Saturday, October 31, 2009

Siyaset ve Medya Kin ve Nefret Üretirse...

Cumhuriyet 31.10.2009
AYDINLANMA
EMRE KONGAR
Siyaset ve Medya Kin ve Nefret Üretirse...
Bir ülkede kamuoyu nasıl oluşur?
Önce aileden…
Sonra okuldan…
Eğitimle!
***
Bağnaz, otoriter, dogmatik, ezberci, taklitçi eğitim, saldırgan, baskıcı, tartışma ve sorgulama kabul etmeyen, müsamahasız kişilikler üretir.
Bu kişiliklerin egemen olduğu bir toplum, tartışmaktan çok kavga eder…
Uzlaşmadan çok kamplaşma arar…
O topluma:
Sevgi, saygı, empati, uzlaşma, demokrasi değil..
Kin, nefret, düşmanlık, otoriter, totaliter, baskıcı rejimler egemen olur.
***
Sorgulayıcı, araştırıcı, üretici, yaratıcı, müsamahalı eğitim, demokrat kişilikler üretir…
Böyle kişiliklerin çoğunlukta olduğu toplum kavga etmez, tartışır…
Çatışma, bölünme ve kamplaşma yerine uzlaşma, bütünleşme, fonksiyonellik arar.
O topluma:
Kin, nefret, düşmanlık, otoriterlik, totaliterlik, baskıcılık değil..
Hoşgörü, sevgi, saygı, uzlaşma, demokrasi egemen olur.
***
İşin bir de güncel kamuoyu yönü var:
Siyaset ve medya:
Bir ülkede siyaset kavgacıysa…
Kin ve nefret politikaları pazarlıyorsa…
Uzlaşma yerine çatışma ve bölünme arıyorsa…
Müsamaha, anlayış ve demokratik kurallar yerine, baskıcı, otoriter, totaliter yöntemler kullanıyorsa…
O ülkedeki kamuoyu da çatışmaya, kavgaya, otoriterliğe yönelir.
Tabii bunun tersi de doğrudur.
Bir ülkede siyaset demokratik yöntemlerle yapılıyorsa; hoşgörüye, empatiye, siyasal nezaket ve terbiye kuralları içinde tartışmaya dayalıysa…
O ülkedeki kamuoyu da demokratik refleksler verir; sevgi, saygı, müsamaha tüm ilişkilere egemen olur.
***
Medya ile siyaset arasındaki münasebet, birbirlerini karşılıklı etkileyen iki faktörün ilişkisidir:
Siyaset hem medyayı etkiler, hem de medyadan etkilenir.
Aynı biçimde medya da hem siyaseti etkiler, hem de siyasetten etkilenir.
Böylece, toplum, eğitim, kamuoyu, siyaset ve medya arasında beşli bir etkileşim denklemi ortaya çıkmaktadır.
***
Siyasetteki üslubu en çok iktidar belirler; çünkü toplumdaki en büyük destek ve etki onundur.
Tabii muhalefetin de bir etkisi vardır ama, onunki, iktidara göre daha azdır.
Medyada da “çok satan gazetelerin” ve “çok izlenen kanalların” sorumluluğu ötekilere göre daha fazladır.
***
İktidarın “açılımları” doğru dürüst yönetememesinden dolayı siyaset son günlerde çatışma ve düşmanlık söylemlerini iyice benimsemiş görünüyor.
Medya ise yangına körükle gidiyor:
Çok satan bir gazetenin bir köşe yazarı bakın meslektaşları için hangi sıfatları kullanıyor:
Bidon Kafa.
Poposunu Kaşıyan Adam.
Fitnebücür.
Borat.
Başyazmaz.
***
Bilmiyorum bu öfke, bu kin ve nefret bizi nereye götürecek?
Üstelik iktidar, “açılım” ve “uzlaşma” şarkıları söylüyor…
İktidar yandaşı medya da “barış” özlemlerini dile getiriyor:
Kinle, nefretle, öfkeyle, düşmanlıkla, çatışmayla!
ekongar@cumhuriyet. com.tr; www.kongar.org

Thursday, October 29, 2009

Özakman, yakın Türk tarihini anlattığı 3. kitabının ilk cildinde Büyük Zafer’den Cumhuriyetin kuruluşuna kadar olan olaylara yer veriyor

Cumhuriyet - Türk Mucizesi
- 1-
“Şu Çılgın Türkler” ve “Diriliş - Çanakkale 1915”in yazarı Turgut Özakman’ın yakın Türk tarihini anlattığı üçüncü kitabı “Cumhuriyet - Türk Mucizesi”nin ilk cildi okurlarla buluşuyor. “Türkiye Üçlemesi” serisinin son kitabı “Cumhuriyet - Türk Mucizesi”, 1922 ile 1938 yılları arasında yaşanan bütün tarihi olayları belgeleriyle roman tarzında anlatıyor. Toplam iki ciltten oluşan kitabın ilk cildi, İzmir’in kurtuluşuyla (9 Eylül 1922) başlayıp Cumhuriyetin ilanıyla (29 Ekim 1923) sona ererken, yeni yılda yayımlanacak ikinci ciltte ise Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını yitirişine (10 Kasım 1938) kadarki 15 yıl ele alıyor.

Özakman’ın son kitabı, 1915’te Çanakkale Destanı ile başlayan Milli Mücadele dönemindeki Kuvayı Milliye ruhuyla süren yakın tarihimizin Cumhuriyetin çağdaşlaşma hamlesiyle değişen Türkiye’yi okuyucuya sunuyor. Bilgi Yayınevi’nden çıkan Cumhuriyet - Türk Mucizesi ile birlikte 1915 ve 1938 arasındaki 23 yılda yakın Türk tarihinin sancıları, acıları, sıkıntıları, kahramanlıkları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu usta bir üslupla anlatılarak “Türkiye Üçlemesi” sona eriyor. Özakman’ın Şu Çılgın Türkler adlı kitabı 374, Diriliş - Çanakkale 1915 adlı kitabı ise 102. baskıyı yapması, son kitabının da büyük satış oranları yakalayacağını gösteriyor. Özakman ile Cumhuriyet - Türk Mucizesi adlı kitabı ve kitabında ele aldığı cumhuriyet dönemiyle ilgili yaptığımız söyleşi ile kitaptan alıntılar şöyle:

KİTABIN KAPAĞINDAKİ ANLAMLI FOTOĞRAF

- Yeni kitabınızın kapağında 2007 yılında gerçekleştirilen Cumhuriyet Mitingleri’nden bir fotoğraf yer alıyor. Bu fotoğrafı özellikle seçmenizin bir nedeni var mı?

ÖZAKMAN - Kitabın kapağında İzmir Gündoğdu Meydanı’nda yapılan Cumhuriyet Mitingi’nin fotoğrafı bulunuyor. Kadınlar, erkekler, çocuklar ve bayraklar olsun, kalabalık bir fotoğraf olsun istedik. Zaten cumhuriyet de bu demektir. Bu nedenle bu fotoğrafı kullandık.

- ‘Cumhuriyet - Türk Mucizesi’ adlı kitabınız ‘Diriliş-Çanakkale 1915’ ve ‘Şu Çılgın Türkler’ ile birlikte bir üçleme olarak nitelendirilebilir mi?

ÖZAKMAN - Evet, “Cumhuriyet - Türk Mucizesi”, “Türkiye Üçlemesi”nin üçüncü ve son kitabıdır. Son kitap iki cilt olacak. Birinci cilt cumhuriyetin ilanıyla bitiyor. Birinci ciltte Büyük Zafer’den Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar ki olaylar yer alıyor.
Bir yanda cumhuriyetçiler var, öte yanda bu daha iyi, daha insanca, daha onurlu düzeni istemeyenler... Ders ve ibret verici, uyarıcı bir dönem. Bu dönemi bilmeden sonraki olayları doğru değerlendirmek zor olur. İkinci cilt ise Cumhuriyetin ilanından Atatürk’ün ölümüne kadar ki süreci anlatacak. İki cilt halinde 1922-1938 yılları arasındaki dönemi ele alacağım. İlk cilt 400 sayfalık bir kitap, ikinci cilt de 400 sayfalık bir kitap olacak; toplam 800 sayfadan oluşacak. İkinci ciltte son söz yazacağım. Son sözle kitaplarımı bugüne bağlamayı düşünüyorum. Böylece bu seri bitmiş olacak.

‘BARIŞ CANAVARIN KARNINDAN ÇIKARILDI’

- Cumhuriyet - Türk Mucizesi’nin ilk cildinde okurlar hangi konuları ayrıntılarıyla okuyabilecekler?

ÖZAKMAN - Mudanya Antlaşması ile Lozan Antlaşması görüşmeleri sırasında müttefiklerin tutumları, davranışları, oyunları, tuzakları, üslupları unutulmaması gereken olaylardır. Lozan bu yüzden eşi bulunmayan, uzun ve çok çetin bir boğuşma halinde geçmiştir. Kuvayı Milliye ruhu ile emperyalizm, Çanakkale’den, Anadolu’dan sonra, Lozan’da da karşılaşmış ve Kuvayı Milliye ruhu galip gelmiştir. Lozan’da barış canavarın karnından sökülüp çıkarılmıştır. Mudanya ve Lozan Milli Mücadele’nin masa başındaki devamıdır.

Birkaç kez savaşın eşiğine gelinmiştir. İç sorunlar da çok dramatiktir: Meclis’te gelenekçiler ile Cumhuriyetçilerin çekişmesi, saltanatın kaldırılması, Ali Kemal’in yakalanması, Vahidettin’in ve hainlerin kaçması, karşıdevrimin oluşmaya başlaması, Milli Mücadele’yi başlatan kadronun ikiye bölünmesi iç sorunların başlıcasıdır. Halkı coşturan olaylar sürmektedir: İstanbul’a gelen Refet Paşa’nın ve bir bölük Türk askerinin olağanüstü karşılanışı, Trakya’nın il il geri alınışı, İstanbul’u geri almak için yapılan gizli hazırlıklar, Türk - İngiliz futbol karşılaşması, sonunda işgalcilerin Türk sancağını selamlayarak çekip gitmeleri, Türk ordusunun İstanbul’a girmesi bu emsalsiz olayların başlıcalarıdır.

‘BİLİM ADAMLARI TÜRK MUCİZESİ DİYOR...’
- Bu dönemin temel özelliği nedir?

ÖZAKMAN - Bu dönemde özgürlük, toplumsal uyanışa, değişime de yol açar. Kadınlar peçelerini atmaya, çarşaftan çıkarak manto giymeye başlar. Büyük sorunların nasıl çözüleceği daha yoğun olarak konuşulup tartışılır. Mustafa Kemal Paşa’nın dünyaya kapalı bir Doğu ülkesini cumhuriyete, aydınlanmaya, uygarlığa, çağdaşlaşmaya adım adım hazırlaması, halkın çağrıya katılması bu dönemin en önemli özelliğidir. M. Kemal Paşa’nın örnek bir aile olmak için yaptığı talihsiz evlilik de bu dönemde yer alıyor. Dönem Ankara’nın başkent olması ve türlü çatışmalardan geçilerek 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı ile sona eriyor.

- Cumhuriyet kitabına neden ‘Türk Mucizesi’ adını da verdiniz?

ÖZAKMAN - Objektif bilim adamları Milli Mücadele ile başlayıp Cumhuriyet’le süren bu dönemi “Türk Mucizesi” diye adlandırıyorlar. Emperyalizmi, paralı askerlerini, işbirlikçilerini yenmek, bu hayâsızca akının kökünü kazımak, kurtuluşun sadece bir parçasıydı. Gerçek kurtuluş için Batı ülkeleri ile baş edebilecek kadar güçlü olmak, yoksulluğu, ilkelliği, geriliği, çağdışılığı, bilgisizliği yenmek, aklı özgür kılmak, aydınlanmayı yaşamak, bağnazlığa son vermek, hoşgörüyü yerleştirmek, kadın - erkek eşitliğini sağlamak, yüzde 93 okur - yazar olmayan halkı bilgilendirmek, eğitmek, yurttaş olmalarını sağlamak, millet olmak, sanayileşmek, salgın hastalıkları kırmak gerekiyordu. Bunlar ancak barış döneminde başarılabilirdi. Bunun için Türkiye’yi parçalamak için çok çeşitli planlar hazırlamış, uygulamış ve sonunda yenilmiş müttefiklerle önce ateşkes, sonra da barış masasına oturmak gerekiyordu. Yoksul Türkiye’nin zaferi bütün mazlum ülkeleri etkiler, müttefikler yani emperyalizm bundan çok rahatsız olur. Barış için çok zorluk çıkarırlar. Sevr’in yumuşatılmış bir örneğini kabul ettirmek için çalışırlar. Hatta İngiltere, Çanakkale olayını bahane ederek dünyayı yeniden Türkiye’ye karşı savaşa davet edecektir.

NEYİMİZ VARSA BU 15 YILA BORÇLUYUZ’

- İlk cilt yaklaşık 13 aylık bir dönemi, ikinci cilt ise 15 yıllık bir dönemi ele alıyor. İkinci cildin bu kadar uzun bir dönemi ele almasının bir nedeni var mı?

ÖZAKMAN - İkinci cilt, Atatürk’ün hayatı ile sınırlı olarak Kasım 1938’e kadarki Cumhuriyetimizin15 yılını yansıtacak. Neyimiz varsa bu döneme borçluyuz. Birçok yurtseverlik, özveri, toplumsal kahramanlık destanı ve hainlik olaylarıyla dolu olağanüstü bir dönem bu. Bu mucizeyi dokuyan bütün olayları tümüyle anlatmak imkânsız. Cumhuriyet döneminin baskın niteliği çağdaşlaşmak, çağdaş uygarlığa ulaşmaya çalışmak, bu yolda kalkınmak, uyanmak. Bu dönemle ilgili bütün özellikleri çağdaşlaşma terimi kucaklıyor:
Milliliği de, laikliği de, bağımsızlığı da, özgürlüğü de, cumhuriyetçiliği, dolayısıyla demokrasiyi de. Bu nedenle ikinci ciltte asıl kurtuluş olan çağdaşlaşmayı Atatürk’ün bu büyük idealini anlatmaya çalıştım.
Cumhuriyet döneminin temel vasfı çağdaşlaşmaktır. Atatürk’ün büyük projesi çağdaşlaşmadır. Atatürk “Batılılaşma” tabirini de çok az kullanmıştır. Atatürk, “uygarlık” ve “muassır” ifadelerini kullanmıştır. Batılı tabirini kullanmıştır çünkü uygarlık orada yeşerdi.

1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman dünyanın 5’te 4’ü sömürgelerden ibaretti. 5’te 1’i de bağımsız ülkelerdi. Bir Doğulu ülkede cumhuriyetin ilan edilmesi inanılmaz bir şeydir.

Adeta tarihin mantığına aykırı bir şeydir. Bu oldu. İyi ki de oldu. Padişahın kulu olmaktan çıkıp, yurttaş olduk. Vatan padişahın mülküydü, cumhuriyetin ilanıyla hepimizin oldu. Saltanat padişah ve ailesine aitti, halkın oldu. Cumhuriyet bu üç büyük devrimi taşıyor içinde. Ayrıca cumhuriyet eşittir demokrasidir. Atatürk’ün bir sözü vardır: “İnsanoğlunun ümidi demokrasidir.” Cumhuriyet ile yapılan her şey iki kelimededir: Çağdaşlık ve millilik. Karşı düşünceleri ve hareketleri de anlattım.

