiyor. Sonra programı çekeriz."
"Peki."
Ertesi sabah bir TV'de programım vardı. Öğlene doğru eve döndüm. Az sonra da sevgili Can Dündar geldi. Kucaklaştık. Filmin CD'sini getirmişti. Ekranın karşısına geçtik. TV'den bir de kameraman göndermişler. Birkaç dakika bizi filmi izlerken çekti.
Can Dündar'ın sayın annesi ile Basın Yayın Genel Müdürlüğü İç Basın Şubesi'nde birkaç yıl birlikte çalışmıştık. Çok nazik, çok seviyeli bir genç hanımefendiydi. Kadromuz bir aile gibiydi. Can Dündar'ı bu nedenle biraz da evladımız gibi severiz.

Film Atatürk'ü işleyen, iddialı, tartışmalı bir filmdi. "Bak.." dedim, "...Beğenmezsem söylerim. Ona göre."
"Elbette hocam."
Filmi izlemeye başladık. Yaklaşık 20 dakika sonra, ilk kanımı söylemek için filmi durdurmasını rica ettim. Bu noktaya kadar filmde, yazılan ve maillerde yer alan ağır eleştirilere, büyük suçlamalara hak verdirecek hiçbir sahne yoktu. Çekimleri, yönetimi de beğenmiştim.
Filmin başında M.Kemal'in, üç yaşındayken ölen kardeşinin cesedinin çakallar tarafından parçalandığını yansıtan bir korku filmi sahnesi vardı. Bu sahne ve anlatım beni tedirgin etmişti ama bunun olumlu bir anlama dönüştürüleceği umuduyla sustum. Bu konuya yeniden döneceğim.

İzlediğimiz noktaya kadar suçlanacak, eleştirilecek bir sahne görmemiştim. Bu bölümle ilgili eleştiriler bana haksız geldi.

SON BÖLÜM HER İNSANI YARALAMIŞTIR
Ama M.Kemal'in Sofya'ya askeri ateşe olarak gönderildiğinin açıklanmasından sonra filmde yanlışlar, abartılar, eksikler, saptırmalar, haksızlıklar, yersizlikler, küçültücü anlatımlar, resimler belirmeye başladı. Sona doğru arttı. Son bölüm şaşırtıcıydı.

Her duyarlı insanı yaralamıştır sanıyorum.

Filmdeki güzellikleri, teknik başarıları da, yanlışları, olumsuzlukları da ilk görüşte görebildiğim, anlayabildiğim kadar söyledim. Düzeltmesini istedim. Bazı olumsuzlukları ise program çekimine geç kalmamak için not etmekle yetindim. Program çekiminde değinirim diye düşündüm.
Can Dündar beni çok efendice dinledi, değindiğim hususları kabul etti, yanlışları düzelteceğine de söz verdi. Doğrusu da buydu. Türkiye'de Milli Mücadele, Cumhuriyet dönemi ve Atatürk hakkında insafsız, kuyruklu, çıngıraklı, rezilce yalanlar söylenip yazılırken Atatürk ve dönemi yanlış ve eksik anlatılamazdı.
Yanlış anlatım yalancıların, sahte tarihçilerin, kara çalıcıların ekmeğine yağ-bal sürmek olurdu. Tarihimizin ve 20. yüzyılın en büyük insanlarından biri söz konusuydu. Hele eser, 'belgesel' diye nitelenen bir film ise, her kare ve her sözcük, tarihe ve gerçeğe dayanmalıydı.

'KEŞKE SİZE DANIŞSAYMIŞIM'
Can büyük bir içtenlikle, "Keşke size danışsaymışım" demek inceliğini gösterdi.
Saat 15.00'e doğru filmi izleme sona erdi. Can gitti. Pek az sonra da televizyondan yollanan araç geldi. Dinlenemeden çekim yapılacak yere gittim.

Ben sayın M.Ali Birand'ın yönetiminde Can'la benim katılacağım ikili bir program yapacağımızı sanıyordum. Bu genişçe konuşulacak, olumlu sonuçlar verecek bir program olurdu. Programa 6 kişinin katılacağını orada öğrendim. İlke olarak böyle kalabalık programlara katılmam. Hiç katılmadım.
Gerçekler, laflamaların altında ezilip kalıyor.
Geri dönmek şık olmayacaktı, programa katıldım.
Çekim yapıldı.
Payıma düşen süre içinde filmin eksiklerini, yanlışlarını yumuşak bir üslup içinde, emeğe saygımı koruyarak özetledim.
Program ertesi günü, perşembe gecesi yayımlanacaktı.
Cumhuriyet 09.12.2008

'Can'ın reklam kokan yazısından rahatsız oldum'

Perşembe sabahı, daha gazetelere bakamadan, telefonum art arda çalmaya başladı. Can Dündar'ın Milliyet gazetesinde bir gün önce filmi birlikte izlediğimizi anlatan bir yazısının yayımlandığını bildiriyorlardı . Yazıdan filmi beğendiğim anlaşılıyor olmalı ki ısrarla şunu soruyorlardı:
Sahi filmi o kadar beğenmiş miydim?

Yazı, filmi birlikte izlediğimizi gösteren iki de resimle süslenmişti. İlk paragrafı şöyleydi: "Geçen gün Turgut Özakman'ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken görünce çok üzülmüştüm. Çünkü filmi izlemediğini biliyordum." Milliyet Gazetesi - 13 Kasım 2008

CAN'A GÜVENİM SOLUP GİTTİ

İddiasına göre ben filmi izlemeden "Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yapmışım". Oysa evde, söz açılınca, Arena programında sadece bana sorulan yeni, eski yalan ve yanlış iddialara yanıt verdiğimi kendisine anlatmıştım. Buna rağmen 32. Gün'ün çekimi sırasında da ayıp ederek bu yakışıksız iddiayı yinelemiş, beni bu gerçeği program içinde bir daha açıklamak zorunda bırakmıştı. Durumu iki kez açıklamış olmama rağmen yazısının başında, bu iddiayı yine ileri sürüyordu. Kendisine duyduğum güven solup gitti. Kimi efendi insanlar direksiyona geçince canavarlaşır, kimi kaleme sarılınca böyle saygısız olur!

Yazının girişi ve genel havası, filmi çok beğendiğim izlenimini vermekteydi. Can filmi eleştirdiğimi de belirtiyordu ama neleri, nasıl, ne kadar eleştirdiğimi sessiz geçmişti.
Bu reklam kokan yazıdan olağanüstü rahatsız olduğumu belirtmeliyim. Bu benim hiç hoş görmeyeceğim bir cinlik. Asla çiğnenmeyecek nezaket, saygı ve güven kuralları vardır.
Gece yarısından sonra yayımlanacak olan programı izleyebilenler doğruyu öğreneceklerdi ama izleyemeyenler, ne düşüneceklerdi? Hâlâ telefonla, maille sorup duruyorlar: "Siz, Can Dündar'ın yazdığı gibi sahiden filmi beğendiniz mi?"

ÜRKÜTEN YANLIŞLAR, EKSİKLİKLER
16 Kasım Pazar akşamı (19.00 seansı), filmi telaş etmeden, bir daha ve büyük perdede seyretmek için eşimle birlikte sinemaya gittim, çok dikkatle, not alarak izledim.
İlk izleyişte, belki yoğun İstanbul günlerinin yorgunluğundan, belki Can'la dostça konuşa konuşa izlediğimizden, bazı hususları atlamışım. Bu izleyişte, dikkatimden kaçmış büyük boşluklar ve yeni olumsuzluklar fark ettim. Bilgilerimi, izlenimlerimi birleştirdim.
Film genel yaklaşımı, yanlışları ve eksikleri ile beni düşündürdü. Artarak, şaşırtarak, üzerek, ürküterek düşündürmeyi sürdürüyor. Bu yazıyı yazmak için Can'ın röportajlarını ve açıklamalarını buldum. Genç Bakış ve 32. Gün'ün kayıtlarını birkaç kez izledim.
Bu yazıyı film hakkındaki düşüncelerimi genişçe açıklamak, Can'ı bir kez daha uyarmak ve özellikle sevgili öğretmenlerimizi ve öğrencilerimizi bilgilendirmek için yazıyorum.
Yazımı gerektikçe soru-yanıt biçiminde sürdüreceğim.
Cumhuriyet 10.12.2008

Düz bir çizgi halindeki 'Mustafa'da Atatürk'ün emperyalizmle mücadelesinden hiç söz edilmiyor
Filmin ana fikri yok
Filmin anlatım sanatı bakımından çok ciddi bir eksikliği var: Filmde tema (ana fikir ) yok. Tema, kural olarak, bir yargı cümlesidir. Eser temayı kanıtlamak, anlatmak için var edilir. Tema bütün esere yön verir, konuyu çerçeveler, anlatımı toparlar, sanatsal disiplin altına alır. Mustafa'da genel bir tema yok; denilebilir ki her aşamada değişen temalar, motifler var. Omurgasızlığın, dağınıklığın, eksikliklerin, iç çelişkilerin, konunun gelişip ilerleyememesinin, final coşkusuna yürüyememesinin ana nedeni bu.

Anlatım sanatı, kurallarına uymayanları cezalandırır.

Film yaklaşık 2 saat sürüyor. Dramatik çatışma içermeyen, düz bir çizgi halindeki bir filmin iki saat ilgiyle izlenmesi zordur. Oysa M. Kemal kargalarla, parasızlıkla, karanlıkla, yalnızlıkla değil; çok önemli, etkili, büyük güçlerle çatışmıştır: İstibdat, emperyalizm, komitacılık, Alman subayları, ortaçağcılık, bağnazlık, ilkellik, gericilik, yoksulluk, bilgisizlik, teslimiyetçilik, işbirlikçilik, hainlik, barbarlık, Batı karşısında duyulan aşağılık duygusu, nankörlük vb. Hiçbir aşamada bu çatışmalar yer almıyor. Hele emperyalizmden hiç söz edilmiyor. Emperyalizm yok sayılarak yakın tarihimiz nasıl anlatılabilir ve anlaşılabilir? Kimlerle mücadele ettiğimizi anlatmadıkça, mücadelenin müthişliği, zaferlerin büyük anlamı nasıl anlaşılacak?
Nitekim anlaşılmıyor.

ÇEKİM GÜZEL AMA KONU BİR ÇİZGİ HALİNDE

Kısacası, filmin konusu dümdüz ilerleyen bir çizgi halinde. Dramatik anlamda ne çatışma var, ne kırılma. Bunun sonucu olarak merak da yok. Kural olarak finale doğru gelişim yoğunlaşır, hızlanır ve yükselir. Bu filmde tersi oluyor. Yükselmiyor, düşüyor ve sonunda sürünüyor.
İkinci izleyişimde 200 kişilik salonda 27 kişi vardı. Kimse bırakıp gitmedi ama kıpırtılar, öksürükler, mısır yemeler, fısıldaşmalar ilginin gevşekliğini belirtiyordu.
Çekimler güzel, bazı yerlerde çok güzel, kurgu ustaca, teknik olanaklar akıllıca kullanılmış. Yerli, yabancı arşivlerden yararlanılarak etkili siyah-beyaz otantik filmler, fotoğraflar sağlanmış. Bu önemli, değerli bir başarıdır.

Cumhuriyet 10.12.2008

'Mustafa' bir Can Dündar filmi; amacı gerçeği anlatmak olan belgesele uymuyor
Yanlış, çarpıtma, sulandırma var
- Mustafa bir belgesel film mi?
- Hayır. Bir film bir mektuptan bir parçaya, kahramanın günlüğünden birkaç satıra yer verdiği, bazı belgesel filmlerden yararlandığı için belgesel olmaz. Bunlar küçük küçük, sevimli, ilginç, hoş süsler. Gerçek bir belgesel filmde ilke olarak yanlış, çarpıtma, gerçekleri sulandırma bulunmaz. Gerçeklerle oynanmaz. Belgesel filmin amacı gerçeği, doğruyu anlatmak, belgelemektir.
- Yanlış, çarpıtma, sulandırma var mı Mustafa'da?
- Evet var. Olmasa 32. Gün programında söylemezdim, şimdi de bu yazıyı yazmazdım. Sırası geldikçe bilgi vereceğim.
- Belgesel değilse nasıl bir film?
- Bu film kendi söyleyişiyle bir Can Dündar filmi. Diyor ki: "Bu benim Atatürk'üm, bana ait bir Atatürk yorumu. Bunun 'gerçek Atatürk'e daha yakın biri olduğunu belgelerle kanıtlamaya çalışıyorum." ( 9 Kasım günlü Hürriyet, Pazar eki, 8. sayfa)
- Kanıtlayabiliyor mu?
- Hayır. Aşağıda örneklerle açıklayacağım. Can Dündar devam ediyor: "Biri de çıkıp diyebilir ki, 'Hayır, Atatürk hiç böyle bir adam değildi. Yüzlerce kişiyle birlikte yaşadı, asla yalnız kalmadı.' Tamam, eyvallah, belgelerini ortaya koysun, o da Atatürk filmi yapsın. Biz de izleyelim ve tartışalım."

