Monday, November 30, 2009

Gareth Jenkins'in Ergenekon raporu


Gareth Jenkins " Türkiye'nin Ergenekon Soruşturması: Gerçekle Fantezi Arasında " isimli raporunu Arı Vakfı tarafından düzenlenen konferansta özetledi.

Konu ile ilgili VOA'dan Barış Ornarlı'nın yazısı:
" “Ergenekon soruşturması paranoya ve siyasallaştırılmanın bir ürünüdür." Bu görüş 20 yıldır Türkiye’de yaşayan gazeteci – yazar Gareth Jenkins’e ait. Ergenekon iddianamelerini okuyan az sayıda kişiden biri olduğunu söyleyen Jenkins Ağustos ayında “Türkiye’nin Ergenekon Soruşturması: Gerçekle Fantezi Arasında” başlıklı bir rapor yayınlamıştı.


(VİDEO İÇİN TIKLAYIN : http://www.voanews.com/mediaassets/turkish/2009_11/Video/wmv/INT%20GARETH%20JENKINS.wmv )
Kongre’nin bir toplantı salonunda Arı Vakfı tarafından düzenlenen konferansa katılan Jenkins, raporunu özetledi. Jenkins, şahsına yöneltilen eleştirilere yanıt verirken, Ergenekon soruşturmasını destekleyenler ile Ergenekon soruşturması ve yargılamanın yapılış tarzına şüpheyle yaklaşanların söz almaları ve soru sormaları salonda elektrikli bir hava yarattı. Jenkins soruşturmanın siyasallaştırıldığını, 5800 sayfayı bulan iddianamelerin tutarsızlıklarla dolu olduğunu ve soruşturmanın bu şekilde yürütülmesinin adalet sistemini zedeleyeceğini savunuyor.


Jenkins, Ergenekon soruşturmasının, bazı kesimlerin ifade ettiği gibi Türkiye’nin derin devleti veya karanlık geçmişiyle yüzleşmesi olmadığını düşünüyor.


İddianamelerde Ergenekon diye bir örgütün olduğuna dair delil gösterilmediğini söyleyen Jenkins, Türkiye’de son 20 – 30 yıl içinde yaşanan bütün siyasi cinayetlerin bu soruşturma kapsamına alınmasını sorguluyor.


Jenkins, Ümraniye’de bir gecekonduda el bombaları bulunmasının ardından savcıların ellerinde delil olmadan bütün bu cinayet davalarının dosyalarını istediğini söylüyor.


Yani Jenkins’a göre savcılar Ergenekon örgütünün var olduğu ve bütün siyasi cinayetlerin arkasında bulunduğu varsayımına göre hareket ediyor.


Bununla birlikte Jenkins, Türkiye'de derin devletin bir gerçek olduğunu, çetelerin bulunduğunu ve bunların üzerine bir çeşit hakikat ve uzlaşma komisyonuyla gidilebileceğini söylüyor. Jenkins, derin devletin tek bir örgüt olmadığını, Türkiye’de çetelerin istediğini yaptığı bir “dokunulmazlık kültürünün” var olduğunu savundu.

‘İddianameler Tutarsızlıklarla Dolu’Gazeteci yazar Gareth Jenkins, iddianamelerin aceleyle hazırlandığını, kötü bir dille yazıldığını, komplo teorilerine ve varsayımlara dayandırıldığını belirtirken varlığı savunulan Ergenekon örgütünün yapısı, finans kaynağı konusunda hiç bilgi verilmediğini söylüyor.


“Savcılar ve basında bu soruşturmayı destekleyenler Türkiye’de son 20 – 30 yıl içinde kötü giden her şeyin sorumlusu olan dev bir örgütün ortaya çıkarıldığını söylüyorlar,” diye konuşan Jenkins, “Oysa, iddianamede bu örgütün varlığını gösteren tek bir delil sunulmadığını” söyledi.Raporunda ilk iki iddianamede yer alan tutarsızlıkları özetleyen Jenkins, konuşmasında bunlardan bazı örnekler verdi.