Şeyh Said İsyanı’na ve İzmir Suikastı’na yer verdim. Türk tarihinin ezeli sorunu olan karanlık ile aydınlık, ortaçağ ile çağdaşlaşma arasındaki çatışmayı da yansıtmaya çalıştım. Yan konulardan önemli olanları da ihmal etmedim. Hiç olmazsa dipnotlarla bilgi sundum.
- İkinci cilt ne zaman okuyucuyla buluşacak?

ÖZAKMAN - Yeni yıla yetişecek. Bir aksilik olmazsa aralık ayının sonunda ya da ocak ayının başlarında kitapçılarda olacak.

‘GERÇEĞE İHANET ETMEDİM’

- İki ciltten oluşan serinin son kitabındaki olayları da belgelere dayanarak roman tarzında kaleme almışsınız.

ÖZAKMAN - Bu dönemi de “Diriliş” ve “Şu Çılgın Türkler” gibi sağlıklı, dürüst belgelere, güvenilir, namuslu tanıklara dayanarak, gerçeğe en uygun biçimde yansıtmaya gayret ettim. İkinci cildin sonunda yer alacak olan geniş kaynakçaya bakarak bu konudaki yoğun gayretimi görebilirsiniz. Bu dönemle ilgili aleyhte eserleri de yok saymadım, hepsini inceledim, gerekenlere kaynakçada yer verdim.
Bütün bu özenler, dikkatler, çabalar, emekler, araştırmalar, kılı kırk yarmalar, sizlere ve çevrenize Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ve ilk 15 yılının gerçek hikâyesini anlatmak içindir. Bir iki roman tipinin dışında herkes ve her olay gerçektir. Hepsinin kanıtları ve tanıkları dipnotlarda gösterilmiştir.

“Diriliş”ten ve “Şu Çılgın Türkler”den gelen birkaç roman tipi Cumhuriyette de yer alıyor. Bunlar o dönemlerin tipik kişileridir. Tartışmalı kaynaklara gönderme yapmıyorum, herkesin kabul edeceği sağlıklı kaynaklara gönderme yapıyorum. Bine yakın kitaptan süzülmüş bilgileri veriyorum. Kolay anlatım için bazı olayları birleştirdim.
Kişileri düşünce ve üsluplarını saygıyla dikkate alarak konuşturdum. Cumhuriyet dönemini de, tıpkı Çanakkale ve Milli Mücadele gibi hayale ihtiyaç göstermeyen çarpıcı büyük olaylarla dolu. Bu bakımdan kendimden bir sahne yazmış, bazı şeyleri abartmış değilim. Gerçeğe ihanet etmedim.

Turgut Özakman ‘Atatürk Kürtlere özerklik vaat etmedi, Kürt milletvekilleri İsmet Paşa Lozan’a giderken istemlerini iletti’ dedi‘Kürtler ayrılmak istemiyordu’
MAHMUT LICALI- 2 -Cumhuriyet - Türk Mucizesi’nin yazarı Turgut Özakman ile kitabında ele aldığı cumhuriyet dönemiyle ilgili yaptığımız söyleşinin ikinci bölümü ve kitaptan alıntılar şöyle:- Kitabınızda da geniş yer verdiğiniz Lozan Antlaşması’nın önemini anlatır mısınız?

TURGUT ÖZAKMAN - Kitabımda Lozan’a çok geniş yer verdim. Cumhuriyet zamanında ne yapıldıysa bir grup var ki bunları küçültmek için gayret içindeler. Bunların dışında ağırbaşlı bilim insanları da Lozan hakkında yazılar yazıyor.
Elbette Lozan’da bazı eksikliklerimiz var. Musul’u alamayacağımız orada anlaşıldı. Bir hamleyle barıştan sonra Türkiye ile İngiltere arasında Milletler Cemiyeti hakemliğinde görüşmelere başlandı. İş öyle bir yere geldi ki hakem Musul’un Irak’a bırakılmasına karar verdi.
Ya savaşılacaktı ya da bu kabul edilecekti. 1925 yılında Türkiye’nin savaşma gücü yoktu.
Çok üzüldük, çok bunaldık. Çünkü o tarihte Türkiye’yi yönetenler için İzmir ne ise Musul da oydu. Musul, Misak-i Milli sınırları içindeydi. Misak-i Milli sınırları Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerdi. Misak-i Milli realist bir politikadır, özveri ya da toprak kaybetmek değildir.

Musul’da petrol var, biz de petrol konusunda çok uyanığız gibi bir şey yok. O tarihte bu konularda uyuyoruz. Milletler Cemiyeti İngiltere’nin hâkimiyeti altında bulunuyor sana petrolü verir mi?
Sana düşman gibi bakıyor. Sen onun 100 yıllık projesini, Sevr’i yok ettin. Lozan, İsmet Paşa’yla Lord Curzon arasındaki boğuşmadır. Sonunda barışı engelleyen bir millet olmamak için kerhen imzalıyorlar.
10 yıl boyunca Amerika, Fransa hiçbir yer bize kredi vermemiştir. Biz bir kaşık yağımızla kavrularak yaşayabilmişizdir.
‘MÜHENDİS SAYISI 40, DOKTOR 377’- Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından Türkiye’nin en büyük sorunu neydi?

ÖZAKMAN - Yeni devlete Osmanlı’dan kalan maddi miras, hukukçu deyimiyle borca batıktır. Birkaç sayı vereyim: Okuryazar oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4. Kişi başına düşen milli gelir 4 lira. Bebek ölüm oranı yüzde 60’tan fazla. Kişi başına yıllık kamu harcamaları 50 kuruş. Mühendis sayısı 40. Halkın yüzde 90’ı köylü. Hititlerden kalma usullerce tarım yapılıyor. Teknoloji yok denecek düzeyde. Anadolu’da dört bin kilometreye yakın demiryolu var ama bir metresi bile Türklerin değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin devraldığı maddi miras işte böyle: Ortaçağda yaşayan bir millet.
Para yok. Kredi alma şansınız yok. Çünkü Lozan’ı imzalayan Avrupa, parası olan ülkeler bize arkasını dönmüşler. Yeter sayıda uzman yok, önümüzde bir model yok. Her konuda sorun içerisindeyiz. Mini mini bir bütçemiz var. 1924 yılı Cumhuriyet’in ilk bütçesi 122 milyon lira. Bu parayla hem Osmanlı’nın borcu ödenecek, hem de Türkiye’de eğitimden sağlığa her şeyle bir kalkınma yapılacak. Yalnız sıtma tek başına bir bela. Devletin elinde yalnızca 377 tane doktor var. Köylümüzün çok büyük bir bölümünün toprağı yok, çiftçi olamamış. Bir köylüyü çiftçi yapmazsanız o vatandaş olmaz. O dönemde 122 milyon liralık bütçeyle ne yapacaksınız? O tarihte bir hesap yapılmış: O güne kadar yapılan bir yöntemle Türkiye’deki her köye bir öğretmen ve bir okul ne zaman yapılabilir? Bütün iyi niyetle yapılan hesaplara göre, 120 yıl süre verilmiş. -
Oysa Cumhuriyetin ilk yıllarında çok büyük bir eğitim hamlesi yapıldı.

ÖZAKMAN - Evet, eğitim çabası olağanüstü bir olaydır. O dönemi yaşayan bir öğretmenin anılarını okuyorum, her satırda gözlerim yaşarıyor.
Hiç yoktan bir yöntem icat ediyorlar, eğitim alanı ve binalar yaratıyorlar. İlk öğrenciler tahta bavullarıyla geliyorlar, yatacak yerlerini, dershanelerini birlikte inşa ediyorlar. Okulu yapıyorlar, yolunu çiçeklendiriyorlar, ağaçlandırıyorlar...
Anadolu parça parça cemaatlerden, etnik gruplardan, bölgelerden, ailelerden kurulu karman çorman bir yerdi. Kozmopolit bir imparatorluğun anavatan diye bakacağı bir yer olmadığı için Anadolu çok ihmale uğramıştır. İstanbul aydınları için vatan İstanbul’dan ibarettir. Cumhuriyetin ilanıyla Anadolu’da yeni bir vatan kuruldu. Bu çabaların hepsi bunun içindi.- Cumhuriyetin ilk yıllarına ilişkin ‘demokrasi yoktu’ eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÖZAKMAN - Cumhuriyetin ilk yıllarında Amerika’daki gibi bir demokrasi dönemine girilmediği için bazı eleştiriler yapılıyor. “Altyapı devrimleri yapılmadı” diyorlar. Altyapının da altyapısı insandır. Önce insanları yetiştirmek, eğitmek ve onları kazanmak gerekir. Atatürk devrimlerinin temeli işte o insanı, bireyi yaratmaktır. Bir yabancının raporunda eğitim konusunda bunun birkaç kuşaklık bir olay olduğu belirtiliyor. Birkaç kuşak demek 60-70 yıldır. Atatürk dönemi 1923-1938 arasında 15 yıl. Biz 15 yılda ne yapabildikse, ondan sonra birkaç yıl daha devam ettik. Ondan sonra tüm bunların büyük bir bölümü durduruldu. Köy Enstitüleri kapatıldı, Halkevleri kapatıldı. 1963 yılında TRT kurulduğu zaman, özerk anayasal bir kuruluştu. Onu da 1971-1972 yılında kaldırdılar. Halkı nasıl aydınlatacaksınız?

Okuryazar oranını ne yapsanız çoğaltamıyorsunuz. Bizler hâlâ kadınlarımızın yüzde 100’ünü ilköğretimden geçirebilmiş değiliz. Bir de 1923 yılını düşünün: İnsanlar hurafeler, batıl itikatlar içerisinde dinle ilgili çok az şey biliyor. İnsanlara yardım eden imamın da iyi şeyler bildiği şüpheli. Caminin imamı bir kenarından çocuklara dinin temel kurallarını öğretiyor. Ama coğrafya, matematik, tarih yok. Böyle bir halk ortaçağda yaşıyor. Ortaçağ demek gerilik, akla özgürlük vermemek, yoksulluk, kadere boyun eğip tevekkül içerisinde ne olursa “Allah’tan geldi” deyip hiç çalışmadan kabullenmek demek.

‘ATATÜRK TAASSUPTAN KORKMADI’Yobazlık ortaçağdır. Bizim ortaçağdan çıkmamız gerekiyordu. Osmanlı yöneticileri, aydınları Batı’da yeşeren uygarlığa katılmazsak ne hale geleceğimizi iyi bildiler. Fakat onu bütünüyle almaya cesaret edemediler. Taassuptan korktular. Atatürk’ün büyüklüğü taassuptan korkmamasıdır. Taassup gerçek dindarlar için de rahatsız edici bir şeydi. Dinin bir hastalık yanıdır. Yoksa cumhuriyetin dinle ilgili bir sorunu olmadı. Benim küçüklüğümde oruç da tutulurdu evde, kurban da kesilirdi. Camiye gitmek isteyen camiye de giderdi. Cumhuriyet döneminde okullardan din dersleri kaldırıldığı zaman köy okullarından bu dersler kaldırılmamıştır.
Köy okullarında din dersleri devam etmiştir. Onlara yardımcı olmak üzere de din kitapları basılmıştır.

Cumhuriyet döneminde basılan Nurettin Artan ve Nurettin Selim tarafından yazılan kitap kadar güzel yazılan bir din kitabı henüz yok.

‘ATATÜRK ÖZERKLİK SÖZÜ VERMEDİ’-

Kitabınızda bugüne kadar hiç açıklanmayan ya da yanlış bilinen tarihi olaylar da var mı? ÖZAKMAN -
“Atatürk Kürtlere özerklik vaat etti, sonra sözünü tutmadı” deniliyor. Kitapta bu konunun doğrusu yer alıyor. Doğrusu bambaşka bir şey: Atatürk, Kürtlere özerklik vaat etmiyor. O tarihteki anayasanın ilgili maddelerinde yerel özerklik zaten vardır. Kürtler ondan istifade edecektir diyor. Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde Türkler, Çerkezlerin çoğunlukta oldukları yerlerde Çerkezler... İllerde onlara bazı özerklik tanınıyor. Sağlıkta, imarda özerklik yetkileri veriliyor. Söylenen ondan ibarettir. Atatürk “Türkiye’yi Kürt bölgesi, Türk bölgesi diye ayırmaya imkân yoktur. Biz hepimiz birbirimize karışmışızdır” diyor. Bu, İzmit basın toplantısında söylenmiş bir sözdür. Atatürk buna benzer soruların gelmesi ihtimaline karşı Büyük Millet Meclisi’ndeki tutanak kâtiplerini de beraber götürmüştür. Sorulan sorularla Atatürk’ün verdiği cevaplar tutanak kâtipleri tarafından kayıt altına alınmıştır. Bunların hepsi belgeye bağlıdır. Ayrıca İsmet Paşa, Lozan’a gitmeden önce Kürt milletvekilleri gelip “Biz sizden ayrılmak istemiyoruz. İngilizler Musul’u almak istiyorlarsa, sakın ha vermeyin. Orası Türkiye’dir” diyorlar.
Kürtler bizim toprak kardeşimiz. Tarihi kardeşimiz ve kader kardeşimiz. Benim üvey büyükbabam Vanlı bir Kürt. Benim üvey babaannem ise Çerkez. Biz hepimiz böyle birbirimize girmişiz.

‘AŞK HADDİNİ BİLMEMEKTİR ZATEN’

İsmet Paşa Latife Hanım’ı beğenmişti. Bu konunun evlilikle sonuçlanmasını istediğini belli etti. Halide Edip Hanım, “Fikriye Hanım çok üzülecek” dedi.“Neden?”“Bir yıldan fazladır Paşa’ya canla başla bakıyordu.”İsmet Paşa önemsemedi:“Akrabası değil mi? Bir saygı görevi olarak bakıyordur.”“Öyle başlamış olabilir ama durum artık değişik. Bence Paşa’ya iyice âşık. Paşa’nın sarı tespihini bir muska, kutsal bir kolye gibi boynunda taşıyor. Öyle sanıyorum ki evleneceklerini umuyor.”İsmet Paşa itiraz etti:“Yoo! İyi bir hanım olabilir. Ama Paşa’nın eşi olmak için yeterli mi?”Halide Edip Hanım gülümsedi: “Aşk haddini bilmemektir zaten.”

CUMHURİYET-TÜRK MUCİZESİ KİTABINDAN

İSMET PAŞA: BARIŞ İSTEMEDİ DİYECEĞİMSabrın bittiği, sözün anlamını yitirdiği çizgiye gelinmişti. İsmet Paşa Lord Curzon’a son olarak dedi ki: “Londra’da niçin barış yapmadan geldiniz diyecekler. Ne yanıt vereceksiniz?”Lord Curzon, İsmet Paşa’yı ikna edemediği, kandıramadığı, korkutamadığı için öfke içindeydi. Diplomasi alanında toy bulduğu generalle kolayca oynayacağını düşünmüş, denemiş ama başaramamıştı. Sürekli terliyordu.İsmet Paşa’ya “Sen ne diyeceksin?” diye sordu. “Bir tek cümle söyleyeceğim: Lord Curzon barış yapmayı istemedi.”İngiliz zembereği bozulmuş gibi havaya zıpladı, “Katiyyen!” diye bağırdı.“Milletime ve dünyaya diyeceğim ki: ‘Lord Curzon barış istemiyordu.