ONUN BUNUN DEĞİL BİR TEK ATATÜRK VAR
- Allah Allah. Atatürk ve dönemi, belgeselcilerin oyun parkı, yarış alanı mı? Onun bunun Atatürk'ü olur mu?
- Gerçekleri bilim ahlakı ve anlayışıyla araştırıp saptayanlar için başka başka Atatürk olmaz. Maksatlılar, niyeti bozuklar, bilgisizler, gafiller, aptallar, hainler Atatürk'ü kendilerine göre anlatmaya çabalıyorlar. Bu nedenle de başka başka Atatürkler var. Ama bunlar gerçeklere aykırı, hayali, ısmarlama, maksada göre üretilmiş gerçek dışı Atatürkler.
Doğrusu şudur: Doğumundan ölümüne kadar gittikçe büyüyen bir tane Atatürk vardır! Ötesi fasa fisodur.
Bir sanat filminde bazı yorumlara, farklı yaklaşımlara, özgün süslemelere yer verilebilir ama bu bir belgesel, yani doğruyu, gerçeği yansıtmakla sorumlu bir film. Masal değil, hikâye değil, fantazi değil, hayal oyunu değil. Bir lider ve ölen bir imparatorluk, doğan bir devlet, bir diriliş süreci anlatılacak. Böyle bir konu, yaratıcılarından hem bir tarihçi vicdanı ve bilinci, hem bir sanatçı saygısı ve duyarlığı hem de yeminli bir tanığın dürüstlüğünü ister. Mustafa filminin birçok sahnesinde bu özellikleri özlemle aradım. Tarih ile oyun olmaz, insanın elinde patlar. Hele hayatı söz konusu olan kimse bir devlet kurucu, kurtarıcı, önder, sahici bir kahraman ise, bütün ekip için gerçeğe bağlılık bir namus ve vefa borcu olur.

EKİBİ ATATÜRK'Ü KAVRAYAMAMIŞ
- Ekipten kastınız nedir?
- Can Dündar "bu benim Atatürk'üm, benim yorumum" diyor, filmin bütün sorumluluğunu üzerine alıyor ama bu noktada Can Dündar'ı kendine karşı savunmak gereğini duyuyorum. Şöyle ki: Bu film sadece bir Can Dündar filmi değil. Çünkü Atatürk ve dönemini (1881-1938) bütün boyutları, evreleri ile kavrayacak kadar geniş ve ciddi bir araştırma yapmak ve belgelemek, kolay iş değildir. Bilen bilir, bu iş uzun yıllar, sürekli bir çaba, sağlıklı bir bakış açısı ve geniş bir kaynak birikimi ister, doğru olanla yanlış olanı birbirinden ayıracak bir ölçüye sahip olmayı gerektirir. Neredeyse ömrümü bu konuya verdim, hâlâ durmadan çalışıyor, araştırıyor, bilgimi sınamaya, genişletmeye, eksiklerimi tamamlamaya çabalıyorum.

Bu nedenle Can Dündar, haklı olarak, bir araştırma ekibi kurmuş. Öyle sanıyorum ki bu genç ekip Can'a, yeterli, sağlıklı malzeme getirmemiş. Birikimini doğru, sağlam bilgilerle genişletmemiş.
Ekibin Atatürk kim, olay ne, iyi kavradığını iddia etmek çok zor. Atatürk'e hayatı ilginç ünlü biri gibi yaklaşıyorlar. Atatürk'ün Türkiye, Müslüman memleketler, sömürgeler ve dünya için ne anlama geldiğinin sanırım pek farkında değiller.

GÖZ BOYAMA KAYNAKÇA OLMAZ
Bir küçük dokunuş: Filmin sonunda yararlanılan kaynaklar listesi var. Listede "Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele" adlı çalışmama da yer verilmiş. Ama tek sayfasının bile okunmadığı belli. Okunsa, o yanlışlar ve eksikler filmde yer almazdı. Göz boyama kaynakça olmaz.

GERÇEK DANIŞMANLARI OLSAYDI
Filmin danışmanları da, biriken malzemeyi Can'ın doğru, tarihin akışına uygun, düzeyli biçimde değerlendirmesine ve işlemesine yardımcı olmamışlar. Anladığım kadarıyla danışmanlar da bu iç içe geçmiş büyük dönemleri ve hele Atatürk'ü pek az biliyorlar. Keşke danışmanların da gerçek danışmanları olsaydı. Nitekim Atatürk Araştırma Merkezi'nin eleştirilerini Can Dündar değil, film ekibi yanıtlıyor. (Ntvmsnbc.com' un Mustafa filmi ile ilgili bölümünde)

DESTEKLEYENLERİN DE SORUMLULUĞU VAR
Özetle, bu film 'Can Dündar ve ekibinin' filmi. Ekibi derken yalnız araştırmacıları, danışmanları değil, filmin arkasında duran, filme destek veren kurumları da kastediyorum. Mustafa'yı destekleyen kurumlar herhalde senaryoyu okumuş, incelemiş, demek ki beğenmiş, galalar yapılarak yöneticilere, geniş bir tanıtımın yardımıyla halka, özellikle öğrencilere izlettirilmesini yararlı görmüş, sorumluluğa katılmış ve yardım etmişler. (Turkcell'in senaryoyu dikkatle inceledikten sonra, bu filmi desteklemeyi doğru bulmadığı anlaşılıyor. Can diyor ki: "Bu filmin sponsoru Sabancı. Filmi bittikten sonra izlediler. 'Var mısınız, yok musunuz?' dedim. 'Şurasını beğenmedik' deselerdi, filmi alıp çıkacaktım." (Hürriyet, 10 Kasım 2008) Yani Sabancılar filmin bitmiş halini görmüşler, beğenip onaylamışlar.) Filmdeki yanlışların, çarpıtmaların, haksızlıkların altında, destekleyen kurumların da imzaları bulunuyor! Bu kurumlar yanlışları, çarpıtmaları, haksız yargıları benimseyip benimsemediklerini açıklamalı. Bazı illerimizde milli eğitim müdürlüklerinin de öğrencileri filmi izlemeye zorladıkları yazılıyor. Biraz düşünen, bu zorlamanın nedenini çakar. Umarım bu haber doğru değildir.

Cumhuriyet 11.12.2008

'Mustafa'da yeni bilgi ve belge yok
- Yeni belgeler, bilgiler var mı filmde?
- Uzun yıllardır tarihimiz okullarda doğru ve yeterli okutulmuyor. Tarihimizi doğru öğrenmediğimiz, okumaya da meraklı olmadığımız için, genel izleyici bakımından birçok bilginin yeni olduğu söylenebilir. Ama bu, değerlendirme çıtasını yerden sadece bir karış yukarda tutmak demektir. Çok değil, biraz tarih bilenler için yeni bir bilgi, belge yok. Sadece iki Fransız gazetesi var. Biri hastalığından söz ediyor. Öteki Atatürk'ü diktatör olarak niteliyor. Birçok olumlu, yüceltici yabancı gazete haberi, yazı, açıklama var, ekip nedense bu yazıyı seçmiş! Filmde bu haksız nitelemeye karşı, kısa da olsa bir yanıt yer almalıydı. Çünkü diktatörlük bambaşka, korkunç bir şeydir. Nitekim Can Dündar Genç Bakış programında diyor ki: "Fransız gazetesinin diktatör nitelemesine karşı bir duruşumuz olmalıydı." (5 Kasım gecesi, Kanal D) Filmde böyle bir karşı duruşun zerresi yok. Tersine, bu iddiayı destekleyen ifadeler var. Aşağıda belirteceğim.
- O dönemde birçok yabancı yazar, düşünür, bilim adamı ve politikacının, özellikle de mazlum milletler liderlerinin Atatürk ve dönemi hakkında yazıp söylediği birçok övücü, gurur verici açıklamalar var. Neden hiçbirine yer verilmemiş de bu Fransız gazetesinin nitelemesi seçilmiş?
- Bu soruyu Can Dündar'ın ve ekibinin yanıtlaması gerekecek. Düşündükçe birçok şey zihnimi kemirip duruyor. Nedensiz ne yaprak kımıldar, ne de bir seçim yapılır. Bu konuda Mustafacılara dört değerli kaynağı hatırlatmak istiyorum: Bilal N. Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk; Özer Ozankaya, Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti; S.Çiller Atatürk İçin Diyorlar ki, Varlık Yayınevi, 1965; Atatürk'e Saygı, TDK, 1969.
- Umarım okurlar...
- Bir de dayanaksız iddialar, yakıştırmalar var ki bunlara yeni bilgi demek bilgiyi aşağılamak olur.
- Ya Atatürk'ün not defterleri?
- Atatürk'ün not defterlerinden ikisi Şükrü Tezer ve Afet İnan tarafından yayımlanmıştır. Harp Tarihi Dairesi'ndeki not defterleri 21 tanedir. Yeni ortaya çıkmış belgeler değildir, uzun yıllardan beri biliniyor, yayımlanıyor. Meraklıları bilir. (Toplu bilgi için: Ali Mithat İnan, Atatürk'ün Not Defterleri, Gündoğan Y., Ankara, 1969)
Cumhuriyet 11.12.2008

'Mustafa'da bir milletin kahramanının anısı ve saygınlığı yaralanıyor, incitiliyor; asıl linç bu
Filmdeki gerçek Atatürk değil
- Can Dündar, Hürriyet'te sayın Ayşe Arman'a şöyle diyor: "Benim bildiğim, benim okuduğum adam, bana anlatılan adama uymuyor. Benim oğluma anlatılan da benim bildiğim adam değil." (9 Kasım, Pazar eki, 8. sayfa) Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Can Dündar'ın Atatürk'ü, Mustafa filminde anlattığı Atatürk ise, bu Atatürk'ün gerçek Atatürk'le pek az ilgisi var. Can, Atatürk ve dönemini parça parça incelemiş. Geneli görmemiş. Ormana bakmıyor, ağaç dallarıyla ilgileniyor. Mesela Atatürk'ün laiklik anlayışını din karşıtlığı gibi algılıyor. Atatürk'ün içkisine, yalnız bırakıldığına takıntılı. Hele Cumhuriyet dönemini hiç anlamamış. Atatürk'ün sofracısı Cemal Granda'nın şişirilmiş, uyduruk anılarını ve benzeri anıları, doğru ile yalanı daha ayırt edemediği için gerçek sanıyor. Bu arada zaman zaman yeni tribünlere oynadığı izlenemini de alıyorum.

ATATÜRK'Ü PSİKOLOJİSİYLE ANLATMAK
Bir de şu var: Atatürk'ü psikolojisi ile anlatmak istiyor. Yararlı bir yaklaşım. Ama bunu bir psikolog ya da ciddi bir hobi olarak psikolojiyi seçmiş olan biri yapabilir. Can psikoloji bilmiyor. Vamık D.Volkan ile Norman İtzkowitz'in yazdığı Ölümsüz Atatürk adlı kitaptan yararlanmış. Kitabı çok başarılı buluyor. (Hürriyet, 10 Kasım, s. 6) Bir psikoloğumuz bu kitabı inceleseydi şaşırtıcı, akıl karıştırıcı, bilimselliği çok şüpheli, Atatürk'ü acayip kalıplarla çözümlemeye çalışan, tuhaf, esrarengiz bir kitap olduğu açığa çıkardı. Atatürk'ü anlamak için başvurulacak bir kitap olmadığını söyleyip bu konuyu kapatacağım. Psikoloji, amatörler için çok kaygan, karmaşık bir alandır.

İnsanı gülünç eder.

Dikkat!