Jenkins, birinci iddianamede eski İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’nun Ergenekon örgütüne üyeliğinin bir ayı aşkın sürede 26 ayrı kişiyle yaptığı 32 telefon görüşmesinden alıntılar yapılarak kanıtlanmaya çalışıldığını söylüyor.


Jenkins, yine birinci iddianamenin 412. sayfasında Ergenekon örgütünün suikast hedefleri listesinin yer aldığını; daha sonra bu suikast listesinde adı olan bazı insanların soruşturma kapsamına alındığını belirtiyor.


“Örgütün suikast listesinde yer alan isimlerin aynı zamanda örgüt üyesi olduğunun” iddia edildiğini kaydeden Jenkins, “birinci iddianamede adı suikast listesinde olan emekli Orgeneral Şener Eruygur’un ikinci iddianamede örgütün lideri olduğu belirtiliyor,” diyor.


Jenkins, ikinci iddianamede Ergenekon örgütünün PKK, DHKP-C ve Hizbullah terör örgütlerini de kontrol ettiğinin iddia edildiğini belirtiyor.Raporunda bu ve bunun gibi örnekleri yayınlayan Jenkins, üçüncü iddianamede de “paranoya ve mantıksız” unsurların bulunduğunu savunuyor.


Ancak Jenkins, üçüncü iddianamede suikast planlarını içeren belgelerin de yer aldığını, bunların ciddiye alınması gerektiğini düşünüyor.


Bununla birlikte, Jenkins, üçüncü iddianamede de Ergenekon örgütünün varlığını kanıtlayacak bir delil bulunmadığını savunuyor.Jenkins, gözaltına alınan veya tutuklanan insanlar arasında bağ kurmanın zor olduğunu ancak bu listenin hükümete muhalif isimlerden oluştuğunu belirtiyor.


Jenkins, “Benim değerlendirmeme göre hakkında suçlama yapılan 194 kişiden olsa olsa 15 – 20’si suç işlemiş olabilir.


50 – 60 kadarı, görüşlerini tatsız bulduğum ultra-milliyetçilerden oluşuyor.


Geri kalanı suçsuz,” diye konuştu. Türkiye’de Siyasi KutuplaşmaTürkiye’deki siyasi kutuplaşmanın ciddi bir tehlike olduğunu kaydeden Jenkins, soruşturma şeklinin “son derece endişe verici” olduğunu söyledi. Jenkins Türkiye’de iki farklı otoriter eğilimin mücadele ettiğini düşünüyor.


Gazeteci yazar Gareth Jenkins, “toplum içindeki siyasi kutuplaşmanın yargı sistemine de girdiğini” söylüyor.Jenkins, Başbakan Erdoğan’ın bu süreci yönetmediğini, ancak soruşturmanın bu şekliyle sürmesine izin verdiğini savundu, soruşturmanın arkasında Fetullah Gülen hareketinin olduğunu ileri sürdü.


‘İddianameleri Okuyun’Gazeteci - yazar Gareth Jenkins Ergenekon soruşturması konusunda yorum yapan çoğu insanın iddianameleri okumadığını söyledi, daha fazla yorumcunun iddianameleri okuması ve daha geniş değerlendirmelerin yayınlanması gerektiğini kaydetti


.Önceki gün Amerika’nın Sesi’nin sorularını da yanıtlayan İngiliz araştırmacı Gareth Jenkins, dördüncü iddianamenin hazırlanmasından sonra raporunu genişletmeyi de planladığını söyledi."



KAYNAK: http://www.voanews.com/turkish/2009-11-19-voa1.cfm
Raporun İngilizce tam metni için tıklayın (526 KB pdf dosyası):
http://www.silkroadstudies.org/new/docs/silkroadpapers/0908Ergenekon.pdf

Saturday, November 28, 2009

Azrail Amerika'da, ölüler Türkiye'de!
Sabahattin ÖNKİBAR YENİÇAĞ – 27 Kasım 2009

Başlıktaki beyan İlhan Kesici’ye aittir.