Görüşmeleri kısır bir sonuca vardırmak için elinden geleni yaptı. Deneyimini barış için kullanmadı, cimri çıkarların hizmetine verdi. Sırf barış yapmamak için nerede bir bahane bulduysa, onların üzerinden ısrar ederek konferansı kesintiye uğrattı.’ Benim kanım bu.”Lord Curzon’un yüzü seyiriyordu: “Nasıl böyle söyleyebilirsin?”“Böyle söylüyorum, böyle söyleyeceğim. Önceden aranızda her şeyi kararlaştırmışsınız.

Hiçbir ciddi değişiklik yapmadınız. Hiçbir haklı talebe saygı duymadınız. Bizi oyaladınız. Dünya kamuoyuyla oynadınız. Hazırladığınız antlaşmayı bu olumsuz haliyle bize mutlaka kabul ettirmek istiyorsunuz. Baskı yapıyorsunuz. Buna barış konferansı, sizlere barışçı denir mi? Bu durumu bütün dünyaya anlatacağım.”Lord Curzon’a, M. Bombard’a, Marki Garroni’ye baktı. Bembeyaz kesilmişlerdi. Tarihin soluğunu enselerinde duymuşlardı. Bir bahane icat edip Türkiye’yi konferansa çağıracaklarını anladı. Emperyalist diplomasi yenilmişti.

VAHİDETTİN: EŞLERİMİ SİZE EMANET EDİYORUM GENERAL

İlk ambulans iyice rıhtıma yanaştırıldı. Vahidettin, Dr. Reşat Paşa’nın elini tutarak indi. General Harrington ve Mr. Henderson, Vahidettin’i saygıyla selamladılar. Tercüman Mattews de yetişmişti. Motora kadar konuşarak yürüdüler. Yolda ilk ambulansın lastiği patlamış, bu yüzden gecikmişlerdi. Başkaca bir aksilik olmamıştı.Denizcilerin yardımıyla motora binildi. Vahidettin’in adamları, bavullar ve çantalar da yüklendi. Motor arkasındaki büyük İngiliz bayrağını dalgalandırarak rıhtımdan ayrıldı. Malaya Zırhlısı’na yol aldı. Vahidettin ‘her şey için teşekkür’ ettikten sonra General Harrington’u şaşırtan bir şey söyledi: “Eşlerimi size emanet ediyorum, General.”Müslümanların Halifesi Vahidettin Efendi’nin en yakın, güvenilir bulduğu insanın İşgal Kuvvetleri Başkomutanı General Harrington olduğu anlaşılıyor.

LORD CURZON SARSILDI

Lord Curzon hâlâ burnundan soluyordu. Türklerin bağıra çağıra ortaya atılacaklarını, konferans kesilmesin diye esaslı ödünler vereceklerini tahmin etmişti. Oysa Türkler tek sözcük bile etmemiş, susmuşlardı. Konferansın kesilmesiyle Müttefiklerin istediği gibi bir hava doğmuştu. Bu yüzden konferansın kesilmediğini, ayrıca Türklere projeyi incelemek için süre vereceklerini açıklayarak iki geri adım atmak zorunda kalmıştı.Lanet olsun!Toplantıyı surat içinde açtı.İsmet Paşa her zamanki yerinde, sükûnet ve kararlılıkla oturuyordu. Bütün mazlum ülkelerin temsilcileri gibiydi.Lord Curzon sarsıldı.İnsanları, gerçekleri, hakları önemsemeden dünyayı yönetmenin, sömürmenin hiç de kolay olmayacağı anlaşılıyordu. İşte Türkiye! Savaşıp herkesi yenmişti. Burada da dünyanın önünde, büyük devletlere meydan okuyor, eşitlik talep ediyor, eşit davranılmazsa büyük tepki gösteriyordu.Konferans kesilecek diye korkmuyordu. Bu kötü örnek yüzünden Hindistan, Mısır, Afganistan kaynıyordu. Reddetmişti ama İsmet Paşa haklıydı, Irak da kaynıyordu. Orada da silah zoruyla tutunuyorlardı. Büyük devletler başka, yeni, daha kandırıcı, daha uyutucu, daha uygun yöntemler bulmalıydı.

Özakman ilk ciltte “Ders ve ibret verici, uyarıcı bir dönem” dediği 13 aylık zamanı anlatıyor.

Wednesday, October 28, 2009

Linc...Bekir Coskun

TURK Ordusu devleti yikmak istiyor...

Ama PKK demokrasiyi kurtarmak icindugun-bayram cikageliyor...

Turk Silahli Kuvvetleri suclu...

PKK sucsuz...

PKK militanlari serbest...

Ama askerler yargilanmali...

Oyle mi?

..(.........)

Hafta basinda; PKK'nin Apo posterleri, bayraklari, uniformalari, sloganlari ilegelisini sevincle karsiladilar...

Ayni haftanin sonunda Turk Silahli Kuvvetleri'ni rejimin dusmani ilan ettiler...

Genelkurmay Baskani'ni almali, komutanlari atmali, karargahtaki subaylari iceri tikmali diyorlar.

PKK?

..Atlamaliyiz boyunlarina..

.Turkiye, askerine kursun sIkanlari bagrina basmali...

Asker tehlikeli...

PKK degil...

*Nicin bu linc?..

Nedir bu nefret?..

Askerlerin TBMM'den gecmis Ic Hizmet Yasasi geregi; irticai faaliyetleri izledigini, laik cumhuriyet karsiti olusumlari yakindan gozledigini ve bunlari kendi aralarinda degerlendirdiklerini (kimisi sacma sapan olsa da) bilmeyen var mi?..

Tabii ki bu elestirilebilir de...

Ama bu asagilama, bu hakaret, bu linc nicin?..

Bir ulkenin aydinlari ilk firsatta kendi ordusuna karsi bu kini, bu nefreti nicin kusar?..

*PKK'yi dahi bas taci edersiniz de, size dunyanin en sanli zaferlerini ve o zaferler uzerine kurulmus bu cumhuriyeti armagan eden ordunuzu tekmelersiniz...

Ben anliyorum aslinda sizi; Ataturk Turkiye'sini bitirme-tuketme, yerine dinreferansli devlete donusme projesinin parcasidir bu.

Ondandir bu linc...
Seyini anladiniz mi?..
Bekir Coskun

COK bilinmezli, oyun icinde oyun olan, sonu kestirilemeyen, karmasIk ve anlasilmaz filmler gibi...Hani tam "Simdi anladim..." derken, anlamadigini anlar insan.Film bittiginde ise birbirinizin yuzune bakip neyi anlayamadiginizi da anlamadan sorarsiniz:"Seyini anlamadim..."
*Irtica belgesi, acilim, Genelkurmay, PKK, yol haritasi, Ergenekon, sorusturma, savci, yas imza...Insan seyini anlayamiyor...
Fotokopisini cektigine gore, elinde yas imzali belge varken, kurusunu servise koyan ve daha cok Genelkurmay Karargâhi'nda cekmecelerin bulundugu odada faaliyet gosteren ve belgenin yasini acilimin kurumasina denk getiren organizasyonun niceligi ve niteligi...Bu filmi cozemeyen generallerin topluca "Nefes" filmine giderek, cikista "Herkes bu filmi gorsun" tavsiyeleri ve o an "Yasi da varmis komutanim" haberiyle karisan ortamda, acilima perde arasi verilirken, suarede belgenin yas mi, kuru mu oldugunun konusulmasi...

Ve Serdar Turgut'un penis yazisiyla daha da anlam kazanan acilimin geldigi nokta...Ayrica Anayasa Mahkemesi'nin, "irticanin merkezi" olduguna karar verdigi bir iktidar Turkiye'yi yonetmeye devam ederken...

Ic Hizmet Yasasi'nda irtica ile mucadele gorevi bulunan Ordu'nun cekmecesinde cikan "irtica ile mucadele belgesi"nin gizli kuvvetler tarafindan disari sizdirilmasi karsisinda, Turk Silahli Kuvvetleri'nin memleket icin "tehlikeli" gorulmesi...

PKK militanlarinin ise vatan icin cok "yararli" olacaklari noktasinda ulusal bir mutabakatin saglanmasi...Ve arkadaslarimiz televizyonda "Yas mi da kuru mu..." muzigi esliginde bir "ABD'nin Ortadogu projesinin geldigi nokta tartismasi" dusunurken, iste belgenin yasinin ortaya cikmasi...*

Bir sey anladiniz mi?..

Ben biliyorum..

Seyini anlamadiniz...

Tuesday, October 27, 2009

Teslim’iyet töreni

Yılmaz Özdil yazdı...

PKK’lıların memlekete gelişi, tüm yurtta, dış temsilciliklerimizd e ve KKTC’de törenlerle kutlandı.

Terörist olmadıkları, olsa olsa terörişko oldukları açıklanan PKK’lılar, sınır kapısına serilen kırmızı halı üzerinde, protokol tarafından, çiçeklerle karşılandı. Yetkililerin, gözyaşlarıyla birbirlerine sarılarak, çak yaptıkları görüldü.

Giriş işlemlerini önceden hazırlamayarak, 4 saniye beklemelerine sebep olan memur, görevden alındı, mağdur PKK’lılardan özür dilendi, araya Ahmet Türk girdi, tatsızlığın büyümesini önledi, Ahmet Türk’e teşekkür plaketi verildi. Bando eşliğinde üstü açık arabaya bindirilen PKK’lılar, resmi geçit kortejine katılarak, halkı selamlaya selamlaya Silopi’ye girdi. Temsili karakol baskınının gerçekleştirildiğ i törenlerde, temsili bir askerin, tahta tüfekle sağa sola ateş ediyormuş gibi yapması, coşkuya gölge düşürdü.

Divan-ı harbe verilen askerin, akli dengesinin bozuk olduğu ortaya çıktı. 25 atletin İmralı’dan getirilen toprağı PKK’lılara sunmasının ardından, güzergâh üzerindeki devlet dairelerine molotof atıla atıla, Vilayet Konağı’na geçildi. Makam aracını PKK’lılara tahsis ettiği için yürüye yürüye gelen Vali’nin kapıda karşılamaya gecikmesi, PKK’lıları tek başına karşılamak zorunda kalan ABD Elçisi tarafından skandal olarak nitelendirildi. Sinirlenen elçi, “Bu memleketin sahibi yok mu kardeşim, her şeyi biz mi yapacağız” diye bağırdı, araya Emine Ayna girdi, tatsızlığın büyümesini önledi, ona da teşekkür plaketi verildi.

Karayoluyla Diyarbakır’a giden PKK heyeti, oradan, havayoluyla Ankara’ya geçti. Ancak, bu seyahat için, başbakanlığa yeni alınan 18 koltuklu DAP uçağının tahsis edilmesi, krize sebep oldu. PKK’lıların “Sıkış tepiş olacağını bilseydik, gelmezdik” diye yakınması üzerine, derhal 40 koltuklu Ana uçağı tahsis edildi. Bu bekleme sırasında VIP’te yürekleri ağızlara getiren bir sabotaj girişimi yaşandı ve “Türk” kahvesi ikram edildi...

Irkçı muameleye maruz kaldıklarını söyleyen PKK’lılar, “Kalkın, dönüyoruz Kandil’e” dedi. Allah’tan Sırrı Sakık devreye girdi, “Espresso olmadığında ben bile Türk kahvesi içiyorum” diyerek, tatsızlığın büyümesini önledi. Faşist garson gözaltına alındı. Sırrı Sakık’a da teşekkür plaketinin yanı sıra Beluga havyarı takdim edildi.

Başkent’e inen PKK’lılar, gündüzdü ama havayi fişeklerle karşılandı, deve kesildi, nazar değmesin diye alınlarına sürüldü, TOKİ’nin hediyesi dubleks dairelerin anahtarları hediye edildi.

Limuzinlerle TBMM’ye geçen PKK’lılar, önce, Meclis Lokantası’nda AB büyükelçileriyle basına kapalı yemek yedi, sonra, DTP grup toplantısına katıldı; Şeş TV’nin yanı sıra, Roj TV’den de naklen yayınlandı. Ayak altında dolaşmasınlar diye, CHP ve MHP grup toplantıları iptal edildi, “Çok istiyorsanız gidin orada yapın” denilerek, ilk meclis tahsis edildi.

PKK’lıların yarın İstanbul’a geçmesi, Savarona’yla Boğaz turu atması, akşam da Çırağan Sarayı’nda gazetecilerle yemek yeyip, topluca Reina’ya gitmeleri bekleniyor.

Monday, October 26, 2009

Size müstahak...

Bekir Coşkun
Size müstahak...

25.10.2009 02:40:56

"İŞİN ne?..”“Pe Ke Ke’liii...”

“Öyle deme ama...”

“Neciyem?..”

“Etkin pişmanlık yasasından yararlanmak isteyen, eline silah almamış, Türkiye Cumhuriyeti adaletine sığınan, pişman...”

“Pişman değilem...”

“Pişmansın da haberin yok...
Eline silah da almadın zaten...”

“Veyyy...”“Kurşun da sıkmış değilsin...”

“Madem ki silahım yoktur, o neydi patlatmişem?..”

“Öyle deme ama...”
Sonunda karar verdiler:
Bu gelenler PKK terör örgütünün sanki militanları gibi geldi size ama, bunlar aslında “elçi”...Otuz “elçi” daha geliyor, uçakla...

Sonra da trenle üç yüz kadar “elçinin” daha gelmesi bekleniyor diyorlar...

Artık kalanlar da yaya gelsinler...“Bu kadar çok elçi olur mu?” diyeceksiniz...Size anlatmak için az bile...

İçinde ne olduğunu bilmediğiniz, ne anlama geldiğini anlamadığınız bir açılımı, sırf AKP’ye yalakalık olsun diye “desteklediğinize“ göre, kafanıza o gelenlerden birer PKK’lı “elçi” düşmeli...“

Açılımı” desteklemek için imza toplayıp bildiri yayınlamaya hazırlanan sanatçılar mesela...

Vaz mı geçtiniz?..

İyi bakın ve sıkılın:Bir toplum çoğunluk halkıyla, aydınıyla, sanatçısıyla, yazarı-çizeriyle, medyasıyla sekiz yıl “basiretsizliği ” alkışlarsa...

Müstahaktır...

bcoskun@htgazete.com.tr

Sunday, October 25, 2009

Osmanli da boyle parcalanmisti!

Türkiye dejavu yaşıyor.
( Dejavu,yaşanılan bir olayı daha önceden yaşamışlık veya görülen bir yeri daha önceden görmüş olma duygusudur. Ânı daha önceden yaşamışlık halidir. )

100 yıl önce Balkanlar’da başına gelenlerin neredeyse tıpatıp aynısı bugün Güneydoğu’da karşısında. Tek fark, ayrılıkçı çeteler dağdan inerken değil Avrupa’nın baskısıyla cezaevinden çıkarılırken davul-zurnayla karşılanıyor olmasıdır. Üstelik ayrılıkçılar ve karşılama ekibi Türk mahallelerinden geçerek gösteri yapıyorlardı.

ENVER'LER, RESNELİ NİYAZİLER...

İttihat ve Terakki mensubu subayların anı kitapları birbirinden çetin, birbirinden acı sahnelerle doludur.
Hepsi Balkanlar’da ayrılıkçılara karşı mücadele verdi. İttihatçılar zaten komitacılık metotlarını bu gerilla savaşı sürecinde öğrendi. Ve İstanbul’daki Sultan’a karşı aynı yöntemle zafer kazandılar.