Bu kitabın etkisiyle Can diyor ki: "Babasız büyümek, bir ülke için baba figürüne dönüşmenizde etken olabilir." (Hürriyet, 10 Kasım, s. 6) Söz konusu kitapta işte buna benzer birçok yakıştırma var. Mesela Atatürk'ün yurtseverliği şöyle anlatılıyor: "M. Kemal anasına duyduğu sevgiyi, anasının ölümü üzerine vatanına yöneltmiştir." (Bağlam Y., 1998, s. 290) Nasıl? Ne kadar bilimsel değil mi?)
Atatürk'ü anlamaya, anlatmaya, açıklamaya, çözümlemeye çalışan birçok dürüst, doğru, değerli çalışma var. Can bunlardan yararlanmak yerine bu komik kitaba takılıp kalmış. (Kendisine aydınlatıcı, dürüst, baba bir kitap tavsiye edeyim: Prof. Dr. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004)

OĞLUNUN ATATÜRK'Ü GERÇEĞE DAHA YAKINDIR
Bu nedenlerle filmde ortaya değişik bir Atatürk çıkmış. Ben oğlunun bildiği Atatürk'ün -bilgisini koruyorsa- gerçek Atatürk'e daha yakın olduğuna inanıyorum. Çünkü özellikle sevgili, sayın öğretmenler Atatürk'ü saygıyla, özenle, ona yaraşır, yakışır bir dille anlatıyorlar.
Ne yapacaklardı yani? Öğrencilerine, Atatürk'ü, filmdeki gibi özetle, 'içkici, kadına düşkün, yalnız bırakılmış, arkadaşsız, diktatör, unutulmaktan ödü patlayan, Mussolini'yi çağrıştıran, emeklilik psikozu içinde birtakım işlere kalkışan bir adamcağız' diye mi anlatacaklardı?
Bu mudur Atatürk?
İnsaf!
ATATÜRK'Ü HİÇ ANLAMAMIŞLAR
Can Dündar da, ekibi de, danışmanları da, bence Atatürk'ü hiç anlamamışlar. Atatürk olgusunun yüzeyinde, uzağında kalmışlar. Bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bazı önyargıları var ve bütün filmde hiç sevgi yok. Büyük insanlara meraklı komşu gibi, paparazzi gibi, hele softa gözüyle bakılamaz. Can nerede durduğunu, kendisini savunan ve alkışlayan bazı kalemlere bakarak kavrayabilir. Fatih Sultan Mehmet, Kadırgalı Abdullah Molla anlatılır gibi anlatılamaz.Tersi de olmaz. Biçim öze uymalı. Bu kural anlatım sanatının temel kuralıdır. Ayrıca takt diye bir şey vardır ki Türkçeye denlilik, incelik diye çevrilebilir. Bu yazık ki genç kuşakların örneğini pek az gördükleri bir tutum. Bir şeyi incelikle anlatamıyoruz. Kabalık yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Oysa bilginin üslubu nazik, sesi sakindir.

- Can Dündar Atatürk'ün Armstrong'un Bozkurt kitabını hoşgörüyle karşıladığını anlattıktan sonra genele seslenerek diyor ki: "Böyle hoşgörülü Atatürk'ten siz sansürcü, ceberut bir portre yaratmışsınız ve bize onu yutturmaya çalışıyorsunuz. Ben o Atatürk'ü benim liderim saymıyorum. Ben kendi tanıdığım lideri anlatmaya çalışıyorum."
Siz ne diyorsunuz?

ATATÜRK HİÇ CEBERUT DİYE NİTELENMEDİ
- Sansürcü Atatürk ne demek anlamadım. Lafın gelişi söylemiş olmalı. Ceberut Atatürk'e gelince: Hiçbir uygar, vicdanlı, sağduyulu, gerçeğe saygılı insan, Atatürk'ü ceberut diye nitelememiş, tanıtmamıştır. Şimdi de Atatürk'ü öyle anlatan ciddi, gerçekçi tek bir inceleme, araştırma, hikâye yok. Kimse Atatürk'ü Can'ın iddia ettiği gibi 'ceberut diye yutturmaya' kalkışmıyor.


Atatürk'ü yakından tanıyan birçok kimse anılarını yazarak Atatürk'ü anlatmıştır. Birkaçı: Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay, Y.Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Kılıç Ali, Salih Bozok, M. Müfit Kansu, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü, Celal Bayar, Damar Arıkoğlu, Fahrettin Altay, Hasan Rıza Soyak, Hüsrev Gerede, Kazım Özalp, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Süreyya Ağaoğlu, Y. Kemal Tengirşenk, Aralov, J. Grew, Madame Gaulis, General Sherill vb... Hiçbirinde Atatürk ceberut olarak anlatılmaz, anılmaz, ima bile edilmez. Hiçbir okul kitabında da böyle bir niteleme yoktur. Çünkü Atatürk ceberut değildi. (Ceberut=acıması z, zorba) Can'ın 'ceberut Atatürk' iddiasının ciddi bir dayanağı yok. Kendi ileri sürüyor, kendi karşı çıkıyor. Gölge boksu yapıyor.
- Atatürk'ün ceberut olduğunu yazmaya yeltenen hiç kimse yok mu?
- İstisnasız kural olur mu? Birkaç kişi var.
- Kimler?
- Bunlar Can Dündar'ı ve Mustafa filmini alkışlayanlar arasında yer alıyorlar. Atatürk'e, "Diktatör, bütün yetkileri elinde topladı, söylediği kanundu, muhaliflerini temizledi" filan diyen, Mussolini gibi kepaze bir adamı anıştıran da Can Dündar'ın kendi ve ekibi. Filmde bir iki sahne dışında, Atatürk'ün büyük, güzel özelliklerini anlatan, yansıtan bir hava yok. Ne kadar sevgisiz bir işleyiş. Film gittikçe karamsarlaşan, olumsuzlaşan, durgunlaşan bir havayla sürüyor, final tüy dikiyor.

YAPTIĞI İLE SÖYLEDİKLERİ BİRBİRİNİ TUTMUYOR
Can'ın yaptığı ile söyledikleri birbirini tutmuyor. Şimdiye kadar, birkaç dinci ve Armstrong'dan başka hiç kimse Atatürk'ü, Mustafa filmi gibi anlatmadı. Resmi anlatımın gölgesinde kalmayayım derken, gerçeğin çok dışına, uzağına düşülmüş. Bu asla unutulmayacak bir talihsizlik.
- Can Dündar Atatürk'e sansür uygulandığından yakınıyor...
- Atatürk'ü sansürlemek akla ve ahlaka aykırı bir şey. Ama koca bir hayatın içinden cımbızla birkaç cümle, birkaç ayrıntı seçip de bunları bir karakterin anahtarı diye ileri sürmek de sansür kadar akla ve ahlaka aykırı bir davranış olur.
Cumhuriyet 11.12.2008

Can'ın görmezden geldiği çalışmalar
- Can Dündar Hürriyet'teki Ayşe Arman röportajında diyor ki: "Kimsenin bir Atatürk filmi yapma niyeti yok. Yapsalar 70 yıldır yaparlardı. Kimse bir şey yapma derdinde değil.." Sizce doğru mu söylüyor?


- Konuya uluslararası maceracılardan söz ederek gireyim. Biri Laurence Olivier'nin oğluydu. Allahtan bunlara bir Atatürk filmi çektirilmedi. Yalan yanlış olacağına hiç olmaması daha iyidir. Mustafa filmi bu konuda uyarıcı bir örnek. Bilmeyen, anlamayan, dersine çalışmayan bu konuya elini sürmesin!


Rahmetli Behlül Dal Atatürk'le ilgili beş-altı kısa film yaptı, Devlet Tiyatrosu sanatçıları da oynadı. Zaman zaman televizyonlarda yayımlanıyor.


Kültür Bakanlığı 1992'de Atatürk'le ilgili bir dizi film yaptıracaktı. Bu yararlı düşünceyi gerçekleştirmek için birçok yazara senaryo ısmarlandı. Fakat neden bilmem yalnız biri filmleşti: Refik Erduran'ın Metamorfoz'u. Yönetmeni Feyzi Tuna. Bu film de TRT'de yayımlanmıştır.
Son olarak TRT 1990'larda sayın Ziya Öztan'a iki dizi (ve film) yaptırdı: Kurtuluş ve Cumhuriyet. Bu çalışmalar 1921 ile 1933 arasındaki en yoğun, anlamlı, eşsiz dönemi kapsıyor. Bunlar Ziya Öztan'ın bilgisini, bilincini ve ustalığını kanıtlayan, işlediği dönemi dürüstçe ve sanatlıca anlatan çalışmalar. Çekimleri toplam üç yıla yakın sürmüş, on binlerce insanın katkısıyla var olmuşlardır. Çok büyük yankı uyandırdıklarını söylemem gereksiz.
Özellikle bu iki önemli çalışmayı bir kalemde silip geçmesini, Can Dündar'a hiç yakıştıramadım. Ustaya, emeğe, gerçeğe saygı lütfen! Ama Mustafa filminin bir yararı oldu. Atatürk filmi yapmak için çeşitli grupların çalışmalara başladığını duydum, çok sevindim. Atatürk'ü doğru anlatmak, bu olumsuz, tuhaf, gerçeğe aykırı çalışmalar, çabalar, yorumlar karşısında, bir vatan görevi, bir ahlak borcu oluyor.

BANA VERDİĞİ SÖZÜ TUTMALI
- Ek olarak "Biri yapsa da beynine binsek diye bekliyorlar" diyor, eleştirileri 'linç' diye niteliyor...
- Bazı hususlardaki eleştirilerin haksızlığını, filmde karşılıklarının bulunmadığını ben de kabul ediyorum. Bunlara tepki göstermekte haklı. Kendisine bu nedenle 'sabır' dilemiştim. Ama birçok ciddi eleştiri, uyarı, yerme var ki, onları 'linç' diye nitelemek kesinlikle doğru olmaz.


Mustafa filminin bazı sahnelerinde, bir milletin tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok ağladığı bir kahramanın anısı ve saygınlığı yaralanıyor, incitiliyor.
Asıl linç bu.
Buna tepki gösterilmemesi, doğruların açıklanmaması çok hazin, rezil, acı bir şey olurdu. Can Dündar, bu tepkilere, eleştirilere, suçlamalara katlanmalı ve hiç gecikmeden bu yanlışlıkları, eksiklikleri düzeltip filmi gerçeğe uygun, kahramanına saygılı hale getirmelidir. Yani bana verdiği sözü tutmalıdır.
Cumhuriyet 12.12.2008

Dündar'ın 'Mustafa' filminin en büyük kusuru Atatürk'ü anlatan iki önemli olguyu yansıtmaması:
Kurtuluş ve çağdaşlaşma
- Can Dündar diyor ki: "Atatürk'ün özel hayatını anlattığımız söyleniyor. Ama aslında film onu anlatmıyor. Başka bir mücadele var Atatürk'ün hayatında, ben onu fark ettim ama.. gelen tepkilere bakıyorum da filme çok yedirememişim. "

- Fark ettiğini söylediği mücadeleyi açıklamayı biraz sonraya bırakalım, önce şu sözlerini konuşalım. Atatürk'ün özel hayatını anlatmıyorsa, filme bazı alışkanlıklarını, bazı nitelemeleri sokuşturmasının nedeni, anlamı ne? Ne kazandırıyor bunlar filme, Atatürk'e, Cumhuriyete, genç kuşaklara, çocuklara?..

İncelikten, denlilikten yoksun bu üslup pek çok insanı incitiyor.
Bazı öğrencilerin filmden etkilenerek söyledikleri Atatürk aleyhindeki sözleri duyuyor ve ürperiyorum. Film bütün okullara pazarlanıyor. Can, filmin öğrencilere pazarlanacağını bilmiyor muydu? Bilmemek olur mu? Asıl hedef kitle öğrenciler! Para ordan gelecek. Pazarlanınca bazı sahnelerin, sözlerin, nitelemelerin çocukları nasıl olumsuz etkileyeceğini hiç mi hesaba katmadı? 32. Gün'de iki kişi, bu anlatımı, resmi söylem dışında özel bir eser olmanın gereği gibi savundu.
Resmi söylem dışında, özel bir eser olmak, kalın, kaba, hoyrat, sorumsuz olmayı mı gerektiriyor? Haksız davanın savunucusu olmak ne güç. İnsanı yanlışın arkasında durmaya zorluyor.
Sanatçının önüne malzeme yığılır. Sanatçı aklı, sağduyusu, zevki ve bilinciyle bu yığını ayıklayıp seçmesini bilen kişidir. Yoksa çalışma, deli kızın çeyiz bohçasına döner, ya da saatli bombaya ya da zehir çanağına.