Peki Kesici o sözü niçin mi etti? Tayyip Erdoğan’ın teğet geçti dediği ekonomik krizin Türkiye’de yaptığı korkunç tahribattan!

Hayır İlhan Bey’in söyledikleri Erdoğan’ınki gibi soyut ve mesnetsiz propaganda ifadesi değil, tersine matematik!

Devletin rakamlarıEvet Kesici, TÜİK’in yani devletin resmi rakamları ile bu hükmü veriyor!

Tabloya bakıldığında görülecektir ki krizin Türkiye’ye verdiği zarar ekonomik buhranın uç verdiği ABD ile kıyaslandığında oradaki devede kulak misalidir!

Sözü fazla uzatmadan teorik ve uygulamalı ekonomiyi Türkiye’de en iyi bilen bir kaç kişiden biri olan İlhan Kesici’nin Türk halkının dikkatine sunduğu resmi rakamları verelim:

Soru: Ekonomik krizden kim ne kadar etkilendi?

Rakamlar:
a) Bütün dünya ortalama olarak yüzde 1.1 küçüldü.
b) Krizin anavatanı ABD yüzde 2.7 küçüldü.
c) Türkiye hariç gelişmekte olan ülkeler ortalama yüzde 1.7 büyüdü.
d) Çin yüzde 9 büyüdü.
e) Hindistan yüzde 5.4 büyüdü.
f) Ve Türkiye yüzde 6.5 küçüldü. 79 yıl ve AKP dönemi kıyası

Soru: Cumhuriyet’ten bugüne dönemler itibarı ile büyüme oranları ne kadardır?

Rakamlar:a) 1923-1929 arası büyüme artı yüzde 10.3
b) 1923-1938 büyüme ortalaması yüzde 7.4
c) 1950-56 büyüme artı yüzde 7.2
d) 1966-70 arası büyüme yüzde 6.7
e) 1983-89 arası büyüme yüzde 5.1
f) 1923-2002 arası yani AKP öncesinin 79 yılın ortalaması büyüme yüzde 4.6
g) 2003-2009 yani AKP hükümetleri ortalaması büyüme yüzde 4.0 ki görüldüğü gibi bu oran 86 yıllık Cumhuriyet tarihimizin en düşüğüdür.

Soru: Türkiye’nin ülke borcu ne kadar?Rakamlar:
a) 2003 yılında 214 milyar dolar.

b) 2009 yılında 521 milyar dolar. Devlet borcu ikiye katlandıSoru: Özel sektör harici Türkiye’nin devlet borcu ne kadar?
Rakamlar:
a) 2003’de toplam borç 148 milyar dolar.
b) 2003’de iç borç 91 milyar dolar.
c) 2003’de dış borç 57 milyar dolar.
d) 2009’da toplam devlet borcu 285 milyar dolar.e) 2009’da toplam iç borç 212 milyar dolar.
f) 2009’da toplam dış borç 73 milyar dolar.
Faize bak faize!Soru: 2003-2009 arası ödenen faiz miktarı ne kadar?

Rakam: 225 milyar dolardır.225 milyar dolarla 60 tane Atatürk barajı olur.412 tane Boğaz köprüsü olur.
4 milyon 500 bin adet 90 metrekarelik daire olur.

Soru: Yatırım oranları ne kadardır?
Rakam: Toplam bütçenin yüzde 6.5’i yatırıma ayrılmıştır... Kamu yatırımları ise GSMH’nin yüzde 4.0’ü..

Teğet geçmedi, can evinden vurdu

Soru: Özelleştirmede miktar ne kadardır?

Rakam: Toplam 30 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştır lakin satılan bu kamu işletmelerinin yenisini yapmak için gereken para 110 milyar dolardır.

Görüldüğü gibi özelleştirme adıyla millete ait işletmeler haraç-mezat birilerine peşkeş çekilmiştir ki bunun en bariz örneği Telekom’dur.