Biliyorsunuz ki bu zaferin fitilini, dağa çıkan subaylar ateşledi. Enver’ler, Eyüp Sabri’ler, Resneli Niyazi’ler niye dağa çıkmıştı? Kuşkusuz temel neden sosyo-ekonomikti. Ancak dağa çıkışın “politik psikolojisi” de vardı. İşte bu psikolojik etnik yara, PKK’lıların karşılanma törenleriyle yakından ilgiliydi...BALKAN OYUNU

Önce biraz geriye gitmemiz gerekiyor...Osmanlı “93 Harbi” adıyla bilinen savaşta Rusya’ya yenilince 3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Bu yıkım antlaşmasına göre, Romanya, Sırbistan, Karadağ tam bağımsız oldu; Karadeniz’den Ege Denizi’ne kadar inen koskoca bir Bulgaristan kuruldu. Osmanlılara sözde Bosna-Hersek ve Arnavutluk bırakıldı ama buralarla bir kara bağlantısı yoktu; “Avrupa Türkiye’si” ikiye bölündü. Kısacası Osmanlılar, Balkanlar’dan atılıyordu. Ancak, Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuzunu artırması, İngilizleri, Fransızları, Almanları, İtalyanları, Avusturyalıları telaşlandırdı.

Avrupalıların diretmesiyle 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması imzalandı. Rusya’nın hâkimiyet alanı daraltıldı; Bulgaristan tekrar küçük bir prensliğe indirildi vs. Tabii bu arada İngilizler, oldubittiyle Akdeniz’in en stratejik adası Kıbrıs’a fiilen el koydular ama ayrıntıya girmeyelim. İşin özü aslında şuydu: Avrupalılar endüstrileşmeyle birlikte dünyayı paylaşım mücadelesine girmiş; fakat “hasta adam” Osmanlı’nın nasıl pay edileceği konusunda bir türlü anlaşamamışlardı. Tabii bu arada bu paylaşım savaşını meşru göstermek için, halkların hoşuna gidecek sözcükleri dillerinden düşürmüyorlardı: İnsan hakları, medeniyet, reform vs. Yani aynı bugünkü gibi...

TERÖR TIRMANIYOR
20’nci yüzyıl başında Balkanlar’daki ayrılıkçı örgütler terörü zirveye çıkardı. Neler yapmadılar ki; Osmanlı Bankası’nı havaya uçurdular; Selanik limanında gemi yaktılar; Vardar köprüsünü tahrip ettiler; birçok insanı kaçırıp fidye aldılar vs...Balkanlar yanıyordu. Örneğin sadece 1903 yılının üç ayında Makedonya’daki terör olaylarında, 5.328 Türk, 6.000 Makedonyalı öldü, 198 ilçe yakılıp yıkıldı, 71 bin kişi evsiz kaldı, 30 bin kişi yurdundan oldu. Mehmetçik yangını söndürebilmek için dört yana koşup duruyordu. Maaşını alamayan, soğukta kendini koruyacak kışlık giysi giyemeyen, hastalıklarla mücadele eden, silahına sürecek mermi bulamayan Mehmetçik o zorlu koşullarda var gücüyle ayrılıkçılara karşı mücadele verdi.

İlk dönemlerde zorlanan ve çok sayıda şehit veren Mehmetçik zamanla gerilla savaşını öğrendi.
Özellikle yeni kurulan Avcı Taburları, tıpkı komitacılar gibi dağlarda yaşayıp, istihbarat toplamaya, iz sürmeye, pusu atmaya başladı.
Çete savaşında artık üstünlük Avcı Taburları’ndaydı.

AMA NE OLDU DERSİNİZ?

Avrupa “İnsan hakları ihlalleri var” deyip Balkanlar’da yeni bir güvenlik anlaşması dayattı.
Balkan güvenliğinden sorumlu Makedonya Müfettiş-i Umumisi Hüseyin Hilmi Paşa’nın yanına biri Rus diğeri Avusturyalı iki yardımcı subay verdiler.

Yeni kurulan jandarma biriminin başına ise bir İtalyan general ile 25 yabancı subayı getirdiler. Jandarma okullarının başına da yabancı subaylar atadılar.

Bitmedi... Avusturya Üsküp, İtalya Manastır, Rusya Selanik, Fransa Serez, İngiltere Drama illerinin güvenliğinin sorumluluğunu üstlendi. Böylece 1905 yılında Makedonya, adeta milletlerarası bir memleket görünümü kazandı.TÜRK MAHALLESİNDEKİ GÖSTERİ
Avrupa’nın istediği güvenlik yapılanmasına rağmen terör bitti mi? Hayır. Üstelik...Avcı Taburları’nın yakaladığı ayrılıkçı komitacılar yabancı subayların inisiyatifiyle serbest bırakılmaya başlandı. Serbest bırakılmalarının amacını ise hep şöyle açıklıyorlardı: Toplumlar arasında barış sağlamak!

Barış sözcüğünün adı geçince akan sular duruyordu.

“Barışı sağlama” umuduyla cezaevlerinden salıverilenler davul-zurnayla karşılandı. Her salıverilme olayında kutlama yapıldı. Ve bu gösterilere nedense hep Türk mahallelerinin içinden geçilerek başlanıldı.

Ne mesaj vermek istiyorlardı acaba?

Şaka gibi; dün sanki bugün! Yazdım ya dejavu!
Aynı bugün gibi...

Balkanlar’daki Türk köylüsü gibi Türk askeri de bu olup biteni şaşkınlıkla seyretti. Herkes suskundu. Kimse ne yapacağını nasıl davranacağını bilemiyordu.

Acı olaylar yaşanıyordu. Örneğin...Yabancı subaya selam durmadığı için sokakta herkesin önünde kırbaçlanan Mehmetçik bunu onuruna yediremiyor, tüfeğini ateşliyordu. Gönüllü ölümdü bunun adı.
O günlerde idam sehpasına gülümseyerek yürüdü Mehmetçik Halimler...Ellerinden başka bir şey gelmediğine inanıyorlardı.

Subay direnişi böyle doğdu Balkanlar’da... Avcı Taburları’nda görevli Enver’lerin, Resneli Niyazi’lerin Eyüp Sabri’lerin niye dağa çıktığını sanıyorsunuz siz?

Politik psikoloji bilimi (üstelik kurucusu bir Türk’tür; Prof. Vamık Volkan) bilinmeden bu topraklar anlaşılamaz...
Teslim’iyet töreni

Yılmaz Özdil yazdı...

PKK’lıların memlekete gelişi, tüm yurtta, dış temsilciliklerimizd e ve KKTC’de törenlerle kutlandı.

Terörist olmadıkları, olsa olsa terörişko oldukları açıklanan PKK’lılar, sınır kapısına serilen kırmızı halı üzerinde, protokol tarafından, çiçeklerle karşılandı. Yetkililerin, gözyaşlarıyla birbirlerine sarılarak, çak yaptıkları görüldü.

Giriş işlemlerini önceden hazırlamayarak, 4 saniye beklemelerine sebep olan memur, görevden alındı, mağdur PKK’lılardan özür dilendi, araya Ahmet Türk girdi, tatsızlığın büyümesini önledi, Ahmet Türk’e teşekkür plaketi verildi. Bando eşliğinde üstü açık arabaya bindirilen PKK’lılar, resmi geçit kortejine katılarak, halkı selamlaya selamlaya Silopi’ye girdi.

Temsili karakol baskınının gerçekleştirildiğ i törenlerde, temsili bir askerin, tahta tüfekle sağa sola ateş ediyormuş gibi yapması, coşkuya gölge düşürdü. Divan-ı harbe verilen askerin, akli dengesinin bozuk olduğu ortaya çıktı. 25 atletin İmralı’dan getirilen toprağı PKK’lılara sunmasının ardından, güzergâh üzerindeki devlet dairelerine molotof atıla atıla, Vilayet Konağı’na geçildi. Makam aracını PKK’lılara tahsis ettiği için yürüye yürüye gelen Vali’nin kapıda karşılamaya gecikmesi, PKK’lıları tek başına karşılamak zorunda kalan ABD Elçisi tarafından skandal olarak nitelendirildi. Sinirlenen elçi, “Bu memleketin sahibi yok mu kardeşim, her şeyi biz mi yapacağız” diye bağırdı, araya Emine Ayna girdi, tatsızlığın büyümesini önledi, ona da teşekkür plaketi verildi.

Karayoluyla Diyarbakır’a giden PKK heyeti, oradan, havayoluyla Ankara’ya geçti. Ancak, bu seyahat için, başbakanlığa yeni alınan 18 koltuklu DAP uçağının tahsis edilmesi, krize sebep oldu. PKK’lıların “Sıkış tepiş olacağını bilseydik, gelmezdik” diye yakınması üzerine, derhal 40 koltuklu Ana uçağı tahsis edildi. Bu bekleme sırasında VIP’te yürekleri ağızlara getiren bir sabotaj girişimi yaşandı ve “Türk” kahvesi ikram edildi...

Irkçı muameleye maruz kaldıklarını söyleyen PKK’lılar, “Kalkın, dönüyoruz Kandil’e” dedi. Allah’tan Sırrı Sakık devreye girdi, “Espresso olmadığında ben bile Türk kahvesi içiyorum” diyerek, tatsızlığın büyümesini önledi. Faşist garson gözaltına alındı. Sırrı Sakık’a da teşekkür plaketinin yanı sıra Beluga havyarı takdim edildi.

Başkent’e inen PKK’lılar, gündüzdü ama havayi fişeklerle karşılandı, deve kesildi, nazar değmesin diye alınlarına sürüldü, TOKİ’nin hediyesi dubleks dairelerin anahtarları hediye edildi. Limuzinlerle TBMM’ye geçen PKK’lılar, önce, Meclis Lokantası’nda AB büyükelçileriyle basına kapalı yemek yedi, sonra, DTP grup toplantısına katıldı; Şeş TV’nin yanı sıra, Roj TV’den de naklen yayınlandı. Ayak altında dolaşmasınlar diye, CHP ve MHP grup toplantıları iptal edildi, “Çok istiyorsanız gidin orada yapın” denilerek, ilk meclis tahsis edildi.

PKK’lıların yarın İstanbul’a geçmesi, Savarona’yla Boğaz turu atması, akşam da Çırağan Sarayı’nda gazetecilerle yemek yeyip, topluca Reina’ya gitmeleri bekleniyor.
Taş Ağlar…

Bekir Çoşkun yazdı

Yani şimdi siz PKK terör örgütü militanlarını
önde vali, arkada bando mızıka, çiçeklerle,
çikolatalarla, bayram ederek karşıladınız...Ama ömrünü bu ülkeye hizmetle geçirmiş profesörleri,
akademisyenleri, edebiyatçıları, gazetecileri, generalleri,
sanatçıları, henüz kanıtlanmamış “örgüt” iddiasıyla aylardır
hapishanelere tıktınız..
.Öyle mi?..
Eli silahlı terör örgütü militanı 20 dakikada ifade verdi ve
salındı, ama eli kalemli Mustafa Balbay‘ın dünkü köşesinde
“229 gündür tutuklu” olduğu yazılıydı...

Üniversite kurup çocuklarınızı yetiştiren, hastane kurup nice
can kurtaran Prof. Mehmet Haberal hasta yatağında tutuklu,
ama “çocuk katili” dediğiniz insanları kucaklıyorsunuz. ..

Böyle midir hukukunuz?..Kanserle boğuşan bilim adamımız Erol Manisalı acılar içinde
sürünüyor...

O teröristlerle savaşan askerlerimiz demir kapılar
arkasında tutsak...
Türkan Saylan öldüğü halde kurtulamadı
elinizden, sorgulanıyor. ..

Ama PKK‘lıları bağrınıza bastınız...Vicdan bu mudur?..İlhan Selçuk yarım asırdan fazladır “barış-sevgi-huzur- güven-
çağdaşlık-hukuk- demokrasi” üzerine yazılar yazdı, suç oldu...

Ama vatana kurşun sıkanların başı Apo‘nun yol haritasına
bakıp bakıp teröristleri çikolatayla karşıladınız...

Böyle midir devlet?..Taş olsa ağlar...Bir terörist dağdan eksilse hepimiz seviniriz.Ama bu ne hal?..
Terör örgütünün bayrakları, Apo’nun posterleri,
alkışlar, zafer zılgıtları...Önde vali... Arkada çiçekçi...Devlet terörü teslim aldı derken, terörün teslim aldığı
devlet midir bu gözüken?..

Hukuk mu bu?..Adalet buna mı diyorsunuz?. .
Vicdanın eridiği, mantığın yanıt veremediği,
tüm değerlerin bittiği yerdir burası...
Taş ağlar...
Taş...

Friday, October 23, 2009

OLMAZ OLMAZ DEME OLMAZ OLMAZ
http://www.yenicag
g azetesi.com. tr/a_haberdetay. php?hityaz= 10366

Heron skandalında bilinmeyenler ...!

Aktaracakları m tevatür değildir.
Türkiye 2005 yılında İsrailli Al-Elbit Konsorsiyumuna, kamuoyunda Heron diye bilinen 10 adet insansız uçak siparişini verir.

Teslimat tarihi, yapılan sözleşmeye göre 2007’dir.Süre aşılır, lakin bu teslimat yapılmaz.Hal bu iken ne sözleşme feshedilir ne de sözleşmede var olan tazminat şartı işletilir.Heron’ların alımına TSK başlangıçtan beri karşı çıkar.
Niçin mi?
İsraillilerin Heron’la ilgili bilgisayar yazılımlarından, kumanda edilmesine kadar hiçbir ayrıntıyı Türkiye’ye vermemesinden!D
üşünün, Türkiye 10 adet Heron alacak ama kumanda edilmesi işi yine İsraillilerde olacak.Bu şekilde Türkiye’nin toplayacağı bilgilere İsrail, anında nüfuz edecek!

Dahası, TSK Heron’u İsrail’in onay veremeyeceği yerlere de uçuramayacak!Havada kalış süresi sınırlı olan Heron’larla ilgili olarak TSK’nın tereddüt ve itirazları hep devam etti.
Öyle ki 10 adetlik Heron uçağı partisinden iki adedi, taahhüt edilen tarihin çok sonrasında teslim edildi.TSK, teslim edilen bu Heronları teste tabi tuttu.Sonuç: Heronlar pek çok noktada testi geçemedi.TSK insansız uçakla ilgili itirazlarını ortaya koydu ve düzeltilmesini istedi.
İsrail bu tutuma tepki gösterdi ve TSK ile ipleri kopardı.Dahası, Türkiye için ürettiği ve teslim aşamasına getirdiği 5 adet Heron’u da apar topar Hindistan’a sattı.TSK tam bu süreçte, Savunma Bakanlığına başvurarak Heron’lar için yapılan sözleşmenin iptalini istedi.TSK’da asıl rahatsızlık konusu, yukarıda belirttiğimiz gibi Heron yani insansız uçakların Türkiye’ye satılmasına karşın kumandasının İsrailli uzmanların elinde olması.İsrail ile bu sorunlar yaşanırken TSK boş durmadı ve gayriresmi olarak alternatif arayışlara girdi.
Bu bağlamda Rusya ile ilişki kuruldu.Bir işadamı ve emekli üç Silahlı Kuvvetler mensubu defalarca Rusya’ya gidip gelerek insansız uçak noktasında uzlaşmaya vardı.Rusya’nın ürettiği ve teslimi için taahhüt ettiği insansız uçak Heron’lardan daha uzun süre havada kalabiliyor.