EN AZINDAN ÖZÜ YANSITILMALIYDI
Mustafa adı verilen filmin büyük kusuru şu:

Atatürk olgusu iki saate sığdırılamaz elbette.. ama film, bu olgunun özünü yansıtmalıydı, o yok. Bu olguyu iki sözcükle özetleyeyim: Kurtuluş ve çağdaşlaşma.

Dört yandan işgal edilmiş yoksul, çağdışı bir ülke. Para yok, silah yok, örgüt yok.. galipler yüz yıllık hazırlıklarının ürünü olan Sevr Ant-laşması'nı dayatarak, Türkiye'yi parçalamak ve ebediyen denetim altında tutmak istiyorlar. Anadolu'yu 400.000 silahlı kuvvet işgal ediyor. Teslimiyetçi ve işbirlikçi İstanbul yönetimi Sevr'e, parçalanmaya, denetim altında yaşamaya razı olmuş. On yıl süren savaşlar halkı bitirmiş. Atatürk işte bu yaman koşullar içinde kurtuluş ve bağımsızlık bayrağını açıp milletiyle birlikte vatanını kurtaran adamdır.
Bu kadar mı? Hayır.

Dahası var: Bağımsızlığın kazanılmasından sonra her alanda çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı başlatır. Bu, bir büyük hayat hamlesi, sömürücü Batı'ya karşı da çok ciddi bir önlemdir. Büyük ve ebedi kurtuluş budur. Sömürüden, horlanmaktan, bilgisizlikten, ilkellikten, bağnazlıktan, kurbanlık koç olmaktan, Batı karşısında el pençe divan durmaktan, maddi manevi kölelikten kurtuluş!
Bu hamle iki ayaklıdır: Birinci ayak sosyal, kültürel, manevi kalkınma, ortaçağdan yeni çağa geçiş, kadının eşit haklar kazanması, aklın ve vicdanın özgürlüğe kavuşmasıdır; milletleşmedir, yani Anadolu Rönesansı ve hümanizmasıdır. İkinci ayak maddi kalkınmadır. 1923'te yüz küsur fabrika vardı, 1933'te, on yıl içinde, fabrika sayısı iki bin küsur olmuştur. Durgun, çağdışı bir köylü toplumu Cumhuriyetle birlikte silkiniyor; üretici, çağa açık, yaşayan bir toplum olmaya başlıyor. 15 yıllık kalkınma hızı ortalaması yüzde 10, sanayileşme oranı yüzde 19'dur ki.. dünya rekorudur. Atatürk işte bu müthiş hayat hamlesinin de öncüsü, mimarıdır. Bugün neyimiz varsa hemen hepsini kendisine borçlu olduğumuz insan. Açıkçası, dünyada hiç benzeri olmayan biri!

ATATÜRK YOK, EMPERYALİZM YOK, SEVR YOK, LOZAN YOK...
Mustafa filminde bu yok işte, Atatürk yok!

Başka? Emperyalizm yok, kapitülasyonlar yok, Sevr yok, Lozan yok, çağdaşlaşma yok, devrimler yok, laiklik yok, millet mektepleri yok, halkevleri yok, eğitim destanı yok, demiryolcular yok, sağlık mücadelesi yok, Medeni Kanun yok, aklın özgürleşmesi yok, gençlik yok, konservatuvar yok, sanat yok, öğretmene verilen büyük önem yok, üniversite yok, fabrikalar yok.. Atatürk'ün bağımsızlık ve uygarlık bayrağı altında toplanan halk, o fedakâr, çalışkan, bilinçli millet yok.. o canlılık, saygınlık, umut, güven, yaşama sevinci, birlik ve dirlik yok.
Vatan padişahın mülküydü, milletin oldu. Saltanat hanedanın hakkıydı, millete geçti. Halk padişahın kuluydu vatandaş oldu. Bu bir Doğu ülkesi için hayal bile edilemez, emsalsiz, olağanüstü, mucize gibi bir devrimdir.

Atatürk bunlar demektir.

Filmi ruhsuz, özsüz, etkisiz, eksik yapan bunların olmaması, kurtuluşu ve atılımı yansıtmamasıdır. Bunlarla ilgili birkaç sözcük yok değil. Ama bir kurtuluş destanı ve büyük hayat hamlesi bir iki fırça dokunuşuyla anlatılamaz. Filmdeki bu ruhsuzluk, Atatürk'ü küçültmeye, Milli Mücadele'yi önemsizleştirmeye, Cumhuriyeti yermeye çalışan kafa ve kalemleri sevindirmiş, memnun etmiş görünüyor. Bu durum Can gibi çağdaş bir Cumhuriyet genci için iftihar edilecek bir durum değil.
Cumhuriyet 12.12.2008

Laikliğin üzerinde bile durulmamış
- Atatürk'ü neden anlamakta, anlatmakta zorlanıyoruz?
- Biz dâhisi az bir milletiz de ondan. Bir dâhiyi anlamanın, kavramanın, açıklamanın, yorumlamanın, çözümlemenin, tanımlamanın, betimlemenin acemisiyiz. Deneyimimiz çok az. Biz Fatih Sultan Mehmet gibi bir dâhiyi de gerektiği gibi yorumlayabilmiş , açıklayabilmiş değiliz. Atatürk'ü, tarihin bir döneminde var olmuş ünlü bir asker, bir siyasi lider gibi anlamak ve böyle anlatmak Atatürk'ü hiç anlamamış olmak demektir. Bir dağ gibi yaklaştıkça büyüyor, görme alanımızın dışına taşıyor. F. Rıfkı Atay diyor ki: "Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir yazı veya Nutuk'undan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir." (Çankaya, s. 686)
Şimdi neyi fark ettiğine gelelim.

- Fark ettiği hususu şöyle açıklıyor: "Asıl mücadele, ne Yunanlılara, ne asi Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk'ün asıl mücadelesi, 'iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi'. Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm..."

- Akşamdan sonra sabahlar hayrolsun! Bu anlattığı şey, çağdaşlığın, Cumhuriyetin, özgürlüğün ve milliliğin özünü oluşturan laiklik. Şu bildiğimiz laiklik. Fransız devriminden ve TBMM'nin Ocak 1921'de kabul ettiği anayasanın ilk maddesinin yürürlüğe girmesinden beri dünyada ve Türkiye'de geçerli olan devlet niteliği. 1921 Anayasası'nın ilk maddesi şöyle: 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. ' Böylece ilahi egemenliğin yerini halk egemenliği alır. Egemenliğin kaynağı gökten yere iner. Bunu doğal olarak saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, hilafete son verilmesi, eğitimin birleştirilmesi, Medeni Kanun'un kabulü, laikliği güçlendiren öteki devrimler, kurumlar ve kanunlar izleyecektir. Şunu da belirteyim, Atatürk'ün asıl mücadelesi çağdaşlaşmadır. Laiklik; çağdaşlaşmanın bir parçası, olmazsa olmaz özelliğidir. Türkiye'nin uygar yüzünü çağdaşlaşma çabası oluşturur.
ATATÜRK'ÜN DİN İLE DİNDARLA SORUNU YOKTU
Kısa bir ek yapayım: Laiklik dinsizlik değildir, din karşıtlığı da değildir; Cumhuriyetin ve Atatürk'ün din ile, dindarlar ile hiçbir sorunu olmamıştır. Cumhuriyetin ve Atatürk'ün karşı olduğu husus din ticareti, din aktörlüğüdür.. dini; çıkar, iktidar, siyaset, halkı kandırmak için kullanmak, sömürmektir; insanlarımızı aldatmaktır, hurafelerdir. Bu sömürüye, aldatmaya kuşkusuz her gerçek dindar da karşıdır. Din sömürücüleri o zaman da sorundu, bugün de sorundur, yarın da sorun olacaktır.

Can Dündar, Mustafa filminde laikliği, onun hayati önemini, demokrasinin altyapısı olduğunu anlatıyor mu? Hayır. Konuşmasında üzerinde duruyor ama.. filmde önem bile vermiyor.
Filmde Atatürk'ün laikliği tanımlayan, anlatan, açıklayan, savunan, yerleştirmeye çalışan, güçlendiren birçok sözünden bir ikisini kullanıyor, röportajlarında bu sözleri din karşıtı söylemler gibi yorumluyor. Hatta Ayşe Arman'la yaptığı konuşmada diyor ki: "Bütün insanlık tarihinde dinin, tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider."


Koskocaman bir yanlış!


Atatürk -ve arkadaşları-, dünyadan ve tarihimizden ders ve ibret alarak, dini vicdanlara emanet etmiş, din ile siyasal hayatı ve devlet işlerini birbirinden ayırmışlardır. Ama toplumsal hayattan silinmesini istememişlerdir. Dini toplumsal hayattan silmek istemek, düpedüz yasaklamak demektir. Hepsi buna güçlerinin yetmeyeceğini bilecek kadar akıllı ve dine saygılı insanlardı.
Atatürk ve arkadaşları dini, ibadeti, ezanı, kurbanı, orucu, fitreyi, zekâtı, dini bayramları, mevlidi, imamları, müezzinleri, müftüleri yasakladı mı? Hayır! Camileri, mescitleri kapattı mı? Hayır! Atatürk, Elmalılı M. Hamdi Yazır'a kendi cebinden para vererek Kuran'ı çevirtmiş ve yorumlatmış mıdır? Evet! Öyleyse Atatürk'ü bu taş gibi gerçekleri dikkate almadan anlatmaya, açıklamaya çalışmak, iyi niyetle, gerçeğe saygı ile bağdaşır mı?

Atatürk'ün aklıyla vicdanı arasında kaldığı anlar olabilir. Arayışlardan geçen iman daha güçlü, bilinçli imandır. Ben din bakımından Atatürk'ün kişisel durumu konusunda, ölene kadar yakınında bulunmuş olan Hafız Yaşar Okur'a inanırım. O Atatürk'ü inançlı, saygılı bir Müslüman olarak anlatıyor. Yabancı gazetelerde çıkan uydurma röportajlara, hele bizim sahte tarihçilere hiç inanmam. Ben Atatürk dönemini yaşadım. Hiçbir iddia, hayattan, gerçeklerden daha güçlü olamaz. (Meraklısı için: Hafız Yaşar Okur, Atatürk'âle On Beş Yıl, Sabah Yayınları, İstanbul, 1962)

Cumhuriyet coskusu yok, halk yok, devrimler yok ama Ataturk’u anlatmayan seyler cok
Hangi birini duzelteyim


- Filmde Cumhuriyet donemi nasil anlatiliyor?

- Mudanya, saltanatin kaldirilisi, Lozan, Cumhuriyet, devrimler donemi donuk bir uslupla ve hizla ozetlenip geciliyor. Yine halk yok, halkin destegi yok. Halkin destegi olmadan Kurtulus Savasi verilir mi, bu buyuk atilim gereceklesebilir mi? Serbest Parti olayi yok. Eski dusman Venizelos’un Ataturk’u Nobel Baris Odulu’ne aday gostermesi yok. Montreux yok. Dis politika hic yok. Cumhuriyet Meclis’te buyuk coskuyla, sevinc gozyaslari, kucaklasmalar, cigliklarla kabul ve ilan edilmistir. Gelibolu Milletvekili Celal Nuri Ileri bu olayi buyuk bir heyecanla ve cok guzel anlatiyor. ( S. Turan, Turk Devrim Tarihi, 3/1, s. 24 vd. ) Ama filmde bu cosku verilmiyor, Ataturk yeni dis yaptirmis, daha alisamamis, cumhurbaskani secilince bu yuzden kisa konusmus, bu anlatiliyor!

Can Dundar ve ekibince Cumhuriyetin ilani ile ilgili en onemli ayrintinin bu oldugu anlasiliyor. Kronoloji yanlislari da var. Mesela saltanatin kaldirilisi sirasinda Ataturk’un Karma Komisyon’da yaptigi ihtilalci konusma, baska zamana kaydirilmis. Anlami degismis. Bu donem Ataturk’un onderliginin, devlet adamliginin, devrimciliginin, ogretmenliginin, dusunurlugunun devlestigi donem! Ama filmde bu yok.

FILMDEKI ATATURK
- Neler var?