Telekom yıllık 1.3 milyar dolar taksitle 6.5 milyar dolara satılmıştır ki bu kurumun sadece geçen yılki kârı 1.5 milyar dolar olmuştur.

Sonuç: Bu tabloyu sunduktan sonra söylenecek tek bir şey vardır.. Kriz teğet geçmemiş, Türkiye’yi can evinden vurmuştur..

Friday, November 27, 2009

Avrupa, Fethullah ve Dersim
Tarih : 24.11.2009 07:08:10


İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Mehmet Bedri Gültekin, Dersim tartışmalarını ve 13 Kasım'da Avrupa Parlamentosu'nda yapılan "Dersim Soykırımı" konulu toplantıyı değerlendirdi.
13 Kasım 2008 günü Avrupa Parlamentosu çatısı altında “Dersim Soykırımı” konulu bir konferans gerçekleştirildi.

Aradan tam bir yıl geçtikten sonra 19 Kasım 2009 günü, Avrupa Parlamentosu çatısı altında bir kez daha, Dersim’le ilgili bir Konferans daha yapıldı.Bir yıl içinde tarihi bir olay ile ilgili olarak Parlamentoda iki Konferans; herhalde AP tarihinde ilk defa oluyordur.2009 yılındaki Konferansta, “Dersim soykırımı” artık tartışmasız bir vaka olarak kabul ediliyor ve alınan kararlarda, “Jennosid mağdurlarına karşı uluslar arası hukuktan kaynaklanan sorumluluklar yerine getirilmelidir” deniyor.

Avrupa Parlamentosundaki Konferansın; Türkiye’de Dersim tartışmalarının AKP ve Fethullah çevresi tarafından alevlendirdiği günlere denk gelmesi anlamlıdır.MALUM KOALİSYONOnur Öymen’in; terörle kararlı mücadeleye Dersim örneğini vermesindeki yanlışlıktan hareketle, Zaman gazetesinin sergilediği “Dersimperver” tavır üzerinde düşünmek gerekiyor.Fethullah’ın Gazetesi şimdi, “Aleviler Kemalizmle yüzleşmeli” başlıkları atıyor.

22 Haziran tarihli Zaman’da Mustafa Armağan “Zihnimde susturamadığım soru şu: Yoksa Seyyid Rıza rengârenk Osmanlı düzeninin son adasını mı savunuyordu?” diyerek Dersim İsyanı’nın aslında Kemalist Cumhuriyet’e karşı Osmanlıyı savunma savaşı olduğunu demeye getiriyor.Bütün Fethullahçılar ve AKP, günahları kadar sevmedikleri Dersim için şimdi ağıtlar yakıyorlar, methiyeler düzüyorlar.

Malum koalisyon burada da kendini gösteriyor: Avrupa Birliği, AKP, Fethullah, PKK ve sahte sol; Dersim tartışmasında kolkolalar. Amerika Dersim konusunda konuştu mu ben rastlamadım ama hiç kimsenin şüphesi olmasın, “Koalisyonda” onlar da vardır.

Gerçi Taraf gazetesinin “Dersim” tartışmalarına balıklama atlamasını ve 1938’de olup bitenlerden Atatürk’ü sorumlu tutan yayınlarını, Amerika’nın tavrı olarak almak yanlış olmayacaktır.“DİNSİZ” TUNCELİLİLERFethullahçı Gladyo, Amerikan planları çerçevesinde Atatürk Türkiye’sine karşı yürüttüğü saldırıda, kullanabileceği yeni bir malzeme bulduğu inancıyla konuya el atmıştır. İkiyüzlülük paçalarından akıyor.

Oysa Fethullah’ın Dersimliler hakkındaki düşünceleri bilinmektedir.Oda tv 19 Kasım günü, Fethullah Gülen’in 1990’lı yıllarda, Dersim Alevileri hakkındaki düşüncelerini ortaya koyduğu bir konuşmasını yayınladı. “Fakat Türkiye’de - ben Alevi demiyorum. Onlar Alevi değildir…. Ve bunların dinleri yoktur. Nusayri akidesi vardır. Allah insandır, insan Allah’tır. Allah insanın içine girmiştir, insana itaat etmiştir.