Fiyatı da Heronların yarısı kadar.En önemlisi, kumandası yani uçağın yönetimi tamamen TSK’da olacak.Bilgisayar yazılımından diğer bütün teknik ayrıntılara kadar her şey TSK’ya teslim edilecek.TSK, ön çalışmasını yaptığı bu uçağın alımı için düğmeye bastı.Ancak AKP iktidarı bu alıma olur vermedi ve illa da Heron olsun dedi.

Son bir şey:Tesadüf herhalde!
Tam bu günlerde Rusya’ya insansız uçak alımı için gönderilen emekli askerlerin ikisi apar topar tutuklandı!
Neden mi?
Ergenekon davasından!
Yorum sizin efendim..............
Sabahattin ÖNKİBAR
İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı E. General Servet Cömert:Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Tasfiye mi ediliyor?
Şehitlerimiz, Gazilerimiz yakanıza yapışmayacak mı?
İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı E. Gen. Servet Cömert bugün (22 Ekim 2009) İP İstanbul İl Merkezi’nde bir basın toplantısı düzenleyerek Tayyip Erdoğan ve Mehmet Ali Talat arasında geçen karanlık telefon konuşmasını yorumladı. Cömert’in açıklaması şöyle: Rauf Denktaş Kimdir?Bütün yaşamını Kıbrıs Türkünün özgürlüğüne, bağımsızlığına ve refahına vakfetmiş büyük bir liderdir.
Kurucusu olduğu KKTC’nin varlığını her şeyin üstünde tutan büyük bir vatanseverdir.
Anavatana bağlılığını hiç kimsenin ölçemeyeceği bir büyük Türk’tür.Bu büyük insanı bulunduğu konumdan uzaklaştırabilmek için, dışarıdan ve içeriden her türlü çirkinliği yapmaya çalıştılar.İşçi Partisi’nin 17 Ekim 2009 tarihli “basın açıklaması”nda, 24 Nisan 2004 tarihindeki, “Annan Planı” referandumundan hemen sonra, Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Mehmet Ali Talat arasında geçen bir telefon konuşmasına yer veriyor. Bu telefon konuşması, o dönemde KKTC Cumhurbaşkanı olan Sayın Rauf Denktaş’ı ele alan ve hoş olmayan ifadeler taşıyan konuşma.

O dönemde Sayın Denktaş’ı, bir süre sonra Sayın Serdar Denktaş’ı konu alan konuşmalar hatırlardadır ve adeta “Denktaş” adının politik hayattan tamamen silinmesi isteniyordu. Keza “KKTC” adının da dile getirilmesinden hoşlanılmıyor, çünkü dış güçlerin istekleri budur!...

Annan Planı:Kıbrıs sorununa çözüm alternatiflerinden biri de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından ortaya konan kapsamlı öneriler, 11 Kasım 2002’de taraflara sunulmuş ve plan üzerindeki görüşmeler Aralık 2003 tarihine kadar sürmüştür.

14 Nisan 2004’te öngörülen referandum yapıldı ve Rumlar % 76 HAYIR, Türkler % 65 EVET oyu kullandı. Rumlar Türklerle birlikte yaşamayı istemedi.

Ancak o tarihlerden bu yana KKTC Cumhurbaşkanı M. Ali Talat, her fırsattan istifade ile Rumlarla görüşmek için çaba sarf etti.

Oysa Sayın Talat ne AB’nin ne de Rum tarafının ne demek istediklerini anlayamadı, anlayamazdı.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de onlarla birlikti ve Kıbrıs’ta BM’nin görevi olan bu konuyu maalesef AB üstlenmişti ve ABD’de AB’yi destekliyordu.

Annan Planı Ölmüştür.Aslında Kıbrıs’taki sorun 25 Nisan 2004’te sona ermişti. Gerek KKTC gerekse Türkiye avantajlı olacaktı, çünkü Rumlara herhangi bir taviz vermeyecekti.

Türklerin elindeki arazi % 37’yi buluyordu, Annan Planı ise % 27’i öngörüyordu. Özellikle Kıbrıs Türklerini eritecek olan nüfus değişiminden de kurtulmuş olacaktı. Avrupa, kendi ilkelerine ihanet etmiştir.Federasyon tezi de ölmüştür.
KKTC varlığını sürdürecektir.
KKTC’nin Oluşunda Yer AlanlarKıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını isteyen EOKA teşkilatı, Kıbrıs Türkünü soykırımla karşı karşıya bırakmıştı ve bunun örneklerini de gerçekleştirmişti.

Kıbrıs Türkünün can ve mal güvenliğini sağlamak üzere; Türk Silahlı Kuvvetleri 20–22 Temmuz 1974 ve 14–16 Ağustos 1974 tarihlerinde Barış Harekâtı’nı gerçekleştirdi.

Gerek Barış Harekâtı, gerekse muhtelif dönemlerdeki çatışmalarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ve Mücahitlerden verilen şehit ve yaralılar…

ve bugün onlardan yaşayan Gaziler… aileler…Sormayacaklar mı neden öldüklerini?...

Sormayacaklar mı uğruna öldükleri, kan döktükleri toprakları?...
Biz soracağız!...
Kıbrıs Türk Gençliği!
Özüne dön…
Egemenliğine, vatanına ve devletine sahip çık.
www.ip.org.tr
-- İşçi Partisi İzmir İl ÖrgütüGazi Bulvarı Nurhan İşhanı No : 5 Kat : 3 Gümrük Konak-İZMİRTel:0232 483 95 45 www.ip.org.tr
Ne hallere düştük!..AKP gazetelerinin manşetleri muhteşemdi. Kalemlerinden ve sayfalarından yağ ve bal akıyordu. İşte bazı manşetler: “Eve dönüş bayramı.” “Habur’da barış için ilk adım. Gelenleri pişman etmeyelim.”
“Cumhuriyet’in barış miladı.”
“Açılıma dağ dayanmaz.”
Yağcılığın, yalancılığın bu kadarı olur mu demeyin.
Eğer bu medya patronları AKP’nin yanaşması ise her şey olur.

Ülkemizde gazetecilik çoktaaan bitti.

Onlar gazeteci falan değil, medya baronları.

Bugünkü iktidardan beslenen, milyarlarca dolarlık ihaleler alan, beklentileri olan, işleri bozulmasın diye yatıp kalkan Tayyip’e dualar eden, karşısında el pençe divan duran, bazıları da korkutulmuş ve sindirilmiş para babaları.

Onlar gazeteci falan değil, bugünkü AKP iktidarının emir kulları. Meslek onurumuzu da kendi çıkarları için ayaklar altına almaktan utanmayan, gazetecilik kisvesi altında yağcılık yapıp milletimizi kandırmaya yeltenen çıkarcılar.34 kişi PKK tarafından Kuzey Irak’ta seçiliyor.

Bu isimler, ya da nitelikleri, İmralı Adası’ndan örgütü yönetmekte olan Apo’ya bildiriliyor. Onay alındıktan sonra Türkiye’ye “Barış elçisi” yutturmacası ile gönderiliyor.

Ellerinde bir mektup: “Önderimiz Abdullah Öcalan’ın yol planı kamuoyuna açıklansın.

Askeri operasyonlar durdurulsun.

Kürt halkının özgür iradesi esas alınsın.

Kürt kimliği anayasaya girsin. Kürtçe her alanda kullanılsın. Sivil demokratik bir anayasa hazırlansın.” Bu işin tam Türkçe tercümesi şu:Kürdistan artık kurulsun.İkinci aşama ise şöyle gelecek:Hadi bize eyvallah abiler, biz Kürdistan’ı kurduk, sizden ayrılıyoruz.Bu tezgahı milyonlarca insanımız görüyor da, Tayyip mayyip görmüyor mu?
Elbet görüyor ama ABD ve AB’den gelen direktifleri uygulamak zorunda.

Emir geldi: Ermeni sınırını aç.
Kürtlere özgürlük ver!
Tek tip üniformalarıyla pazartesi günü Türkiye’ye gelip şimdi hepsi de serbest kalanlar ne dediler: “Eve dönüş, etkin pişmanlık gibi yasalardan yararlanmayacağız.

Biz teslim olmaya gelmedik.” Adamlar haklı. Teslim olmaya değil, teslim almaya geldiler.

Bu kez aceleye geldi, bundan sonraki kafileleri mutlaka resmi törenle karşılamak gerekecek!
Taksit taksit gelecekler, yeni mektuplar getirecekler, mitingler yapacaklar, ayaklı propaganda makineleri hızla faaliyete geçecek, dünya ayağa kaldırılacak. Örgütünü İmralı’dan özgürce yöneten Apo’ya belki basın toplantısı yapma hakkı verilecek.

Belki o zaman “Bu konuya Milli Güvenlik Kurulu el koymuştur” gibi açıklamalar yapmak zorunda kalacaklar.

MGK geçmişte işlevi olan ve önemsenen bir kuruldu. AKP, AB’den gelen emir doğrultusunda yasayı değiştirdi.
Şimdi o kurul, beş komutanın katılması dışında Tayyip’in Bakanlar Kurulu’nun benzeridir.
Neyse yeni kafileleri hep birlikte bekleyelim. Onları bu kez bando mızıka ile karşılayıp güzelce ağırlayalım.
Çankaya’dan Başbakanlık’tan randevuları önceden ayarlayalım.

Böylece ABD, AB ve utanç verici koşullarda bile suskun kalmayı yeğleyen Türk Milleti’ni mutlu etmeyi başaralım.

Günün birinde bakarsınız sıra Türk açılımına gelmiş!

Emin Çölaşan / Sözcü

Wednesday, October 21, 2009

Teşekkür(!)
GÜZEL bir organizasyondu; devamının da aynı güzellikte geleceğinden kuşku yok.

Çünkü hükümet bir işe elini attı mı Türkiye işte böyle güzel organizasyonlar yapacak güçtedir ve hatta yakında askeri operasyonları durdurup barış ve demokrasi organizasyonları ile tüm yurdu saracaktır! Yıllardır Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye barış ve demokrasi için gülleri atan, yüreği barış ve demokrasi aşkıyla yanıp tutuşan, bir grup iyi niyet elçisinin Türkiye’yi yöneten kadrolarca kucaklanış organizasyonundan söz ediyoruz.

Emeği geçenlere teşekkür etmek yurttaşlık görevi olmalı...

Kim bunlar?

ABD Başkanı Obama’dan işareti alır almaz “tarihi fırsat” duyurusu yapan Çankaya’daki AKP’li Sayın Abdullah.
Fırsatı barış ve demokrasi için değerlendirmek üzere yol haritasını hazırlayan İmralı’daki PKK’li Sayın Apo.

Kürt açılımını başlatarak barışın ve demokrasinin önünü hızla açan Başbakanlık’taki AKP’li Sayın Recep.

Organizasyona dönersek...

Diyarbakır’daki özel yetkili dört savcıyı ve bir yargıcı barış ve demokrasi elçilerini karşılamak için özel olarak Şırnak’ın Silopi ilçesindeki Habur sınır kapısına gönderen Adalet Bakanı Sadullah Ergin...

Sivil, resmi ve özel timci polislerle jandarmayı elçilerin güvenliği için seferber eden ve açılımın koordinatörlüğünü başarıyla yürüten İçişleri Bakanı Beşir Atalay...

Gümrüklü alanda çevre düzenlemesi için iş makineleriyle destek sağlayan Bayındırlık ve İskân Bakanı Mustafa Demir, gümrüklü sahayı kullanıma açan gümrüklerden sorumlu Devlet Bakanı Hayati Yazıcı. Gerek Amerika’nın gerek Avrupa’nın taleplerini ince bir diplomasiyle yürüten dışarıdan atanmış Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu.

Siyasilere ilaveten...

Alanda gerekli çalışmaları yapmak üzere bölgeye giden Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Recep’ten uzatmalı müsteşarı Emre Taner...

Muhteremlerin ellerine sağlık! Bu arada barış ve demokrasi aşığı iyi niyet elçilerinin sözcüsü İmralı’daki “Sayın Apo”dan dört mektup getirmiş.

“Yol haritası” içeren mektuplardan biri Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a yazılmış.

Ne güzel organizasyon! Emeği geçen ve geçecek herkesin eline sağlık!

Çankaya’daki AKP’linin MGK açılımı!

ÇANKAYA’DAKİ AKP’li, ona buna telefon ederek memleketin dış işlerine bakmaktan epey keyif alıyor olmalı... Şu sıralar sanki memleketin iç işlerine bakmaktan da kendini alamıyor ve ana muhalefet partisi liderinin, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına katılmasını öneriyor.

Cumhuriyet Halk Partisi’nden Mustafa Özyürek öneri üzerine önüne sürülen mikrofona hemen görüş bildirmiş; konuya sıcak baktığını ancak çalışma yönteminin yeniden ele alınması gibi bazı koşulları olduğunu söylemiş. Özetle, ana muhalefetin sözcüsü Çankaya’daki AKP’linin önerisine balıklama atlamamış ama atlamak için yeni “tramplen” istemiş!

İyi hoş da, Milli Güvenlik Kurulu’nun bugünkü yapısı, çalışma yöntemi, karar alma düzeni Avrupa Birliği’nin emirleri üzerine AKP iktidarının eseri olarak ortaya çıkmadı mı? Şimdi neyi, niye değiştirsinler! Maksat öneri olsun torba dolsun değilse eğer Başbakanlık’taki AKP’li, Cumhuriyet Halk Partisi’ni “Kürt açılımı”na yamamaya çalışırken adı bir süredir Damat Ferit’le birlikte anılan Çankaya’daki AKP’linin de, Deniz Baykal’ı Milli Güvenlik Kurulu’nda yanında görmek istemesi hayırlara vesile olur inşallah!NefesAli Serim: “Can Dündar’ın Yunanistan’da bedava dağıtılan Mustafa filmi gibi Nefes filmi de ‘Kürdistan’da dağıtılabilir!”

Yağmur DenizParis’te Sevr’e uygun harita çizilmiş.

Açılım haritasıdır!Ka-meraAnıl Öçal: “Açılım görüşmeleri kamera önünde olmasın mera önünde olsun; trene bakar gibi!”HikmetyarHamza Saykan: “Bülent Arınç’a göre İsrail karşıtı dizinin sonu mutlu edecekmiş.

Hikmetyar’ın dizinin dibinde mutluluk fotoğrafı çektirebilirler!

”Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: “Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.” Deniz SOM Orta oyunu
TAMAM, bugünkü hükümetin başlattığı “açılım” başarıya ulaşsın. Ülkemizde artık kan dökülmesin. “Yaratandan ötürü yaratılanı seven” Başbakanımız da mutlu olsun. İyi de bunlar yapılırken, Başbakan’ın ifadesiyle “Koskoca Türkiye Cumhuriyeti” âleme rezil olmasın.
En azından hükümet adına Habur’a veya Cizre’ye gidenler, yargının işine burnunu sokmasın. Oysa önceki gün “zafer” işaretleri vererek Habur’dan Türkiye’ye giren 34 kişi ile ilgili işlemler hakkında, arkadaşımız Okan Konuralp’in Silopi’den verdiği bilgiler durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor.

Biliyorsunuz bu 34 kişinin hepsi (tabii üstelik üniformasıyla gelen 8 PKK’lı da) dün yetkili Nöbetçi Mahkeme tarafından serbest bırakıldılar.Okan Konuralp’in haberinin bu konuyla ilgili kısmını özetleyerek aktarıyoruz:“Kandil Dağı’ndan ve Mahmur isimli kamptan 34 kişinin Türkiye’ye gelişiyle başlayan ‘Hangi koşullarda serbest kalmaları sağlanacak’ belirsizliği ‘pişmanlık’ yasasına getirilen yeni içtihat yoluyla aşıldı.”Okan’ın sözünü ettiği, Ceza Yasası’nın “etkin pişmanlık”la ilgili 221’nci maddesi hükmüdür.