- Ozet olarak aktariyorum: Ataturk, medreseleri kapatarak ilkokulda Kaymak Hafiz adli ogretmenden yedigi dayagin intikamini almis, butun gucu elinde toplamis, sozu kanunmus, Mussolini’nin heykeltirasi Canonica’ya heykellerini yaptirarak memleketi heykelleri ile doldurmus, cumhurbaskani olunca ciddi bir isi kalmadigindan alfabe, dil ve tarih konulariyla ilgilenmis ya da oyalanmis, dalkavuklara inandigi icin isler iyi gidiyor sanmis, aldanmis, gercegi ogrenince cok uzulmus, Izmir suikastini vesile ederek muhalefeti temizlemis, devrim cocuklarini yemis, sozu kanunmus, her gun bir buyuk sise raki, 3 paket sigara iciyormus, kadin duskunuymus, cevresinde dostlarindan pek azi kalmis, gittikce yalnizlasmis, kimsesiz, yapayalniz olmus.

Bu ozeti yaparken bile icim bulaniyor. Iste Can Dundar’in ve ekibinin anlattigi, bazilarinin destekledigi ve begendigi film ve filme gore Ataturk ve donemi bu.

Bu iddialarin hangi birini duzelteyim?

Dogrusu, ‘ogrenin de gelin’ deyip gecmekti. Ama susmaya hakkim olmadigini dusunuyorum. Ozellikle genc ogretmenleri ve sevgili ogrencileri dusunerek.
Medreseleri kapatarak, Kaymak Hafiz’dan yedigi dayagin intikamini almismis. Buyrun, psikolojik bir cozumleme ornegi! Koca egitim devrimini bu basitlige indirmenin yersizligini kendi de fark etmis olmali ki bu cumleyi yazdigina pisman oldugunu soyluyor.
Ya oteki cumleler? Sistematik olarak, severek, onem vererek, saygiyla okuyup incelese, Ataturk’u ve o donemi kavramaya cabalasa, oteki cumleleri yazdigina da cok pisman olacagina inaniyorum.

ISTEGI KABUL OLMADI
Ataturk sevgi, saygi, minnet ve hayranlik halesiyle cevriliydi. Ama butun gucu elinde toplamis degildi. Butun guc ne demek? Butun guc sozunun icine icra, yasama ve yargi girer. Butun bu erkler elinde miydi? Soz konusu bile degil. Sistemin kurallarina ve gereklerine buyuk saygi duyardi. Meclis’e cok buyuk onem verirdi. Bu cumle yetersiz incelemenin, ustunkoru anlatimin bir yeni ornegi. Bakiniz: Ataturk 1924 Anayasasi’nda cumhurbaskanina Meclis’i fesh etme ve yasalari veto edebilme yetkilerinin yer almasini israrla istemis ama istegi kabul olunmamistir. Oysa 1924 en kudretli zamaniydi.
1938 yili Kasim’ina kadar TBMM’den 3.500 kanun gecmistir. Devrim kanunlari ile birlikte Ataturk’un cumhurbaskani olarak toplanti donemleri basinda Meclis’te yaptigi konusmalarda kanunlastirilmasini tavsiye ettigi konularin sayisi 100’u bulmaz. Kanunlastirilmasini tavsiye ettigi konularin cogu da, konusmalarinda hukumetin istegi ile yer almistir.
SOZU KANUN DEGILDI
Sozu kanun degildi. Sozu kanun olsa toprak reformu kanunu Meclis’ten gecerdi. Sozunun kanun oldugunu iddia etmek o donemi hic bilmemektir. Ataturk’un Turkiye’yi cagdaslastirma gibi buyuk bir programi vardi. Onu gerceklestirmek icin turlu yollar, yontemler denemistir. Cagdaslasma programi bazi onemli devrim kanunlarinin cikarilmasini gerektiriyordu. Ataturk bu konulari halkla, yetkililerle, uzmanlarla, bilginlerle, gazetecilerle konusuyor, tartismaya aciyor, kamuoyunu tartiyor, hazirliyor, konuyu olgunlastiriyor, basbakani ve ilgili bakani ikna ederek, hukumetin konusu haline getiriyordu. Kanunu Meclis’e hukumet sunardi.
Genel sekreterlerinin anilari okunursa, hicbir yetkiliye emir vermedigi, yetkisine karismadigi da anlasilir.

(Onemli bir eser: Prof. Dr. Halil Inalcik, Ataturk ve Demokratik Turkiye, Kirmizi Yay. Ist. 2007)
Ataturk’un projelerini bilmiyor


Filmde Cumhurbaskani olunca onemli bir isi kalmadigi, bu nedenle alfabe, dil ve tarih gibi konularla ilgilendigi soyleniyor. Istenildigi kadar yumusatilarak soylenilsin, bu bakis sunu bir daha gosteriyor: Can Dundar ve ekibi, Ataturk’u de bilmiyor, donemini de, programini da, projesini de, bu projenin anlamini da, neden gerektigini de. Bunlar tarih denizine girip de hic yuzmemisler, kiyida ayaklarini islatmislar sadece.


Alfabe devrimi yapildigi sirada okur yazar erkek orani yuzde 7 , kadinlarda bu oran binde 4 idi. 600 yillik bir imparatorlugun ana vatanindaki halkin egitimi bu acikli duzeydeydi.


Alfabe devrimi sayesinde okur yazar orani buyuk bir hizla artacaktir. Millet mektepleri, art arda acilan kiz ve erkek okullari, sanat okullari, ogretmen okullari, egitmen kurslari ve bu kurslarin devami olan Koy Enstituleri olgusu, bu buyuk devrimin dallaridir.
Filmde kullanilan sade, yalin Turkce de, dil devriminin eseridir. Yoksa Hacivat uslubu ile konusacaklardi.

TARIH ARASTIRMALARI ATATURK’LE BASLADI
Turk tarihi ve Anadolu hakkindaki ciddi arastirmalar hic kuskusuz Ataturk’le baslamistir. Bu caba, cok kapsamli, cok ciddi, cok anlamli, Bati emperyalizmine karsi savunmayi da amaclayan bir calismadir:


Ozetleyeyim: Rumeli’yi bizim saniyorduk. Ataturk’un dedigi gibi, bir gun geldi ‘sopayla kovulduk’. Sevr ve eki olan Uclu Anlasma, Anadolu’yu da parcalamak, Turkleri Anadolu ortasina surup hapsetmek istiyordu. Doguda Ermenistan, Kurdistan kurulacakti. Edirne, Tekirdag, Kirklareli ile Izmir cevresi Yunanliya verilmisti.

Istanbul ve Canakkale Bogazlari ve cevresi isgalcilerin denetimi altinda bir kurul tarafindan yonetilecekti. Dogudan batiya kadar butun guney Anadolu cikar bolgeleri olarak Ingiliz, Fransiz ve Italyanlara ayrilmisti. Bu barbar anlayis Lozan’da da talihini denedi ama sonuc alamadi. Ataturk ve arkadaslari emperyalizmin her oyununu gormus, yasamis, acisini tatmis, akilli, uzak goruslu, yurtsever, uyanik insanlardi. Hep tetik durdular. Bu parcalayici, barbar anlayis, Ataturk zamaninda, firsat bulunca yeniden ortaya cikmak icin geri cekildi (Bu anlayis yine tirnaklarini gosteriyor).

Bu buyuk calisma belki soyle ozetlenebilir: Anadolu’yu bir butun olarak korumak, vatanimiza gecmisiyle birlikte sahip cikmak, millete ozguven vermek. Turk Tarih Kurumu, Dil ve Tarih-Cografya Fakultesi, Etnog-rafya Muzesi, her ilde art arda acilan muzeler, kazilar, ceviriler, kongreler, kitaplar ( Tarih I,II,III ve IV), tezler ve halkevleri bu cabanin parcalaridir.


Acaba anlatabildim mi?


Bes yildizli bir carpitma


Filmde ozet olarak, “Ataturk dalkavuklara inandigi icin islerin iyi gittigini saniyordu, aldanmisti, gercekleri ogrenince cok uzuldu” deniliyor. Bu iddianin kaynagi Genel Sekreter Hasan Riza Soyak’in anilarinin 2. cildinin 405-406. sayfalaridir. Ataturk Izmir-Aydin- Isparta’yi ziyaretten sonra 6 Mart 1930 gunu, Antalya’ya gelir. Ataturk o gun cok yorgundur.


Yalniz kalinca Genel Sekreteri H. Riza Soyak’a dert yanar: “Her yerde dert, sikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi manevi bir perisanlik icinde. Ferahlatici pek az seye rastliyoruz. Mateessuf memleketin hakiki durumu bu iste. Bunda bizim gunahimiz yok. Uzun yillar, hatta asirlarca dunyanin gidisinden gafil, birtakim suursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket, duse duse su acinacak duruma dusmus.”


Soyle devam eder: “Ileri milletler seviyesine erismek isini bir yilda, bes yilda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsizdir. Biz simdi o yol uzerindeyiz. Kafileyi hedefe dogru yurutmek icin insan takatinin ustunde gayret sarf ediyoruz.”

Hasan Riza Soyak’a gore Ataturk’un gozleri dolmustur, hafifce elleri titriyordur. Ataturk bu konusmayi soyle baglayacaktir:“Yeise degil hatta ufak bir tereddute dahi dusmeye yer yoktur. Halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, umit ve sevk icinde yolumuza devam etmeliyiz. Er gec fakat muhakkak gayemize varacagiz.”

Filmde anlatilan sahnenin asli bu.

Ne yalan soyleyen dalkavuklar var, ne Ataturk’un durumu bilmedigi, ne kandigi, ne kandirildigi, ne birdenbire bilmedigi gercekleri ogrenince uzuldugu. Sahne butunuyle saptirilmis. Uzulmesi cok soylu, cok saygi uyandirici degil mi? Bu sevgi, sefkat sahnesinden, dalkavuklarla cevrili, aldatilan, gerceklerden habersiz, gafil bir adam hikâyesi cikarmak icin ne olmali, nasil olmali?
Bes yildizli bir carpitma!


DINLE DEGIL IRTICA ILE, YOBAZLARLA HESAPLASTI-


Filmde Ataturk’un Meclis’i, 23 Nisan 1920’de bircok dini degeri kullanarak actigi soylendikten sonra deniyor ki:“Dayandigi bu guclerle ileride hesaplasacakti.” Boyle mi oldu gercekten?- Meclis’i acarken o donemin kurumlarindan, egilimlerinden yararlanmaktan daha dogal ne olabilir? 600 yillik bir duzene karsi cikilacakti. TBMM bir ihtilal kurulusudur. Ama Ataturk ve Cumhuriyet, ileride, din ile degil, irtica ile, ortacag ile, yobazlikla, bunlara kucak acanlarla hesaplasti.

Altini cize cize soyluyorum, Ataturk’un de, Cumhuriyetin de dinle, dindarla bir sorunu olmamistir. Bircok olaylar uydurarak tersini iddia edenler, Ataturk karsiti dincilerdir. Simdi bu iddiayi paylasan formasi baska Ataturk karsitlari da vardir.


Dogru tarihi bilselerdi, hicbiri Ataturk karsiti olmazdi. Sahte tarihler ve maksatli soylentilerle yetistiler. Bu yuzden Ataturk’e karsilar.


Inaniyorum ki bir gun dogru tarihi ogrenecekler ve bu yapma, tehlikeli ikilik bitecek.


Can Dundar bu yanlis, haksiz, sonradan uydurma iddialarin izinde gorunuyor. Umarim daha fazla yurumeden durur ve dusunur.


Onu kiyidan koseden, yatagindan, sofrasindan didiklemeye calismak insanca yaklasmak degildir.



Ataturk’u yanlis anlatanlar cok-



Can Dundar soruyor: “Biz yeri asla dolmayacak, dogmalastirilmis bir kutsal onder pesinde miyiz, herkesin onun gibi olmasini isteyecegi bir ornek kisilik mi?”

Ne diyorsunuz?- Ataturk’u dogmalastiranlar, abartili anlatimlarla ucuranlar var. Fakat bunlarin sayisi yok denecek kadar az. Ustelik bu yaklasim gecmiste kaldi. Ataturk’e haksizlik edenler, onu cocuklara, genclere, bin turlu yalan soyleyerek yanlis tanitanlar ise hayli cok. Sahte tarihler, ansiklopediler insanin midesini bulandiriyor. Bu iki ucun arasinda, Ataturk’e minnet ve saygi duyan, gerekli sayginin gosterilmesini isteyen vefali, kadirbilir, vicdanli, sagduyulu, saglikli milyonlar var.