Bu anlayış hakimdir.”Özetle Fethullah Tuncelileri, “dinsiz” olarak görüyor.1993 yılındaki Sivas katliamını destekleyen tutumları düşünüldüğünde, AKP ve Fethullah’ın ikiyüzlülükleri olanca çirkinliği ile ortaya çıkıyor.1938 yılından bu yana tam 71 yıl geçmiş.

AKP ve Fethullahçıların aklına tam 71 yıl sonra Dersim’de olup bitenlerin gelmesi, Avrupa’nın ve Amerika’nın konuyla ilgisinden dolayıdır.“KEMALİZMLE YÜZLEŞMEK”Günlerdir süren “Dersim” tartışmalarından; iki amacın belirgin şekilde öne çıktığını söyleyebiliriz.Birinci amaç Alevi kitlenin Cumhuriyet’ten ve Atatürk’ten koparılmasıdır.

Fethullahçılar; “Aleviler Kemalizmle yüzleşmeli” derken bu amaçlarını açıkça ifade etmiş oluyorlar.Türk’ü ve Kürt’üyle Türkiye Alevileri en başından itibaren Kurtuluş Savaşından ve Cumhuriyet Devrimi’nden yana tavır aldılar.

Bu, o kadar belirleyicidir ki Dersim Alevileri 1938 yılında olanlardan hiçbir zaman Atatürk’ü sorumlu tutmadılar. Atatürk’ün hasta olması ve iktidarda Celal Bayar’ın bulunması, Dersimliler açısından sorumlunun kim olduğunun yeterli kanıtı olarak görüldü.

Dolaysıyla Alevileri Kemalist Devrim (Cumhuriyet Devrimi) cephesinden koparmak, emperyalistlerin ve malum koalisyonun en önemli işlerinden biri olageldi.TARİHLE HESAPLAŞMAKAvrupa Birliği’nin eski Büyükelçisi Karen Fogg, Türkiye’ye ilişkin hedeflerine ulaşabilmeleri için “Türklerin tarihi ile hesaplaşmak gerektiğinden” söz ediyordu.Nedir bu “tarihle hesaplaşmak?” “Ermeni soykırımı yaptınız! Pontus - Rum soykırımı yaptınız! Süryani soykırımı yaptınız!

Ve Kürtlere soykırım yaptınız!
”Yani Türkiye Cumhuriyeti soykırımlar üzerine kurulmuş olan gayrı meşru bir devlettir.
Tarihle hesaplaşmak adı altında Türkiye’ye kabul ettirilmek istenen budur.

Ermeni, Pontus, Rum, Süryani iddiaları tarihi çarpıtmak ve tarih bilincimizi yok etmek bakımından bir önem taşır ama Batı’nın Ermenilere, Süryanilere ve Pontus Rumlarına dayanarak bugün yapabilecekleri bir şey yok.

Ama Kürt meselesi kullanılarak Türkiye’de, 2010’ların koşullarında, emperyalistlerin çıkarlarına uygun düzenlemeler yapılabilir.

İşte bu gerçek, bir yıl içinde AP çatısı altında yapılan iki Dersim konferansını açıklamaktadır.

mbgultekin@ip.org.tr

Editör : H. BASRİ ÖZBEY

http://www.anafor.org/haber_detay.asp?id=560&uyeid=84
Tarım ve Köy işleri Bakanlığı'nda 115 bin kişi çalışıyor.
70 tane üniversitemiz,
30 tane ziraat fakültemiz,
50 tane tarım araştırma enstitümüz,
10 bin işsiz ziraat mühendisimiz var.

Buna rağmen Türkiye tohumda tamamen dışa bağımlı. Tek kelimeyle tohumun patronu ise İsrail.