Bu madde özetle:*

Suç işlenmeden önce verdiği bilgilerle örgütün dağılmasını sağlayan;*

Örgüt üyesi olan ama örgütün suçuna iştirak etmeksizin örgütten gönüllü olarak ayrıldığını bildiren;*

Örgütün suçuna katılmadan yakalanan fakat örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlayan bilgi veren;*

Örgütü kuran, yöneten veya üye olan ama gönüllü olarak teslim olup örgütün yapısı ve faaliyeti ve işlediği suçlar hakkında bilgi veren kişiye ceza verilmeyeceğini söylüyor.

Demek ki gelenlerin durumunu bu madde kılıfına uydurmak için Habur’da bir kumpanya kurulmuş. Bu kumpanya üstelik ancak Yargıtay’ın yetkisinde olan “içtihat üretme” hakkını da kendinde görmüş. Nitekim Okan şunları aktarıyor:“İfadelerde, ‘kimin isteği ve neden geldiniz sorularına hangi yanıtların verileceği’ krizinin aşılmasında DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın telefon diplomasisi etkili oldu.”Sanmayın ki sadece ikisi bu işe bulaşmış. Anlaşılan devletimiz 34 PKK’lıyı karşılamak için meğer tam kadro orada bekliyormuş.

Örneğin İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş, önceden gidip Cizre’de beklemiş.Sonunda PKK’lıların “Abdullah Öcalan’ın talimatı gereği buraya geldik” ifadesine “Ve hükümetin demokratik açılımına destek vermek için” ibaresinin eklenmesinde mutabık kalmışlar.Bu tabloyu tanınmış hukukçu Turgut Kazan’la konuştuk. “Şimdi Türkiye’de, sayısını bilemediğim kadar insan PKK’ya destek vermek yahut üye olmak iddiasıyla tutuklu yahut hükümlü sıfatıyla hapiste yatıyor. Adalet onlara bunu reva görürken üniformasıyla gelen, etkin pişmanlıktan yararlanmayı reddeden insanların serbest bırakılması için yapılanlar bir hukukçu olarak beni utandırıyor” dedi.
Haksız mı?
Oktay EKŞİ

Tekerrür eden tarih ne işe yarar?

BİR televizyon sunucusu Habur Kapısı’ndaki muhabirlerine, PKK’lılarda ve onları karşılamaya gelen yandaşlarında bir zafer kazanmışlık havası olup olmadığını ısrarla soruyordu. Sonra kendisi açıklıyordu: Muzaffer eda yok ise “iyi” imiş, varsa açılım tehlikeye düşermiş. Bu, kendi düşüncesi miydi, yoksa hükümetin görüşü müydü, bilemedim.

Sunucu (ve öteki sunucular) muhabirleriyle muhabbet ederken ekranda Öcalan posteri, PKK bayrağı taşıyan, “V” zafer işareti yapan insanlar, yüzlerce arabalık uğurlama ve karşılama konvoyları görülmekteydi.Ardından, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye gelen “Barış Grubu”nun getirdiği PKK’nın 9 maddelik mektup-muhtırası okunup söyleniyordu ekranlarda. Tam anlamıyla bir bayram, bir zafer havası görülmekteydi kıyafet ve davranışlarda.OSMANLI-RUS SAVAŞIBu sırada, biraz tarih bilgisi olanlar 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı anımsadılar. Bu antlaşmadan sonra Rusya, Osmanlı Devleti’nin Ortodoks Hıristiyan uyruklarının koruyucusu oluyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bu nedenle çıkmış, imzalanan 3 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Osmanlı’nın Tuna vilayetinde Bulgar devleti kurulmuştu. Ayastefanos Antlaşması’nda Ermenilerle ilgili reformlar yapılmasını öngören bir madde de (Madde 16) vardı.

Bunun ardından imzalanan 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’na göre (Madde 61) Osmanlı Devleti Ermenileri Çerkeslere ve Kürtlere karşı korumayı üstleniyordu. Oysa üç topluluk da Osmanlı vatandaşı idi.Gerçekte, Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Ermenileri, Bulgarlara öykünmeye davet etmekteydi.

Osmanlı Avrupa’sında Bulgarlar kendi devletlerini nasıl kurdularsa Ermeniler de kendi “Büyük Ermenistan Devleti”ni Anadolu’da kurabilirlerdi. Bulgarlar gibi, çeteler, komitalar kurarlar, isyan ederler, kan dökülür ve başta Rusya olmak üzere Berlin Antlaşması imzacısı Düvel-i Muazzama savaşa girip Osmanlı’yı ezerdi. İşte o zaman Büyük Ermenistan kurulurdu. 1878’den sonra bu strateji ve taktik uygulandı zaten. 1774-2005, OKUYUNTelevizyonlarda Habur Kapısı’ndan yapılan naklen (canlı) yayını izleyenlerden bazıları işte bunları anımsamakta ve o zamanın Düvel-i Muazzaması ile Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği’nin farksız olduğunu düşünmekteydiler. Ancak, bunları bilmeyen, anımsamayan ve öğrenmek isteyenlere Bilâl N. Şimşir’in “Ermeni Meselesi, 1774-2005” (Bilgi Yayınları) adlı kitabının ilk 100 sayfasını okumalarını salık vermekteydiler.

KIRIM SAVAŞI SONRASI

Bunları bizim siyasilerin görüşlerini dinlemeden, televizyonlarda tele-âlimlerin bombardımanına uğramadan yazıyorum. Osmanlı Devleti galip geldiği savaşlardan sonra imzaladığı antlaşmalarda bile zararlı çıkmıştı.
Örneğin, müttefikleriyle birlikte kazandığı Kırım Savaşı’ndan sonra ilan ettiği Islahat Fermanı ile yıkılışını da ilan etmişti.

PKK’lıların ülkeye dönüşlerini yüreklendirip kabul eden AKP hükümeti, teslim olma koşullarını karşı tarafa kabul ettirebilirdi. Bunun sonucu olarak PKK Irak’ta ve Türkiye’de 6-0’lık galibiyet havalarına girmeyip poz atmayabilirdi. Böylesine bir uzgörüşlülüğü, olgunluğu, dûrendîşliği Kürtçülük önderlerinden ve DTP yöneticilerinden beklemek fazla iyimserlik olur. Ancak, ne olursa olsun, biraz tarih öğrenmelerinin herkese yararı var!

Özdemir İNCE

Tuesday, October 20, 2009

Hadi gelin MR’ınızı çekeyim...

Yılmaz ÖZDİL yozdil@hurriyet.com.tr

Hadi gelin MR’ınızı çekeyim...

Kimmiş bu gelen teröristler?
“Barış” grubu.

Sen kimsin bu durumda? “Savaş” grubu.

* “Demokrasi, özgürlük, barış, empati, uzlaşı, kültür, hoşgörü, etik, insan hakları” gibi saygın kavramları, seni susturmak için, sana karşı kullanıyorlar.

* “Kara propaganda”dır bu.

* Terörün silahsız olanı.

* Cephanesi, hile, iftira, entrika, fitne, nifak, dedikodu ve rivayettir...

Maske takar. Yalanı, gerçek gibi anlatır. Ajanı, aydın diye ambalajlar. Yorum üfler, manşet pompalar.

Biat edeni yüceltir, itaat edeni alkışlar. Varolmayanı, varmış gibi gösterir.
Saptırır...
“Bu açılımın içinde ne var?” diye sor mesela...

“Analar ağlasın mı istiyorsun?” diye kontra sorar.
Dağa çıkan sendin çünkü! Hayatında kırmızı ışıkta bile geçmediğin halde, anaları ağlatan sanki senmişsin gibi suçlanırsın, utanırsın, susarsın.
* At izi, it izine karışır böylece.
* Ve, muhtemelen...
Endişelisin bu yüzden.
Moralin bozuk.
Mutsuzsun.
Böbreğinde taş varmış gibi, kıvranıyor beynindeki düşünceler...
Aklın karışık, zihnin bulanık, vicdanın sancılı...
Devlete inancın sarsıldı.
Güvenini kaybettin.
Geçenlerde, o arkadaş ortamında, öyle düşünmediğin halde, öyle düşünüyormuş gibi yaptın, hâlâ için içini yiyor.
Irkçı filan diye yaftalanmaktan korktuğun için, fikirlerini özgürce ifade edemiyorsun. Kendini yalnız hissediyorsun, “Bi tek ben aksini düşünüyorum herhalde” diyorsun.
Son zamanlarda sık sık “Acaba ben mi yanlış düşünüyorum” duygusuna kapılıyorsun.
Ramak kaldı...
Sürüye katılmak üzeresin.

* Çünkü... Bir türlü açamadıkları açılımın önünde tek engel var.
* Sana PKK’lıların teslim olduğunu söylüyorlar ama, aslında senin tıpış tıpış teslim olmanı bekliyorlar.

DÜNYADA BUGÜN ...Tarihinizi Başkaları Yaparsa Ne Olur?

ALİ SİRMEN

Tarihinizi Başkaları Yaparsa Ne Olur?

Abdülhak Hamit’in ünlü piyesi Eşber’de, İskender, az sayıda askerle kendisine kahramanca direnen Hint hükümdarına karşı kazandığı zaferin perişanlığını görünce, Aristo’ya sorar:
- Söyle bakalım şer yazıcısı şimdi ne yazacaksın?
Hocasının yanıtı tüyler ürperticidir.
- Hünkârım, tarihi yazan biz, yapan siz...
Tarihi yapanlar, ezelden beri kızmışlardır tarihi yazanlara.

Cumhurbaşkanı Gül de önceki gün Bursa’daki önemli karşılaşmada buyurmuş:

- Biz burada tarih yazmıyoruz, tarih yapıyoruz.

Sayın Gül’ün affına sığınarak belirteyim ki, kendileri ne sanırlarsa sansınlar, gerçek öyle değil.

Ne o tarih yapıyor, ne de önceki gün yanında tribünde oturmuş olan Sarkisyan...

Tarihi Sayın Gül yapıyorsa, Ermeni soykırımı olmadığını söyleyenlere hapis cezası veren İsviçre’nin Dışişleri Bakanı onur konuğu olarak şeref locasında kendilerinin yanında ne arıyordu?

Gerçekten, ne garip bir durum değil mi?

Şu işe bakın:
Ermeni soykırımını inkâr edenlere hapis cezası veren İsviçre’nin Dışişleri Bakanı onur tribününde, Bern’in bu tavrı karşısında hapis cezasına aldırmayıp oraya giderek, “Evet Ermeni soykırımı olmadı” diye meydan okuyan, yurtsever Doğu Perinçek, Ergenekon davası sanığı olarak Silivri Ceza ve Tutukevi’nde. ..

***
Eğer gerçekten dediği gibi, bu tarihi yapan Abdullah Gül olsaydı, bu çelişkinin hesabını nasıl verir, İsviçre’nin Dışişleri Bakanı’nı halkına alkışlatırken, Doğu’yu içeri tıkan Türk milletinin makus talihi altında ezilmekten nasıl kurtulabilirdi?

Neyse ki, tarihi yapan o değildi.

Neyse ki, tarihi yazanlar da, vakanüvis yalakalığı içindeki yandaş medya kalemleri ve benzerleri olmuyor ve olmayacak her zaman.

Neyse ki, birileri çıkıp da açıklıkla söyleyebiliyor:
- O tarihi yapan sizler değilsiniz, sizler o tarihi yapanların oraya yerleştirdikleri kişilersiniz efendim!

Bu coğrafyanın insanları için yeni bir olgu değil, tarihlerini başkalarının yapmaları ve onların da, tarihin yapıcıları saflarında değil, figüranları sıralarında yer almaları.

Eğer o tarih, Beyaz Saray’da oturan değil de şeref platformunda yer alanlar tarafından yazılmış olsaydı, tribünler taşıma kalabalıklarla doldurulmaz, dost halkların temsilcileri yan yana gerçek kardeşlik türküleri söylerlerdi.

Yüzyıllar boyu yan yana kardeşçe yaşamış bu iki halk için de böyle bir durum iyi, hem de çok iyi olurdu.

Böylece başkalarının yaptığı bir tarihin esiri olarak içlerde taşınan kin ve anlamazlık saplantılarından da kurtulunurdu.

***
19. yüzyılda Osmanlı sınırları içinde kalan coğrafyada tarihi yalnızca halkların kendileri yapmış olsalardı, bugün Balkanlar da, Ortadoğu da bambaşka görünümde olurlardı.

- Bir ülkenin tarihini kendi yazsa ne olur, başkası yazsa ne olur, diye sorabilirsiniz.

Yukarıdaki sorunun yanıtı basittir:

- Kendi tarihini kendi yazan uluslar ülkelerinin efendileri olurlar, aksi durumdakiler ise, kendi ülkelerinde tarihlerini yazan efendinin uşağı konumuna düşerler.

Kalıcı ve adil barışlar, kendi tarihlerini kendileri yapan toplulukların kendi aralarında yaptıkları barışlardır.

Bununla birlikte kendi tarihlerini yapmayanları yapmış gibi gösterecek vakanüvisler bulmak da her zaman imkânsız değildir.

Bu vakanüvisler, önceki gün Bursa’da onur tribününde bulunan, ama başkalarının yazdığı tarihin figürleri olan kişilerin gelecek yıl Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmelerini kendi görüşlerinin kanıtları olarak ileri sürebilirler.

Bunlara kanmayın! 21. yüzyıl Pax Americana’sının yürütücüsü olduğu için 2009 Nobel Barış Ödülü’nü Obama’ya verenler, Pax Americana’nın bölgesel taşeronlarından da bir ödülü esirgemeyeceklerdir elbette.

Ama ödül kazanmak kendi tarihini kimin yazdığı gerçeğini değiştirmiyor.

asirmen@cumhuriyet.com. tr

Friday, October 16, 2009

Köy Enstitüleri Kronolojisi

Özdemir İNCE

Rifat Serdaroğlu’nun mektubu
SAĞLIK ve Devlet Eski Bakanı Rifat Serdaroğlu’ndan bir mektup aldım. Aktarıyorum:
“17 Nisan 2009 tarihli Köy Enstitüleri başlıklı yazınızı okudum. Size, Kronolojik sıra ile bazı tarihi bilgiler vermek istiyorum. Böylece Köy Enstitüleri’ni kimin kapattığı, kimin kapatmaktan beter ettiğini görmüş olacağız:


1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı görevi sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacı ile KÖY EĞİTMENİ PROJESİ’ne başlanır. Bu, Köy Enstitüleri’nin temelidir.
17 Nisan 1940′ta Köy Enstitüleri Kanunu kabul edilir. (TBMM’deki oylamalarla ilgili yazdıklarınıza aynen katılıyorum.)


1943 yılında yapılan 2. Milli Eğitim Şûrası’nda Köy Enstitüleri aleyhinde yaygın bir kulis faaliyeti yapılmış ve Köy Enstitüleri bir “İptidailiye dönüş” olarak kabul edilmiştir. (Bkz. Şûra kayıtları.)
1946 yılında Bakan Hasan Áli Yücel ve Köy Enstitüleri’nin mimarı Tonguç görevlerinden alınmışlardır. Milli Eğitim Bakanlığı’na Reşat Şemsettin Sirer getirilmiştir.