Bu milyonlar icin Ataturk dogma degil, ilah da degil. Ama cok degerli bir insan. Ataturk’u dogma gibi gosteren, benzersiz, essiz olmasi. Degerine, buyuklugune yaklasan kimse yok. Keske benzerleri, ona yaklasanlar olsa. Sorunlarimizi cozse, onurumuzu tazelese, dik durmamizi saglasa, bizi yeniden yekpare bir millet yapsa. Supermen de degil elbette ama onu elestirenlerle karsilastirinca insanin gozune supermenden de daha guclu, daha buyuk ve harika gorunuyor. 32. Gun cekiminin yapildigi gun, kendim dahil, katilanlara baktim: Ataturk’un yaninda nokta bile degildik ve Ataturk’u tartisiyorduk.


ORNEK ALINACAK, SAYGI DUYULACAK COK NITELIGI VAR


Rahmetli Ataturk’u kiyisindan kosesinden, sofrasindan yatagindan didiklemeye yeltenmek, insanca yaklasmak, insanca anlatmak degildir. Bu palavraya, ucuzluga, basitlige bir son verelim.Ataturk’un ornek alinacak, saygi duyulacak, imrenilecek bircok niteligi var. Okul kitaplarini bilirim. Uc yildir da okul okul geziyorum. Okul kitaplarinda Ataturk’e ait su guzel, insanca nitelikler anlatiliyor:Dogaya saygisi, bir cinar agacinin bir dalinin kesilmemesi icin kendisi icin Yalova’da yapilan evi raylar uzerinde kaydirtarak o tek dali kurtarmasi, cocuk sevgisi, hayvan sevgisi, okumaya meraki, yurt sevgisi, kurtariciligi, insanlara, milletine, annesine, kadinlara saygisi vb.

Hicbir kitapta Ataturk ulasilmaz, erisilmez bir insan olarak anlatilmiyor. Ama elbette saygiyla, sevgiyle, ovulerek, gururla aniliyor.Can Dundar’a soruyorum:Oglum, Mustafa filmi ile Ataturk’u, “herkesin onun gibi olmasini isteyecegi bir ornek kisilik” olarak mi isledin? Bize boyle bir Ataturk mu sunuyorsun?Bir dusun, iyi dusun, cok iyi dusun!


Vahidettin’le vedalasma
- Vahidettin’le vedalasmasi sahnesi icin ne diyorsunuz?
- Bu sahneyi anlatan kim?
- Sahi kim?
- Ataturk’un kendi. Mutareke donemi anilarini Falih Rifki Atay’a, Mahmut Soydan’a ve Yunus Nadi’ye anlatiyor, bu anilar ayni gunlerde yayimlaniyor. Ataturk, veda sirasinda Vahidettin’in soyle dedigini aktariyor: “Pasa, Pasa, simdiye kadar devlete cok hizmet ettin. Bunlarin artik hepsi bu kitaba girmistir. Tarihe gecmistir. Bunlari unutun. Asil simdi yapacagin hizmet hepsinden muhim olabilir. Pasa, Pasa, devleti kurtarabilirsin!”Mustafa filminde bu sozler yer aliyor ama arkasi gelmiyor. Oysa Ataturk, Vahidettin’in bu cumlesini bir amacla aktariyor. Aktardiktan sonra, bu sozun gercek anlamini yorumluyor, aciyor; Vahidettin’in bencilligini, acizligini, ufuksuzlugunu, Milli Mucadele ile hic ilgisinin olmadigini anlatiyor. Mustafa filminde Ataturk’un anilari, dincilerin istedikleri gibi kullaniliyor.


Bu iyi niyetle de, bilincle de, belgeselcilik ahlakiyla da bagdasir bir tutum degil.


Tek kelimeyle ayip!


Bu konuyu uzatmaya gerek yok. Meraklisi Ataturk’un Hatiralari’ni okuyabilir. (F R.Atay, s. 122-124, T. Is Bankasi Y. , 1965; yeni yayini: Ismet Gorgulu, Ataturk’un Anilari, s. 219-222, Bilgi Y., 1997 )

Ayrica benim, “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mucadele” adli kitabima bakilabilir. Bu kitapta Vahidettin ve Ataturk ile ilgili butun iddialar, yanlislar, yalanlar ve dogrulari yer aliyor, tabii bu veda sahnesi de. ( s. 232- 285)


Okurlarimin affina siginarak bir hususu belirtmeyi gerekli goruyorum: Soz konusu kitabim, “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mucadele” hakkindaki butun yalanlarin, yanlislarin ve yutturmacalarin derlendigi, saglam belgelerle dogrularinin aciklandigi 780 sayfalik bir calismadir. Bu calismaya bakmadan yakin tarihimizi anlatmaya calisanlarin cogu, yalan, yanlis ve yutturmaca tuzaklarina yakalaniyorlar.


Dinciler, o cumleyi, Ataturk’un aciklamasini vermeden, yani hokkabazlik yaparak Vahidettin’i aklamak, Milli Mucadele’yi planlamis gibi gostermek icin kullanirlar. Bu hayali kanitlamak icin bin dereden su getiriyor ve gulunc oluyorlar. Hem tarihe, hem okuyucularina, hem sagduyuya saygisizlik ediyorlar.
Can Dundar, bir belgeselci olarak ya bu sahneyi Ataturk’un yorumu ile tamamlamaliydi ya da bu sahneye hic yer vermemeliydi.

Tamamlamadigi icin tarihi tersine cevirmek icin cabalayan yutturmacilar kafilesi icinde yer almis oluyor.32. Gun’de soyle bir aciklama yapti:

Bu sahneden sonra Ingilizlerin Ataturk’un geri cagrilmasini istedikleri, Vahidettin’in de Ingilizlerin bu istegini yerine getirdigi veriliyor.

Bu bilgi, Vahidettin’in Milli Mucadele’yi planlamadigini belirtiyormus.


Belirtmiyor oglum!


Ne kendini kandir, ne bizi oyala. Duzelt o sahneyi!


Kurtlere ozerklik vaat etmedi


- Ataturk 1923 yilinda Izmit’te bazi gazetecilerle yaptigi toplantida bir soru uzerine ‘Kurtluk sorununa’ deginerek bilgi vermistir. Filmde yer alan Ataturk’un aciklamasi tartisma yaratti.- Evet, cunku Ataturk’un aciklamasi iyi ozetlenmemis. Ozetten salt Kurtlere yerel ozerklik verildigi anlami cikiyor. Ataturk Kurtlere ozerklik vaat etmiyor. Kurtluk adina bir sinir cizmenin mumkun olmadigini soyluyor. Sonra da TBMM’ce kabul edilmis olan 1921 Anayasasi’nin 11. maddesine deginiyor. Bu maddeye gore illerin ve nahiyelerin tuzelkisilikleri ve yerel konular bakimindan ozerklikleri var.


Ataturk bunu belirttikten sonra Turklerin de, Kurtlerin de, oteki unsurlarin da bazi yerel konularda illerini, nahiyelerini ozerk olarak yoneteceklerini soyluyor. (Suna Kili, S. Gozubuyuk, Turk Anayasa Metinleri, s. 106-107; M. Kemal, Eskisehir - Izmit Konusmalari, s. 105 (eksiksiz metin), Kaynak Y. 1998; Prof. Dr. S. Turan, Turk Devrim Tarihi, 3. Kitap, 1. Bolum, s. 109 vd.) Mustafa filminde Ataturk’un aciklamasi, tartismalara, yanlis anlamalara, kuskulara yer birakmayacak bicimde aktarilmaliydi. Bu da duzeltilmesi gereken sahnelerden biri.


LATIFE HANIM’IN ATATURK’U KOSKUNE DAVET ETTIGI YANLIS-

Latife Hanim’in Ataturk’u koskune davet ettigi soyleniyor. Bunun yanlis oldugunu saniyorum.- Haklisin, yanlis. Yuzbasi Armstrong’un uydurmalarindan biri de bu. Masala bayildigimiz icin bircok kitabimizda bu masal yer aliyor. Filmde de yer almis. Izmir yangini dolayisiyla kalinabilecek evler gezilirken Usakizadelerin beyaz koskune de bakilir. Ataturk ve Latife Hanim ilk kez bu vesile ile karsilasmislardir.



ATATURK’UN HEYKELLERI
Ataturk’un ilk heykeli Sarayburnu’ndaki heykeldir. (1926) Heykelci Canonica degil, Avusturyali Heinrich Krippel’dir. Konya Ataturk, Samsun Ataturk, Ankara Zafer, Afyon Zafer anitlarini da Krippel yapmistir. Pietro Canonica Mussolini iktidara geldigi sirada 53 yasinda, dunyaca unlu bir heykel sanatcisiydi. Kisacasi“Mussolini’nin heykeltirasi” degildi. Bu nitelemenin amaci ne? Iyi niyet bu anlatimin neresinde?


Canonica’nin yaptigi ilk heykel Ankara Etnografya Muzesi’nin onundeki atli heykeldir (1927). Bunu Sihhiye Meydani’ndaki maresal uniformali heykel, Taksim’deki Cumhuriyet Aniti ile Izmir’deki atli Ataturk aniti izlemistir.Hicbir heykel Ataturk istedi diye dikilmis degildir.


Illerin, belediyelerin, derneklerin ya da gazetelerin istemesi, onayak olmasiyla yaptirilmistir.


Ataturk doneminde yukarida saydiklarimizin disinda yanilmiyorsam baska bir heykel yaptirilmadi. Ataturk heykelleri ve bustleri furyasi cok sonra, 1960’larda baslamistir.

Ataturk’un Canonica’ya model durdugu, Canonica’nin da guya heykelin eskizini cizdigi sahne “Mussolini’nin heykeltirasi” nitelemesini daha da dusundurucu yapiyor.

Bu sahnede Ataturk’u oynayan aktor Mussolini’ye benzetilmis, onun unlu kibirli, siskin durusuyla duruyor. Bu cirkin sahnenin yonetmeni kim?

Can Dundar mi, bir baskasi mi?

Kimi kinayacagimi bilmek istiyorum.
Ataturk ve zafer heykellerinden boyle mi soz edilmeliydi?

Bu ne ham, bu ne gorgusuz anlatim! Anitlar toplumlarin tunctan, mermerden bellekleridir. Heykelin put sanildigi bir toplumda bu heykeller, hem ciddi bir devrimdir hem de kadirbilme anitlaridir.

Tabii anlayan icin.
Film, 1930 tarihine kadar Turkiye’de hicbir sey yapilmamis izlenimi veriyor


‘Turk mucizesi’ yok sayiliyor


Ataturk’un uzuntusu sirf bu sahne ile sinirli degildir. Duruma bircok kez uzulmustur. Basta o, herkes ulke hizla kalkinsin, her sorun bir an once cozulsun, uygarca, insanca yasayisa kavusulsun istiyor ama butce kucuk, yama buyuk, dert cok, istek cok. Hepsi ideal fedailerinin istirabini yasiyor.

Ne yapiliyorsa o kucucuk butce ile, o dar uzman kadrosuyla yapiliyor. Sorunlarin kaynagini Cumhuriyette bulanlar o donemi ve neler basarildigini hic bilmeyenlerdir. Bilgisizligin sefasini suruyorlar. Durumun daha iyi anlasilmasi icin birkac bilgi notu daha:
a. Ataturk neredeyse durmaksizin yurdu gezmekte, durumu incelemekte, yetkililerle konusmaktaydi.

Durumu en iyi izleyen insandi.

Cumhurbaskani olduktan sonra mesela Adana’yi 9, Balikesir’i 7, Bursa’yi 13, Canakkale’yi 5, Edirne’yi 3, Eskisehir’i 10, Izmir’i 7, Kayseri’yi 4, Konya’yi 6, Mardin’i 3, Mersin’i 6, Samsun’u 3, Sivas’i 4, Trabzon’u 4 kez ziyaret etmistir.


COK SEYLER YAPILDI
b. Bu olayin tarihi 1930’dur. Filmdeki sunus, bu tarihe kadar sanki Turkiye’de hicbir sey yapilmamis gibi bir izlenim veriyor.

Hayir! Cok sey yapilmisti, yapiliyordu.


Bu donem, durust Batili gozlemcilerin Turk Mucizesi diye nitelikleri her alanda kalkinma donemidir. Ilkele yakin bir miras kalmisti Cumhuriyet’e: Zavalli bir tarim, sifira yakin bir sanayi, ekonomi bakimindan yari somurge. Kisi basina milli gelir 4 lira.

Isgalciler savas sirasinda ve cekilirken bircok sehirlerimizi, kasabalarimizi, koylerimizi yakip yikmislar.

Milyondan fazla insanimiz ac ve acik.