İsrailli araştırmacıların, genleriyle oynayarak, gül ile limon kokulu domates yetiştirdiğini Şalom Gazetesi'nin internet sayfasından biraz araştırıp okuyabilirsiniz.

İstediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli...

Yani genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğru.
Gelelim başka doğrulara.
Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok. Yani İsrail'den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz.

Bir gram tohumun fiyatı her dönemde bir gram altına denk oldu.

Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektin mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz.

Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor.
Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale geliyor.

Buna en güzel örnek Türkiye'nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde yetiştirilen patateslerde kanserojen maddeye rastlandığı için artık patates ekimine izin verilmemesidir.

Yani İsrail tohumu tek başına satmıyor. Tohum alana hastalığı bedava....Tohumların içine hastalık yerleştiren İsrail bu sayede zirai ilaç satımını da garanti altına almış oluyor.

Bütün bu acı tabloya rağmen Türkiye'de yabancıların menfaatine çalışan bir patent sistemi işletiliyor.

Ne korkunç.

Köylü kendi bahçesinde tohum bırakamayacak.

Yoksa uluslararası mahkemede yargılanacak!

Şu anda dünyada İsrail tohumu kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki Irak'tır. İkincisi de biz olacağız.

EY VATANDAŞ AKLINI BAŞINA DEVŞİR !!!

SOR SORUŞTUR, BOŞ DURMA...
Bu yazıyı okudunsa ister paylaş ister paylaşma umrumda değil ama bilip de susmak ortak olmaktır bunu bari hatırla...

Güliz ÇELİK
Veteriner Hekim
Pendik Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü Müdürlü'ğü
Farmakoloji Bölümü
Pendik/İSTANBUL34890

Wednesday, November 25, 2009

1-) Prens Charles Kaz Dağı'nda kendisi için yetiştirilen organik sebzeleri ülkesine götürüyor. O civarda yaşayan birkaç aile sürekli kraliyet ailesinin sebzesini yetiştiriyor ve kraliyet ailesi sadece bu sebzeleri kullanıyor.


2-) Cumhurbaşkanı Talat, Köksal Toptan'a bir yemek sırasında 'Türkiye'de en son yediğim domateslerin tadı hala damağımda' demişti. Bu konuşma üzerine Toptan, Talat'a 'En kısa zamanda size hormonsuz Anavatan domatesleri göndereceğim' sözü vermişti. Meclis Başkanı Toptan kendisinden sonra Kıbrıs'a giden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e hormonsuz domatesleri emanet ediyor, Cumhurbaşkanı Gül de Toptan'ın bu masum ricasını yerine getiriyordu.


Meclis Başkanı Toptan'ın Ankara'da ancak bir hafta araştırma sonucunda hormonsuz domates bulabildiğini de duymuşsunuzdur.


Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzun farkında mısınız?


Tarım ve Köy işleri Bakanlığı'nda
115 bin kişi çalışıyor.
70 tane üniversitemiz,
30 tane ziraat fakültemiz,
50 tane tarım araştırma enstitümüz,
10 bin işsiz ziraat mühendisimiz var.


Buna rağmen Türkiye tohumda tamamen dışa bağımlı. Tek kelimeyle tohumun patronu ise İsrail.


İsrailli araştırmacıların, genleriyle oynayarak, gül ile limon kokulu domates yetiştirdiğini Şalom Gazetesi'nin internet sayfasından biraz araştırıp okuyabilirsiniz. İstediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli...

Yani genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğru.

Gelelim başka doğrulara.

Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok.

Yani İsrail'den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz.


Bir gram tohumun fiyatı her dönemde bir gram altına denk oldu.


Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektin mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz.

Genetik tohum o toprağ a da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale geliyor.

Buna en güzel örnek

Türkiye'nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde yetiştirilen patateslerde kanserojen maddeye rastlandığı için artık patates ekimine izin verilmemesidir.

Yani İsrail tohumu tek başına satmıyor. Tohum alana hastalığı bedava....