1947 yılında çıkarılan 5117 ve 5129 sayılı kanunlar ile öğretmene toprak verilmesi güçleştirilmiş, dağıtılmış kitaplar, aletler, hayvanlar ve malzemenin geri alınmasına karar verilmiştir.

Öğretmen, yeni Türk köyünün yapıcısı değil, sadece okuma yazmayı öğreten tutucu bir bürokrat haline getirilmiştir.


1947 ve 1948 yıllarında çıkarılan 5012 ve 5210 sayılı kanunlar ile köylü, okul yapma yükümlülüğünden çıkarılmıştır.


1947-48 ders yılında, Köy Enstitüleri’nin beyin kadrosunu üreten YÜKSEK KÖY ENSTİTÜLERİ kapatılmıştır. (Bu kurum 1942-43 öğretim yılında açılmıştı.)


29.04.1947′de çıkarılan yönetmelikle öğrencilerin okul yönetimine etkin olarak katılmaları engellenmiştir.


09.05.1947 tarihli genelge ile, KIZ VE ERKEK ÖĞRENCİLER, BİRBİRLERİNDEN AYRILMIŞTIR.

20.05.1947 tarihli genelge ile, dünya klasiklerinden yapılmış çeviriler toplattırılmış ve yakılmıştır.


1948′de öğretim programı değiştirilmiş, iş eğitimi ilkeleri kaldırılarak, enstitüler klasik okullara dönüştürülmüştür.”


CHP Mİ, DP Mİ?
“Bütün bunlar yapılırken iktidarda tek başına CHP vardı. 1954 yılında gerçek işlevinden uzaklaştırılmış olan Köy Enstitüleri DP iktidarı tarafından öğretmen okullarına dönüştürülerek kapatılmıştır.


Sayın İnce, şimdi size soruyorum; Köy Enstitüleri’ni, bütün bu yukarıda saydığım değişiklikleri yapan CHP mi kapatmıştır, yoksa DP mi kapatmıştır?


Ayrıca 1946′da Truman Doktrini ile Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımın BATI BLOKU’NUN KURALLARINA UYULMASI şartı ile gelmesi ile Hasan Áli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınmasını (1946) da bu yukarıda belirttiğim bilgiler dahilinde değerlendirmek gerekir.


Sayın İnce, size bu sunduklarımı doğrulattıktan sonra kamuoyunu doğru bilgilendireceğinize inancım tamdır. Sağlık ve başarı dileklerimle saygılar sunarım.”

Wednesday, October 14, 2009

Mustafa Mutlu ( Gazete Vatan)
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=264587&Categoryid=4&wid=102

Atatürk’e hakaretin yasak olması, AB üyeliği için engelmiş!

Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu kabul ettiği zaman önce “kokoreç” konusuna el attı!Arkasından Cumhurbaşkanı seçiminde açık tavır aldı.İktidar partisinin kapatılması davasına itiraz etti.Ayrılıkçı terör örgütünün sözcüsü gibi davrandı.

Hatta; Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üyelerini bile açık açık eleştirerek, Türk yargısının iç işlerine müdahalede bulundu.Sıra... “Atatürk’ü Koruma Kanunu”na geldi!

***Avrupa Birliği Komisyonu, bugün açıklayacağı ilerleme raporunda; Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasal düzenlemelerin kaldırılmasını isteyecekmiş...Bunların başında da halk arasında “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen ve 31 Temmuz 1951’de yürürlüğe giren 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun geliyormuş...

AB Komisyonu üyelerine göre, Atatürk’e hakaret edenlere ve aşağılayanlara cezai yaptırım uygulanması, ifade özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biriymiş!

Eğer Türkiye gerçek bir demokrasi olmak istiyorsa, Atatürk’e de hakaret edilebilmeliymiş!

Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya sövenler, nasıl olur da hapis cezasına çarptırılırmış?Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri tahrip edenlerin tüm bu eylemleri, “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmeliymiş!

***“Demokratikleşmeyi” bize, “ülkenin kurucusuna hakaret edenlere göz yumulması” olarak yutturmaya kalkışan AB Komisyonu; ne hikmetse, Türkiye’deki ‘lider sultası’nı demokrasiye aykırı görmüyor...

Başbakanların, bir parmak işaretiyle Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı seçtirmelerini “demokratik” buluyor...

Bu yüzden, ön seçim yapmayan, milletvekili, belediye başkanları, hatta ilçe belediye meclis üyelerini tek başına belirleyen genel başkanlara, “Önce Siyasi Partiler Kanunu’nu ve Seçim Kanunu’nu değiştirin de gelin” demiyor...Ama Atatürk’e hakaret edilmesini önleyen yasal düzenlemelere ateş püskürüyor!

***Elbette, ülkelerin kurucu kahramanları da eleştirilebilir...Ki; bu, bizde yıllardır yapılıyor!Bazı tarikat sözcüleri, Atatürk’ün ne diktatörlüğünü bırakıyor, ne de insani zaaflarını!Ama tüm bunlar AB’nin gözünde “demokrat” olmamıza yetmiyor...

O, ille de “Atatürk’e küfredenler de cezalandırılmasın” diye bastırıyor.Bu garip talebi duyunca insanın, “Yoksa AB’nin akıl babaları arasına bölücülerden sonra tarikatçılar da mı sızdı” diye sorası geliyor!

***Bakalım bu hadlerini bilmez arkadaşlar, Avrupa Birliği’ne tam üyelik mamasını göstererek, bizden daha neler istemeye cesaret edecek?

*****
GÜNÜN SORUSUAtatürk’e hakaretin suç kapsamından çıkarılmasını isteyen AB ülkeleri, 91 yıl önce İstanbul’u, İzmir’i ve Anadolu’nun yarısını işgal eden ama Atatürk tarafından kovulan dedelerinin intikamını mı almaya çalışıyor?

*****Protesto sınırı geçilmesin! Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, Türkiye-Ermenistan maçı için büyük bir olasılıkla şu saatlerde Türkiye’ye gelmiş olacak...İlk maç için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Ermenistan’a gitmişti...

O nedenle Sarkisyan’ın ziyareti, “diplomaside karşılıklılık” ilkesine dayanıyor...

Sarkisyan’ı Bursa’da ağırlayacak olan devlet adamlarımız, büyük protesto gösterilerinin düzenlenmesinden ve olay çıkmasından korkuyor.

Umarım; zaten hep tartışma konusu olan imajımız daha fazla zedelenmez ve Türkiye’yi mahkûm ettirmek isteyen Ermeni fanatiklerinin eline yeni bir koz verilmez.Ama şu da unutulmamalı:Nasıl Abdullah Gül, Erivan’a gittiğinde Taşnak Partisi’nin sempatizanları Türkiye’yi soykırımcı ilan eden pankartlarla protesto gösterileri yaptıysa...

Abdullah Gül, nasıl bunları anlayışla karşıladıysa ve olay çıkarmadıysa...

Sarkisyan da Türk milliyetçilerinin Bursa’da yapacakları ve sadece “protesto” yla sınırlı kalacak gösterileri anlayışla karşılamalı.

Bu, en azından “diplomaside karşılıklılık” ilkesinin gereğidir.

***Kısacası, demokratik protesto haktır... Şiddete ve hakarete dönüşmemesi kaydıyla!
Mustafa Mutlu ( Gazete Vatan)
http://haber.gazetevatan.com/haber.vatan?detay=Ataturke_hakaretin_yasak_olmasi_AB_uyeligi_icin_engelmis&Newsid=264587&Categoryid=4&wid=102

Atatürk’e küfre vize isteyenler, isyan marşı bile söyletmiyor!

İsviçre’de, “Türkler Ermeni soykırımı falan yapmamıştır. Bu iddiaların hepsi kocaman bir yalandır” diyebilir misiniz?“Ermeni soykırımını inkâr etmek” suçundan sizi cezaevine tıkmazlar mı?

***Almanya’da “düşünce ve ifade özgürlüğüne” sığınarak, “Hitler bir ulusal önderdir ve kahramandır” diye bağıranlar, ırkçılık suçundan yargılanmıyor mu?

***Avusturya’da “kilise ve dini gruplara mensup olanlara karşı insanları tahrik edenler” 2 yıla kadar hapis cezası almıyor mu?

***Fransız Ceza Kanunu (IV. kitap II. bap), “Kamuya açık yerlerde veya bölgelerde her türlü ayaklandırıcı söz ve şarkıları bağırarak söyleyenlerin, 10 günden 1 aya kadar hapisle cezalandırılmasını” öngörmüyor mu?

***Polonya’da faşizmi, komünizmi savunanlar, bir dine ya da mezhebe inanmadığını açıkça söyleyenler insan değil mi? Analarından emdikleri süt burunlarından getirilmiyor mu?

***Danimarka’da “ifade özgürlüğü”nü bahane ederek, insanların cinsel tercihleriyle alay etmeye kalkın bakalım... Alaydan vazgeçtim, birine hakaret anlamında “.bne” demeniz de yeterli... Anında içeridesiniz!

***Yunanistan’da “Burası demokrasinin beşiği... Burada her türlü düşünce ve ifade hakkı vardır” diyerek, halkı Elefterios Venizelos’un heykellerini kırmaya tahrik edin isterseniz...Cezası iki yıl kodes!

***Kısacası... Dün açıkladıkları “ilerleme raporu”nda bize, “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun ifade özgürlüğüne aykırıdır” deme cüretini gösteren Avrupa Birliği ülkelerinin tamamı, düşünce ve ifade özgürlüğünü bir şekilde kısıtlıyor...Ama kendi yasaklarına sıkı sıkı sarılırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna hakaret ve küfür edilmesini (eleştirilmesini değil), heykellerinin kırılmasını önleyen yasanın kaldırılmasını, yoksa bizi AB’ye almalarının mümkün olamayacağını söylüyorlar...İşin ilginci; (bu yazının yazıldığı saate kadar) ne iktidardan, ne de muhalefetten bir kişi de çıkıp, “Alın tam üyeliğinizi kulak deliğinize sokun. Biz Atamıza küfrettirmeyiz” demiyor!

***Otuz yıllık bir gazeteci olarak kimse, düşünce ve ifade özgürlüğüne benim kadar ihtiyaç duyamaz...Ama benim midem, bu çok kutsal özgürlükleri Türkiye’ye “Hayır” demek için kılıf olarak kullanan Avrupalı riyakârlığını kabul etmiyor!

*****‘HALK’A BAK!

En büyük devlet büyüğü” dün bir açıklama yapmış ve İsrail’le yaşanan tatbikat krizi ile ilgili olarak, “Halkımızın sesine kulak verdik” demiş...Bu “çok sayın devlet büyüğü” bugüne kadar bütün icraatlarına “halk”ı bahane etti.

Ne zaman eleştirilen bir iş yapsa; hep, “Milletimiz öyle istiyor” gerekçesine sığındı.

Hepsini anlarım da...

Halk ne zamandan beri bir askeri tatbikat konusunda iktidara politika dayatıyor?

O “halk” kim ve böylesine teknik bir konuda nasıl bilgi sahibi olmuş?

Harp Akademisi’ni mi bitirmiş?

En büyük devlet büyüğü” keşke bunları da söylese de askeri ve stratejik konularda hükümete politika dikte ettirme becerisine sahip o “halk”ımızla biz de gurur duysak!

*****
GÜNÜN SORUSU

Tam üyelik mamasını göstererek Türkiye’ye hiçbir aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği koşullar dayatan Avrupa Birliği Komisyonu, acaba isimlerimizi değiştirmemizi ne zaman isteyecek?

*****Egemen Bağış’a bir soru

Devlet Bakanı Egemen Bağış, Türkiye’de muhalefet ile çeteler arasındaki sınırın nerede olduğunu anlamakta zorluk çektiğini söylemiş...Çünkü ona göre muhalefet; mühimmatla, silahlarla yakalanan bir çetenin avukatlığına soyunmuş...

Egemen Bey zamanının çoğunu Brüksel’de geçirdiği için Türkiye’de olup bitenleri anlayamıyor...

Kimse mühimmatla, silahla yakalanan çete üyelerinin yargılanmasına karşı çıkmıyor...Örneğin ben; demokratlığı, yurtseverliği asla tartışılamayacak olan askerleri, gazetecileri, bilim, iş ve hukuk adamlarını, sahte belgelerle ve terörist tanık ifadeleriyle o “çete”ye yamamak isteyenlere karşı çıkıyorum.

***Kısacası muhalefetle çeteler arasındaki sınır aslında gayet net de...

Acaba Egemen Bey, “demokrat iktidar” ile “despot iktidar” arasındaki sınırın nerede olduğunu söyleyebilir mi?

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=264861&Categoryid=4&wid=102


Yazarın Önceki Yazıları
Atatürk’e hakaretin yasak olması, AB üyeliği için engelmiş! ( 14.10.2009 )
Deniz Baykal, görüşme masasına AKP’nin parti programıyla oturmalı! ( 13.10.2009 )
Vatandaş hazmeder de... En kötüsü ‘devlet’in hazmetmeye alışması! ( 11.10.2009 )
Osman Gökçek devletin bile yapamadığını yapıyor! ( 10.10.2009 )
Taksim’de görevli polisi yöneten Müdür’le dobra dobra IMF Meydan Savaşı! ( 09.10.2009 )
Protesto hakkını kullanan herkesi terörist ilan etmek faşizan bir yaklaşımdır! ( 08.10.2009 )
Polis göstericileri orantılı orantılı hastanelik etti! ( 07.10.2009 )
En büyük devlet büyüğü, o listedeki bir ismi geri almalı! ( 06.10.2009 )
Tüm Yazılarına ulaşmak için Tıklayın (1781)
MNetBanner("vatan_gundem_300x250");
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: 3G´ ye hazır mısınız?

-->
Yazarımızın Tüm Yazıları İçin Tıklayınız...
Azeri Türk'ün , Türkiye'ye Serzenişi : Dönek KardeşYrd.Doç.Dr. İrfan Murat Yıldırım - Bakü Stratejik Araştırmalar Merkezi

1944 yılında Anayurd´a sığınıp bilahare Ruslara teslim edilen ve Ruslar tarafından hudutta makineli tüfekle biçilip öldürülen 187 Azerî kardeşimin aziz ruhuna.) Türk denince özü, sözü mert olur, Dost deyince ayrılmaz bir fert olur, Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam, Şimden geru bu bana bir dert olur. Ben ne diyem bu vefasız dağlara, Öz kardaşı dönek olan ağlara!

Elmas Yıldırım´ın bu kırgınlık ve serzeniş dolu şiirini her okuduğumda ürperirim. Sınır boyunda Ruslara teslim edilen Azeri Türklerinden biri olurum o an.