Tek kurus borc almadan, ortacagdan cikmak ve yaralari sarmak icin dev gibi hizmet askiyla buyuk cabalar harcanmistir.
Yeri gelmisken soyleyeyim: Yakilan, yikilan on binlerce camiyi de cumhuriyet yaptirmistir. Cumhuriyete kanat gerenlerin hepsinin hayati bir destandir. Okullar yapiliyor, demiryollari millilestiriliyor (6 yilda 1.800 km. yeni demiryolu da yapilmisti), veremle, sitmayla mucadele ediliyor, elektrik santrallari kuruluyor, yetismeleri icin her konuda yurtdisina ogrenciler yollaniyor, kadin-erkek esitligi saglaniyor, sanayi kuruluyor, bilim, sanat ve spor destekleniyor, yargida ikilik kaldiriliyor, ucak fabrikasi aciliyor, Ankara ve Istanbul radyolari yayina geciyor, baraj yapimina baslaniyor, butcede denklik korunuyor, yeni devlet birimleri kuruluyor (mesela Merkez Bankasi, Istatistik Enstitusu, Meteoroloji G.Md.lugu), eskiyaligin koku kaziniyor, daha neler neler... Cumhuriyet butun bunlari kendi yagiyla kavrularak, borcsuz basarmistir ve hep daha iyisini, guzelini, ilerisini istemistir. Yapilanlari bu yuzden hep yetersiz gormustur. Bu tutku simdi de olsa!
c. Lozan’i imzalamak zorunda kalan Bati emperyalizmi yoksul Turkiye’ye kredi vermemistir. Bu sure icinde iki kez kismi seferberlik ilan edilmis (Seyh Sait isyani ile Mussolini’nin Dogu Akdeniz’le ilgili aciklamasi uzerine) ve dunyayi sarsan buyuk ekonomik bunalim (1929) baslamistir. Basari bunlara ragmen saglanmistir.
Iste boyle.
Filmde bunlarin hicbiri yok.
Ataturk’u kurtulus yolunda terk ettiler
Birdenbire onuncu yila ve Ataturk’un cosku, sevinc, gurur dolu onuncu yil soylemine geciliyor. Hani Turkiye’de her sey berbatti, perisandi, Ataturk’u kandirmislardi? Biri yalan soyluyor. Ataturk mu, Can Dundar ve ekibi mi? Filmin geneline bakarak karari sizler verin. Yine filmde “devrim cocuklarini yedi” deniyor. Suikastcilara ceza verilmesini “devrim cocuklarini yedi” diye anlatmak yakisiksiz bir yakistirma olur. Ittihatcilar davasinda idam edilen dort Ittihatcidan biri disindakiler Anadolu’ya gecmis, Milli Mucadele’ye katilmis bile degillerdi. Hicbiri devrimin icinde, yaninda yer almadi. Bunlar icin de devrimin cocuklari demek komik kacar.


“Devrim cocuklarini yedi” deyisiyle Kâzim Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy dusunuluyorsa, gercek sudur: Bu isimler Milli Mucadele doneminin onemli isimleridir. Hizmetlerini buyuk saygiyla anariz. Fakat Cumhuriyetin ilani uzerine muhalefete gecerler. Cagdaslasma atiliminda, bu amacli devrimlerde emekleri ve kararlari yoktur.


ADIVAR: PASA HAKLIYMIS


Devrim cocuklarini yememis, bu kimseler bas sectikleri Ataturk’u asil kurtulus yolunda terk etmislerdir. Birkac bilgicik: Karabekir Pasa ve soz konusu kimseler, “kendilerinden olusacak bir olaganustu kurul tasarlamis, her seyin bu ozel kurulun onayi ile yapilmasini” istemislerdir.
Yasal anlayisa aykiri olan bu oneri elbette kabul edilmemistir. (Inonu, Hatiralar, 2.c., s. 171 vd.)


Karabekir’in anilarinda cok saydigim askeri kisiligine hic yakistiramadigim bircok siyasi saptirma ve carpitma var. Siyaset bazi askerlere hic yaramiyor. (Meraklisi icin: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mucadele, s. 617-639)

Rauf Orbay padisahliktan yanaydi. Refet ve Ali Fuat pasalar, Buyuk Taarruz oncesi kendilerine onerilen ordu komutanligini reddetmis, kiyida kalmayi istemislerdir. Tarihin akisini hic anlamamislardi.


Ataturk’e kusen Halide Edip Adivar bile Sabiha Sertel’e, “M. Kemal Pasa hakliymis” diyecektir. (Aktaran Yildiz Sertel, Cumhuriyet gazetesi, 4 Subat 1997) Refet ve Ali Fuat pasalar, daha sonra Ataturk’e sokularak milletvekili olmus, sofrasinda yer almislardir. (1935-1932)


Film bu sahneyle bitseydi



Film bu sahneyle bitseydi
Turk milleti ve uygar dunya Ataturk’u sonsuzluga aci ve saygi icinde ugurladi
Gelelim son bolumde yer alan bilgilere. 3 paket sigara iciyormus. Sigara o donem zarari bilinmeyen, genel bir aliskanlik. Sigaranin yasaklandigi bilincli bir donemde bu konunun altini cizmemek daha dogru, daha egitici, daha guzel olmaz miydi?


Her gun bir buyuk sise raki iciyormus.

Kim diyor bunu?

Bir kisi: Sofraci, yani garson Cemal Granda. Cemal Granda anilarini gazeteci Turhan Gurkan’a parca parca anlatmis. Kitabin basinda Granda’nin eliyle yazdigi bir notun klisesi var. Bu not Cemal Granda’nin imla, anlatim, bilgi ve zekâ duzeyini gostermeye yeter. (Fer Y., Istanbul, 1971) Tarihle ilgisi olmayan Turhan Gurkan da Cemal Granda’nin anilarini, onun kisiligine, bilgisine, imlasina, uslubuna, zekâsina hic uymayan bilgilerle sisirmis.F. Rifki Atay’in, Kilic Ali’nin bazi anilarindan yararlanarak uzatmis. Kitabin adi, merak uyandirsin diye Ataturk’un Usaginin Gizli Defteri olmus. Anilarin yeni basimi var. Kitap galiba biraz daha sisirilmis. (Kent Kitap, Ankara, 2007)


ICKI DEGIL SOFRA ONEMLI
Granda’nin akil ve gercek disi bir ifadesine Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mucadele kitabimda yer vermis, Granda’nin zihinsel durumunu belirtmistim. (s. 238-240) Can Dundar, sisirilmis oldugu daha ilk sayfalarindan belli olan anilara onem veriyor, F. Rifki Atay’in, Y. K. Karaosmanoglu’nun, Salih Bozok’un, Kilic Ali’nin, Hasan Riza Soyak’in, R. Esref Unaydin’in, Afet Hanim’in, Sabiha Gokcen’in vb’nin anilarini, verdikleri bilgileri dikkate almiyor. Hicbiri Granda’nin kaba uslubunu, verdigi bilgiyi dogrulamiyor.


Sorunlu, sisirilmis anilara dayanilarak Ataturk belgeseli yapilir mi?


Onemli olan Ataturk’un ickisi degil, sofrasidir. Sofrasinin genel olarak bir akademi, bir forum, bir tartisma, arastirma alani olmasidir. Sofranin en dikkati ceken tamamlayicilari, karatahta ile konuyla ilgili olarak onceden bufenin uzerine siralanan kitaplardir.
Ataturk’un nobet defterleri gozden gecirilirse, sofranin onemi, degeri, niteligi anlasilir.


UTANDIM


Eglenmez miydi Ataturk? Ara sira elbette eglenirdi. Sarki, turku de soylerdi, saz da dinlerdi. Dans da ederdi. Ama o yari sarhos udi ile, yandan yalniz yuzunun bir bolumu gorunen Ataturk sahnesi, cok buyuk haksizlik. Sanki Ataturk’un sofrasi degil, Istanbul’da, Beyoglu’nda, ara sokaktaki salas bir meyhanede kurulu bir sofra.


Utandim.


Oyle bir sahneyi canlandirabilecek birikiminiz, zevkiniz, gorusunuz, duzeyiniz, gorgunuz yoksa, ne diye boyle sahneler yapmaya kalkisirsiniz?


Film, Ataturk cevresinde dostlarindan pek azi kalmis, gittikce yalnizlasmis, kimsesiz, yapayalniz olmus izlenimi verilerek bitiyor. Sonunda bir olum fotografi yer aliyor. Bu irkiltici goruntunun yerine bir milletin ve uygar dunyanin Ataturk’u sonsuzluga nasil aci ve saygi icinde ugurladigini gosteren film karelerine, fotograflara yer verilemez miydi? Film genc yasli, kadin erkek, sivil asker yuzbinlerce insanin Ataturk’un onunden nasil aglayarak gectigi gosterilerek bitirilemez miydi?


10 Kasim’larda dokuzu bes gece, bir milletin sirenlerin ciglik cigliga otusu arasinda, buyuk bir vekar, vefa, minnet, kadirbilis ve saygi ile cakilip kaldigini, yani bir kara yigin degil, bir millet oldugunu gosteren bir goruntuyle sonuclandirilamaz miydi? Bunlarin hicbiri akla gelmemis, geldiyse bile filmin amacina uygun gorulmemis. Film duygusuz, bilincsiz, sevgisiz, saygisiz, hasis bir final ile bitiyor!


CAN DUNDAR TAKINTISI


“Cevresinde dostlarindan pek azi kalmis, gittikce yalnizlasmis, kimsesiz, yapayalniz olmus” iddiasi bir Can Dundar takintisidir. Ataturk hayati, tarihi kisiligi, makami dolayisiyla cevresi kalabalik bir insandi. Ama bunlarin icinde, ozel zamanlarda, birlikte olmaktan zevk aldigi birkac yakin dostu, arkadasi vardi.


Bunlarla sonuna kadar birlikte olmustur. Cevresinden uzak dusen iki kisi var: K. Karabekir ve Rauf Orbay. Ataturk zaten bunlarla is disinda birlikte olmazdi ve bunlardan kopali 12 yil olmustur. Fethi Okyar ve Inonu ile dostlugunu, ilgisini sonuna kadar korumustur. Ayrintiya girmeden, bu kadar bilgi ile yetiniyorum.
DUPEDUZ BILGISIZLIK
Ataturk yalniz, dostsuz olmus gibi bir izlenim butunuyle bir kuruntu, bir yakistirma, yapistirma, gercege aykiri bir iddiadir. Eger maksatli degilse, dupeduz bilgisizliktir.
Oradan buradan, baska amaclarla yazilmis bir iki cumleyi derleyip bunu gercek sanmak, gercek diye sunmak, yaniltmaktir, yanlistir, gercege ihanettir.


Essizliginden kaynaklanan yalnizlik baska bir sey. Her dahi yalnizdir. Ama filmin sonunda anlatilan yalnizlik, dupeduz, bayagi fizik yalnizlik, terk edilmislik. Iste dogru olmayan bu.
‘Kadin duskunu’ deyimi cok kaba


Kadin duskunu deyimi de cok rahatsiz edici. Turkcede bu saygili, edepli bir deyim degildir. Kaba, hesapsiz, ham, paldir kuldur bir anlatim.


Hicbir ciddi kitapta kadin duskunu gibi bir nitelemeye rastlamadim. Herhalde Katolik papazi gibi kadinsiz yasamamistir. Ama hayatin bu cok ozel yaninin mahrem kalmasina ozen gosterdigi anlasiliyor. Nobet defterlerinde ve anilarda bu konuda bir bilgi yer almiyor. Bu cok ozel konuya ona uyarak, ayni saygiyi gostermek dogru olmaz miydi?


Boyle bir dedikodu uslubunun bir Ataturk belgeselinde ne isi var? Aktarilmamis ne kadar cok olumlu, guzel, yol gosterici dusunce, duygu, olay, belge varken konuyu buraya getirmenin, bu kadar asagiya cekmenin amaci ne?


Dogruluk ise bu dogruluk her konuda gosterilmeliydi!


BOLUM 11:


Ataturk’un son yedi yili en yogun, en hareketli, en canli, en verimli yillariydi
Bu nasil yalnizlik?
- Filmi savunan genc bir bilim adami da, filmdeki iddiaya ek olarak, “Ataturk’un son 7 yilini yalniz gecirdigini”soyluyor. Ne dersiniz?
- Bu son 7 yilda neler olmus, hizla ve kusbakisi bakalim mi?