Yanımda eşim ve çocuklarımla biraz sonra öldürüleceğimi bilerek Rus sınırına ilerlerim. Çocuklarım korkuyla ellerimi tutar, ağlaşırlar… Ben onlara ne söyleyeceğimi bilemem…Kaç bin yıllık Türk tarihini aklıma getirmeye çalışırım…Onun hangi sayfalarında böyle onursuzluğun, dönekliğin yazıldığını hatırlamaya çalışırım… Bulamam…Türk tarihinin her satırının şeref ve şanla dolu olduğunu bilirim… Peki ya bu akla sığmaz zulüm ? ! Makineli tüfek takırtıları düşüncelerimi yarım bırakır..
Gözlerim sınırın diğer tarafında ağlaşan Mehmetçiklere takılır bir an… Sonrası boşluk.. hiçlik…

Günlerdir Türkiye ve Azerbaycan kamuoyunda bir şok dalgası yayılıyor.. Türkiye Ermenistan´la sınırlar kapılarını açacakmış…Yıllar önce tamamlanan ve Iğdır´la-İran´ı birbirine bağlayan Boralan sınır kapısı açılmazken, üstelik bu sınırın her iki tarafında da Azeri Türkleri yaşadığı halde yaprak bile kıpırdamıyor da Ermeni kapısı açılmak isteniyor.. Neden? Tepkiler gün geçtikçe yükseliyor her iki ülkenin kamuoyunda da ama Türkiye gazeteleri alayla karşılıyorlar bu tepkileri …"Hadise Eurovision´a 12 puan eksik başlayacak…

Men sana küsmüşem… Azerbaycan´da Türk şarkıcılara ambargo…Aramıza kara kedi girmesin heyeti…" Obama´nın okşadığı kediyi neredeyse ermiş seviyesine çıkartan necip Türkiye basını Azerbaycan´ın duygularını böyle ciddiyetsizce, alayla yansıtmak istiyorlar Türk halkına… İlişkilerin kırılmasını istiyorlar sanki, bozulmasını… Senelerce bunun için uğraşmadılar mı? Peki neden? Ucunun nereye bağlı olduğu anlaşılmayan bir cinayet sonucu katledilen ,Türkiye´den çok Ermenistan sevdalısı , "Türklerden boşalacak zehirli kanın yerini Ermenilerin temiz kanı dolduracak" diyebilen bir Ermeni gazeteci için her kes Ermeni oldu…

Ama Hocalı´da o temiz kanlı(!) Ermeniler tarafından vahşice katledilen 615 insan için hiç kimse Azeri olmadı…1 yaşındaki şehit Aygün Hesenova´nın, 2 yaşındaki şehit Samir Quluyev´in hatırları da yetmedi birilerinin Azeri olmasına…Oysa soy birliği dolayısıyla dünyadaki her Türk´ün 1 dakikalığına bile olsa Azeri olması gerekiyordu.. Ama birileri Ermeni olmayı tercih ettiler… Neden?

Türk; o Altayların dünkü eri mi? Yolunda can koydum, verdim serimi, Düştüğü ağlardan kurtulsun diye, Serdim ayağına doğma yerimi… Kardaş armağanı, dökülen kanlar, Bana mükâfat mı giden kurbanlar? *** Ben diyorum, Kayıhan´dır soyumuz, Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz, Dilim dili, yolum yolu, emel bir, Bir bayrakta, yıldız´ımız, ay´ımız. Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık, Nerden doğdu bu imansız gayrılık? Birlik masallarda mı kaldı yoksa? Türkiye Başbakanı diyor ki "Ermeni sınırı açılır ama…" Ama ne? Ermeniler Türk topraklarından hak iddia etmekten vaz mı geçtiler?…Öldürdükleri yüz binlerce Anadolu Türkü´nden, Azerbaycan Türkü´nden özür mü dilediler ?

Dili bir, dini bir kanı bir olan Azerbaycan´ın işgal altındaki topraklarından mı çekildiler?..

İvnovka yeniden Hocalı mı oldu? Verdan yeniden Fuzuli mi oldu? Zeve´de, Erzurum´da, Iğdır´da, Şuşa´da ve daha nice Türk şehirlerinde Ermeni terörüne kurban giden şehitler size vekâlet mi verdi?.. Memeleri kesilmiş kadınlardan, iffeti kirletilmiş genç kızlardan, hayatları daha başlamadan biten çocuklardan ferman mı geldi? Ermenilerin şehit ettiği diplomatlarımız mı görüşmelerinizi yaptılar? Ne oldu? Neden açılmak istenir sınır? Neden?

*** Alnımın yazısı, karadır kara, Karadan bir mendil yolladım yara, Yol uzun, el uzak, yetişmez eller, Türklüğün kanayan kalbini sara. Felek kıymış beslenen bu dileğe, Lânet Türk´ü hançerleyen bileğe. 4 milyonluk Ermeni karşısında 300 milyonluk Türk Dünyası… 2,5 milyonluk Ermenistan karşısında 78 milyonluk Türkiye…Haklısınız güçler denk değil.. Peki korkmadan, onurlu bir siyaset yürütebilmek için kaç yüz milyon olmak gerekiyor? Yunanistan Makedonya´daki hak iddiasından vazgeçti mi? Ya Sırbistan Kosova´dan? Hayır… Peki hakları var mı Yunanistan´ın Makedonya´da, Sırbistan´ın Kosova´da…Hayır.. Niye korkmuyorlar o zaman? Orduları mı bizden fazla, nüfusları mı? Yoksa nüfûzları mı? Yoksa onurları mı? Hangisi fazla? Bu nasıl siyaset ki milli duygudan yoksun…

Bu nasıl siyaset ki her dediğimizin sonradan tersini söylemek zorunda kalıyoruz…

Bu ne biçim siyaset ki kendi bedenimizi kendimiz parçalıyoruz… Kendi dirliğimizi, kendi birliğimizi kendimiz bozuyoruz…

Ermenilere ne borcumuz var? Türkiye´de vizesini birkaç gün geçiren Kazak, Kırgız, Azeri Türkü sınır dışı edilirken 150 bin Ermeni izin almadan çalışıyor, para kazanıyor… sebep ne? Yoksa gerçekten hepimiz Ermeni miyiz? *** Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim? Günah mı Türklüğe gönül verdiğim? Rusların açtığı yaradan derin, Anayurtta öz kardaştan gördüğüm. Seslenseydim, ses çıkardı her taştan, Ne beklersin sağırlaşan bir baştan. Türkiye´de kaç tane Azeri Türkü var biliyor musunuz? Kaç tane kayıtsız şartsız soydaşlarına destek verecek Anadolu Türkü var biliyor musunuz? Bunların sabrı mı sınanıyor, sadakati mi ? Söyler misiniz ? Kerkük´ü Musul´u, Doğu Türkistan´ı,Tebriz´i, Batı Trakya´yı, duymuyorsun anladık.. Peki Iğdır´ı, Kars´ı, Anadolu´yu da mı duymuyorsun? Sağır mı oldun Ankara ?

Türk olmak teslim olmak anlamına mı geliyor artık. Açılmak istenen o kapının Ermeni terörü neticesinde şehit düşen her Türk´ün mezarını çiğnemek anlamına geleceğinin farkında değil misiniz ?

*** Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan, Ne bilem, kahpelik varmış soyunda, Girdiğim öz yurttan döndürülürken, Kanımın aktığı sınır boyunda Açan lâlelerden bir çelenk örsem, Türklük dünyasına armağan versem.

*** Elmas Yıldırım´ın bu kırgınlık ve serzeniş dolu şiirini her okuduğumda ürperirim. Sınır boyunda Ruslara teslim edilen Azeri Türklerinden biri olurum o an. Yanımda eşim ve çocuklarımla biraz sonra öldürüleceğimi bilerek Rus sınırına doğru ilerlerim.
Çocuklarım korkuyla ellerimi tutup, ağlaşırlar…
Ben onlara ne söyleyeceğimi bilemem… Kaç bin yıllık Türk tarihini aklıma getirmeye çalışırım…
Onun hangi sayfalarında böyle onursuzluğun, dönekliğin yazıldığını hatırlamaya çalışırım… Bulamam
…Türk tarihinin her satırının şeref ve şanla dolu olduğunu bilirim…
Peki ya bu akla sığmaz zulüm ? !
Makineli tüfek takırtıları düşüncelerimi yarım bırakır.. Gözlerim sınırın diğer tarafında ağlaşan Mehmetçiklere takılır bir an…
Sonrası boşluk.. hiçlik…


http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8268
Hepimiz Ermeniyiz Diye Başladı, Leş Kargaları ile Bitti

Bülent Esinoğlu - İlk Kurşun Gazetesi


Önce protokolün imzalandığı masanın etrafındakilerin ne olduğundan başlayalım.Osmanlı’yı paylaşanların hepsi imza masasının arkasındaydı. İngiltere’nin yerine Amerikan temsilcisi Clinton, Rusya temsilcisi Lavrof, Avrupa temsilcisi Solana Davutoğlu’nun üzerine doğru abanmışlardı. Davutoğlu azıcık yan çizse leş kargaları ensesine oturacak gibi duruyorlardı.Protokol imzalandı. Türkiye kaybetti. Amerika, Rusya ve Avrupa kazandı.Rusya Azerbaycan’ı kazandı. Amerika Kafkaslara ikinci adımı attı. Avrupa ikinci bir petrol enerji hattı potansiyeli kazandı.Batının planı, Hırant Dink’in CIA tarafından katledilmesi ile başladı. Arkasından, Türk halkının yoğun bir şekilde aşağılanması süreci yaşatıldı.Hepimiz Ermeniyiz yürüyüşleri ile aşağılanma süreci sürdürüldü.(Aşağılanan halklar tepkisizleşirler)Bu protokolden sonra, Tayyip ve Gül ne derse desin, hangi açıklamayı getirirse getirsin, Amerikan yalakası basın hangi yalanı bulursa bulsun, Ermenistan’ı tercih ettikleri açıktır.Ermeni’yi Türk’e, Hıristiyan’ı Müslüman’a tercih ettiler.Yapılan iş özümüze ve çıkarlarımıza aykırıdır.Propaganda aygıtı, bir yere kadar insanımızı yanıltabilir. Bir yerden sonra bu iş geri tepecektir.Bundan sonra Azerbaycan’ı kazanmamız çok zor.Emperyalizm sadece Türkü Kürde düşman etmekle kalmıyor. Artık Türk’ü Türk’e düşman etmeyi de başarıyor.Arapların kendi aralarındaki düşmanlığın nedeni, ne dindir, ne de başka bir şey. Emperyalizmdir. Bu gidişle, Arapların durumuna düşeceğimiz görünmektedir.Azerbaycan ile bizim aramıza emperyalizm girmiştir.Tercihimizi Ermenistan’dan yana koyarsak, Azerbaycan çevresindeki tüm Türk Cumhuriyetlerini kaybederiz. Yükselen Asya’yı kaybederiz. Amerikan destekli bu siyasi iktidar, iktidarını sürdürmek için Amerika’nın tüm isteklerine evet diyecektir. AKP iktidarı açısından bakarsak, başka çareleri yoktur. Amerika’nın istediği, ancak kendi boylarından büyük işleri yapmak zorundadırlar. Amerika desteğini çekerse iktidarlarını kaybederler.İşledikleri suçların korkusu, onlara daha büyük suçları işlemek zorunda bırakacaktır. Erken seçim yaparak zevahiri kurtarmaya çalışıyorlar. Fark etmez. Amerikan destekli yeni seçim olsa ve bunlar iktidar olsa, gene ülke aleyhine işlere devam etmek zorundadırlar. Gidişatları geri dönemeyecek bir hal almıştır.Korkunun ecele faydası var mı?
http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8266
Mustafa Mutlu :
mmutlu@gazetevatan.com
Atatürk’e hakaretin yasak olması, AB üyeliği için engelmiş!

Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu kabul ettiği zaman önce “kokoreç” konusuna el attı!

Arkasından Cumhurbaşkanı seçiminde açık tavır aldı.

İktidar partisinin kapatılması davasına itiraz etti.

Ayrılıkçı terör örgütünün sözcüsü gibi davrandı.

Hatta; Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üyelerini bile açık açık eleştirerek, Türk yargısının iç işlerine müdahalede bulundu.

Sıra... “Atatürk’ü Koruma Kanunu”na geldi!
***
Avrupa Birliği Komisyonu, bugün açıklayacağı ilerleme raporunda; Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasal düzenlemelerin kaldırılmasını isteyecekmiş...

Bunların başında da halk arasında “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen ve 31 Temmuz 1951’de yürürlüğe giren 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun geliyormuş...

AB Komisyonu üyelerine göre, Atatürk’e hakaret edenlere ve aşağılayanlara cezai yaptırım uygulanması, ifade özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biriymiş!

Eğer Türkiye gerçek bir demokrasi olmak istiyorsa, Atatürk’e de hakaret edilebilmeliymiş!
Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya sövenler, nasıl olur da hapis cezasına çarptırılırmış?

Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri tahrip edenlerin tüm bu eylemleri, “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmeliymiş!


***
“Demokratikleşmeyi” bize, “ülkenin kurucusuna hakaret edenlere göz yumulması” olarak yutturmaya kalkışan AB Komisyonu; ne hikmetse, Türkiye’deki ‘lider sultası’nı demokrasiye aykırı görmüyor...

Başbakanların, bir parmak işaretiyle Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı seçtirmelerini “demokratik” buluyor...

Bu yüzden, ön seçim yapmayan, milletvekili, belediye başkanları, hatta ilçe belediye meclis üyelerini tek başına belirleyen genel başkanlara, “Önce Siyasi Partiler Kanunu’nu ve Seçim Kanunu’nu değiştirin de gelin” demiyor...

Ama Atatürk’e hakaret edilmesini önleyen yasal düzenlemelere ateş püskürüyor!
***
Elbette, ülkelerin kurucu kahramanları da eleştirilebilir...

Ki; bu, bizde yıllardır yapılıyor!

Bazı tarikat sözcüleri, Atatürk’ün ne diktatörlüğünü bırakıyor, ne de insani zaaflarını!
Ama tüm bunlar AB’nin gözünde “demokrat” olmamıza yetmiyor...

O, ille de “Atatürk’e küfredenler de cezalandırılmasın” diye bastırıyor.

Bu garip talebi duyunca insanın, “Yoksa AB’nin akıl babaları arasına bölücülerden sonra tarikatçılar da mı sızdı” diye sorası geliyor!
***
Bakalım bu hadlerini bilmez arkadaşlar, Avrupa Birliği’ne tam üyelik mamasını göstererek, bizden daha neler istemeye cesaret edecek?
*****

GÜNÜN SORUSU
Atatürk’e hakaretin suç kapsamından çıkarılmasını isteyen AB ülkeleri, 91 yıl önce İstanbul’u, İzmir’i ve Anadolu’nun yarısını işgal eden ama Atatürk tarafından kovulan dedelerinin intikamını mı almaya çalışıyor?


*****

Protesto sınırı geçilmesin!

Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, Türkiye-Ermenistan maçı için büyük bir olasılıkla şu saatlerde Türkiye’ye gelmiş olacak...

İlk maç için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Ermenistan’a gitmişti...

O nedenle Sarkisyan’ın ziyareti, “diplomaside karşılıklılık” ilkesine dayanıyor...

Sarkisyan’ı Bursa’da ağırlayacak olan devlet adamlarımız, büyük protesto gösterilerinin düzenlenmesinden ve olay çıkmasından korkuyor.

Umarım; zaten hep tartışma konusu olan imajımız daha fazla zedelenmez ve Türkiye’yi mahkûm ettirmek isteyen Ermeni fanatiklerinin eline yeni bir koz verilmez.
Ama şu da unutulmamalı:

Nasıl Abdullah Gül, Erivan’a gittiğinde Taşnak Partisi’nin sempatizanları Türkiye’yi soykırımcı ilan eden pankartlarla protesto gösterileri yaptıysa...

Abdullah Gül, nasıl bunları anlayışla karşıladıysa ve olay çıkarmadıysa...

Sarkisyan da Türk milliyetçilerinin Bursa’da yapacakları ve sadece “protesto” yla sınırlı kalacak gösterileri anlayışla karşılamalı.

Bu, en azından “diplomaside karşılıklılık” ilkesinin gereğidir.
***
Kısacası, demokratik protesto haktır...
Şiddete ve hakarete dönüşmemesi kaydıyla!