Baslica olaylari saymaya basliyorum: 1931 Turk Tarih Kurumu’nun kurulusu, tarih calismalari,

Afet Hanim’la birlikte Vatandas Icin Medeni Bilgiler’i yazmasi;

1932 ilk Turkce Kuran’in okunusu,

Turkce ezan,

Halkevleri’nin kurulusu,

1. Tarih Kongresi, Turk Dil Kurumu’nun kurulusu, dil calismalari,

1. Dil Kurultayi; 1933 universite reformu, Cumhuriyet’in 10. yildonumu;

1934 Balkan Antanti’nin imzalanmasi,

1. Bes Yillik Sanayi Plani’nin uygulanmaya baslamasi,

2. Dil Kurultayi, yeni devrim kanunlarinin cikarilmasi, kadinlara secme-secilme hakkinin verilmesi;

1935 Turkkusu’nun,

Dil ve Tarih-Cografya Fakultesi’nin,

MTA’nin, Etibank’in kurulmalari,

koy egitmenliginin kurulmasi;

1936 DTC Fakultesi’nin egitime baslamasi,

1. Sanayi Kongresi, Konservatuvar’in acilmasi,

Montreux Sozlesmesi’nin imzalanmasi,

3. Dil Kurultayi; 1937 Hatay sorunu, agir sanayinin kurulmasi,

2. Tarih Kongresi, Ataturk’un butun varligini hazineye birakmasi;

1938, Hatay sorunu dolayisiyla Mersin’e gelmesi,

S. Gokcen’in Balkan turu, hastaliginin artisi, Savarona’da kalmasi,

iki kez Bakanlar Kurulu’na baskanlik etmesi,

Savarona’dan Dolmabahce’ye gecmesi, vasiyetini yazmasi,

C. Bayar’dan 2. Dort Yillik Plan hakkinda bilgi almasi,

10 Kasim 1938 sonsuzluga gocmesi.


Sonuc: Hicbir yili hareketsiz, sessiz ve de yalniz gecmemistir.


Bu yillar Ataturk’un en yogun, en hareketli, en canli, en verimli yillaridir. Maddi ve ma-nevi buyuk atilimin, gelisimin onderi, yol gostericisi, destekleyicisidir.


- Genc bilim adami bunlari bilmez mi?


- Bildigi halde oyle diyorsa, hayret. Bilmiyorsa daha hayret!


Tarihi iyi bilmiyorlar


- Filmdeki iddialari savunan baskalari da var. Onlar icin ne diyorsunuz?


- Okuyorum, bazilarini anlamaya calisiyorum, bazilarina sasiyorum.

Hele bazilari ilginc: Bunlara gore Ataturk ve donemi hakkinda yalan yanlis her sey soylenebilir. Ama gerceklerin savunulmasini demokrasi karsitligiymis gibi goruyor, gosteriyorlar. Kemalizmi tekparticilik gibi sergilemeye calisiyorlar.


Demek ki Kemalizm hakkinda toplu igne basi kadar bir sey bilmiyorlar. Prof. Dr. Sina Aksin’in kitaplarini okumalarini dilerim.

Bazilari Osmanli ozlemi icinde, Osmanli tarihini iyi bilmiyor. Kimi gozu kapali Bati hayrani, bunlar da Bati tarihini bilmiyorlar. Bu karisik durum saglikli bir cizgide olmadigimizi gosteriyor. Ataturk de elbette tartisilir, elestirilir.

Ama bunu uydurmadan, carpitmadan, saptirmadan, gerceklere saygi gostererek, uygar, duzeyli bir uslupla yapmaliyiz.


Vatanimizi borclu oldugumuz bir insan olarak bu kadarcik bir saygiyi, ozeni, inceligi hak etmistir saniyorum.


CAN DUNDAR NE DIYOR?
- Can Dundar bunca aciklama, elestiri, kinama ve benzeri tepkiden sonra ne diyor acaba?


- 15 Kasim gunu saat 17.30’da Kanalturk’te, Kirmizi Hali programinda konusuyordu. Soyle dedi: “Eksigimiz cok ama yanlisimiz yok.”


- Film neredeyse bastan asagi yanlis. Hayret kere hayret!


Mustafa filmindeki eksikleri tamamlayacagina, yanlislari duzeltecegine inaniyorum


Can Dundar’a seslenis


Oglum, filmini iki kez izleyerek, gordugum eksikleri ve yanlislari, 60 yillik emegime, bilgime, cabama dayanarak acikladim.

Hicbir akimin, takimin adami olmadigimi herhalde bilirsin.


Amacim sadece dogruyu belirtmek, gercegi savunmak.


Filmine iliskin inciten, sasirtan, uzen, cok dusunduren eksikleri ve yanlislari, bu yaziyla ayrintili olarak bilgine sunuyorum.

Filmin bu haliyle gosterimde kalmasi kesinlikle dogru degil.

Zaten sorunlar icinde olan halkimiza yeni sorunlar ekleme.

Filmi gosterimden cekerek, eksiklerini tamamlayacagina, yanlislari duzeltecegine, incelikten yoksun anlatimlari temizleyecegine guveniyorum.

Buna, evde bana verdigin sozden dolayi degil, sana hâlâ inanmak ihtiyacini duydugum icin guveniyorum.


SENARYOYU YAYIMLA


Filmi boylece, bu haliyle korursan, gerekli degisiklikleri yapmazsan, yanlista israr edersen, hele filmi degistirmeden dis ulkelere yollayip da gariban Turkleri incitirsen, bolersen, Turkiye karsitlarini, Ataturk’un iki kez yenip denize doktugu gozu doymaz emperyalistleri sevindirirsen, bu guvenimi surdurmeyi basaramam.


Can,


Mustafa’nin senaryosunun yayimlanacagini aciklamistiniz. Senaryoyu bir an once yayimla ki filmi eksiksiz degerlendirebilelim .


Daha gozden ve dikkatten kacmis bircok eksik ve yanlis oldugunu saniyorum. Yayimlanirsa okur, eksikleri, yanlislari saptayip aciklayarak sana yine yardimci olurum.



Arastirmayanlar, bu konulardan elini, dilini ceksin; cocuklarimizin aklini kirletmesin
Bilmeyenler anlatmasin


32. GUN ICIN KISA BIR NOT
32. Gun bir acik oturum gibi oldu. Sayin Mehmet Ali Birand’in oturum yoneticisi olarak tarafsiz olmasi gerekirdi. Genc yardimcisini ve filmi korumak icin caba gosterdi. Dostlugu anlarim ama kurallar dostluktan daha onemlidir. Cok mutevazi bir aciklamada bulunmama izin veriniz. Yasayan eski bir iki yayincidan biriyim. Yayin turlerinin kurallarini ilk kez yazili olarak saptayan, aciklayan da benim. Bu tur programlari yonetenlerin tarafsizligi programa guvenilirlik ve duzey saglar. Bu hususu belirtmeden gecemedim.
Sayin Baskin Oran’in programa niye katildigini anlamadim. Dersine hic calismadan gelmisti, onceden edinilmis ciddi bir birikimi de yoktu. Program boyunca soylediklerinin buyuk cogunlugu tarihe, gerceklere aykiriydi. Mustafa filmi hakkinda bir program izlemek isteyen izleyicilerin haklarini yememek icin susmayi tercih ettim. Ciddi kitaplara bakarak dogrulari ogrenecegini umit ederek burada da susacagim.


Ama bir noktaya deginmemek olmayacak. Sayin Baskin Oran, Ataturk hakkinda ucuzun ucuzu bir fikrayi yineledi. Ataturk cok uzun boylu, gur sesli bir babayigit olarak anlatilirmis. Bir gun bu abartilarin yapildigi yerden gecmis. Boyu kisa, sesi de inceymis, ustune ustluk bir de sutlu kahve istemismis filan. Bu tek fikrayi Ataturk hakkindaki abartilarin, Ataturk’u totemlestirmenin tipik ornegi olarak ileri surdu. Ozetle dedi ki: “Ataturk boyle buyutulerek anlatirsa, Ataturk’un boyle olmadigi anlasildigi zaman buyuk hayal kirikligi yaratir.”


OGRENCILERINE DE BOYLE MI ANLATIYOR?


On binlerce kitaptan olusan Ataturk edebiyatini ve Ataturk gercegini bu ucuz fikraya indirgeyerek anlatmak ve elestirmeye yeltenmek, akla ziyan bir tutum. Bu ucuz sakadan yola cikarak Ataturk’un totemlestirildigini, Isa gibi yari-tanri olarak anlatildigini soyledi ve ekledi: “Mustafa filmi Ataturk’u insanlastiriyor, totem olmaktan cikariyor.”
Cocuklarimiza, genclerimize Ataturk boyle, bu ucuz fikradaki gibi mi anlatiliyor? Ey ogretmenler, Ataturk’u boyle dev gibi ya da yari-tanri gibi mi anlatiyorsunuz? Ey bilenler, boyle inceleme kitabi, ders kitabi, yardimci ders kitabi, hikâye kitabi, genclik ansiklopedisi var mi?
Yoksa Sayin Oran ogrencilerine de yakin tarihimizi boyle mi anlatiyor?


NE OLUR!
Canakkale’yi, Milli Mucadele’yi bilmeyenler bunlari anlatmasin ne olur! Anadolu’nun o tarihteki durumunu, devrimlerin amacini, anlamini bilmeyenler de, dogru ile yanlisi, yalani, uydurmayi ayirt edemeyenler de Cumhuriyeti anlatmasin ne olur! Ataturk’u butun yonleri ile ozenle, saygiyla inceleyip kavramamis olanlar Ataturk’u de hic anlatmasin ne olur!


ATATURK’E YAKARIS


Bizi affet


Ey sevgili Ataturk!


Sana padisah/halife olman teklif edilmisti. Kabul etseydin haremin olacakti, hazinen olacakti, saraylarin olacakti, mutluluk ve keyif icinde bir omur surecek, ickini (afiyet olsun!) sarayinda, gizli icecegin icin kimse de bu konuda olur olmaz konusmayacakti. Ama sen bu teklifi elinin tersiyle ittin.

Milletinin gelecegi icin devrimler yolunu actin. Bu nedenle kac kez olum tehlikesi atlattin, iftiralara ugramayi goze aldin. Istedin ki yurttaslarin bagimsiz olsun, ilkellikten, bilgisizlikten, onursuzluktan, yoksulluktan, hurafelerden, din ve cikar somuruculerinden kurtulsun, ilerlesin, gelissin, her alanda kalkinsin, ortacagdan ciksin, caginin ve hayatin guzelliklerini paylassin, diledigi gibi ibadet etsin, huzur icinde yasasin, bir daha da Bati’nin kolesi olmasin.


Ama biz seni, idealini, basarilarini, halkimiza, genclerimize anlatmayi beceremedik. Arastirip ogrenebilirlerdi ama dogruyu, gercegi arastirma hevesini de, aliskanligini da veremedik.
Bu konudaki beceriksizligimizin son ornegi de Mustafa adli film. Bu filmi yapanlara, destekleyenlere, ovenlere, seni, Milli Mucadele’yi, Cumhuriyetin neleri basardigini ogretemedigimiz anlasiliyor.


Gelecegi emanet ettigin genclerin bircok akimlarin, farkli dusuncelerin etkisi altinda kalmalarini, bolunmelerini engelleyemedik. Genclerimiz tarihsiz ya da sulandirilmis ya da tersine cevrilmis bir tarihle yetisiyor. Kendi kahramanlarini unutturduk, cocuklarimizin baskalarinin kahramanlarina hayranlik duymalarina yol actik.


Aaah.


Senden sonra bircok zikzaklar cizdik. Izinden ayrildik. Borcla kalkinmaya cabaladik. Bagimsizligin milli ekonomi ile olan ilgisini unuttuk. Bagimsizlik duygusu zayifladi. Anadolu aydinlanmasi gittikce karariyor. Emperyalizm konusulmaz oldu. Bati karsisindaki asagilik duygumuz yeniden hortladi. Kendimize guvenimiz sarsildi. Senin, ozu yurtseverlik, toprak, tarih ve yazgi kardesligi olan milliyetcilik gorusunu canli tutamadik. Birligimiz, dirligimiz sorunlar icinde. Seni de sana benzemeyen bustlere donusturduler. Bu gidisin nelere mal olacagini tarih acikliyor ama kimse tarihe kulak vermiyor.


Butun bunlardan dolayi senden, aziz anindan, derin bir utanc icinde ozur diliyorum.
Bizi affet.