Tohumların içine hastalık yerleştiren İsrail bu sayede zirai ilaç satımını da garanti altına almış oluyor.

Bütün bu acı tabloya rağmen Türkiye'de yabancıların menfaatine çalışan bir patent sistemi işletiliyor.

Ne korkunç.

Köylü kendi bahçesinde tohum bırakamayacak.


Yoksa uluslararası mahkemede yargılanacak!

Şu anda dünyada İsrail tohumu kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki Irak'tır.

İkincisi de biz olacağız.

EY VATANDAŞ AKLINI BAŞINA DEVŞİR !!!


SOR SORUŞTUR, BOŞ DURMA...


Bu yazıyıda okudunsa ister paylaş ister paylaşma umrumda değil ama bilipte susmak ortak olmaktır bunu bari hatırla...
İşte Tayyip Bey’in Türkiye’si...

GLADYATÖR baştan aşağı zırhlara bürünmüş, kalın keskin kılıcı elinde, bütün haşmetiyle çıkmış arenaya.
Seyirciler kendisini çılgınca alkışlıyor, sevinç naraları atıyorlar.

Gladyatör ünlü kılıcını sallayarak halkı selamlıyor.

Sonra da avazı çıktığı kadar bağırarak rakiplerine meydan okuyor:

“Hani neredeler? Neden çıkamıyorlar karşıma? Bunlarda bu meydana çıkacak yürek yok, yürekkkk!

Ben bugüne kadar gelmiş geçmiş en usta ve büyük dövüşcüyüm. Karşıma çıkamazlar. İçlerinde bir tane bile yürekli yok!”

Oysa rakipleri içerde muhafızlar tarafından demir kapılar arkasına kapatılmışlar.

Arenaya çıkmalarına izin verilmiyor.

Bizim Başbakan, günde beş vakit nutuk atarak, bütün televizyon ekranlarını kaplayarak tıpkı o gladyatör gibi rakiplerine meydan okuyor.

Kendisini gelmiş geçmiş en başarılı başbakan ilan ediyor, “Hepsinin yaptıklarından katbekat fazlasını yaptım” diyor.

Acaba söyledikleri doğru mu?

* * *

CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici Başbakan’dan boş kalan bir kanalda bir fırsatını bulup devletin resmi rakamlarıyla iktidarın karnesini döküyor ortaya.

Son iki yılda karşılıksız çeklerde inanılmaz bir artış var. Bugün cezaevlerinde yatanların yüzde 47’si karşılıksız çekten içerde.

Bu kadar insanın hepsi dolandırıcı mı? Kuşkusuz değil.

Bunların çoğu iktidarın uyguladığı ekonomik modelin kurbanı. (Karşılıksız çek veren insan sayısı 1.5 milyon)

Protesto olan çeklerin tutarı ise 3 milyar dolar.

64 bin işyeri kapandı.

İşsizlik ise facia: Yüzde 13.4. AKP iktidarı devraldığında yüzde 10.2’ydi.

Son bir yılda 930 bin kişi işsiz kaldı. Genç işsizlerin oranı yüzde 30’a yakın.

80 yılda cumhuriyet 148 milyar dolar, AKP iktidarı ise 7 yılda 285 milyar dolar borç yaptı.

Son 7 yılda Türkiye 225 milyar dolar faiz ödedi. Bu parayla 60 tane Atatürk barajı yapılabilirdi. Oysa Erdoğan bir tek büyük baraj, santral, tesis yapmadı.

Bütçe açığı şu anda 40.3 milyar dolar. Yıl sonunda 62.3 milyar dolar olacak.

* * *

Resmi rakamların gözler önüne serdiği çok çarpıcı bir gerçek de şu:

Türkiye 1923-2003 arasında yani 80 yılda her yıl ortalama 4.7 büyüdü.

AKP iktidarında, yani yedi yılda bu rakam 3.9.

Aynı dönemde bizim gibi kalkınmakta olan ülkeler yüzde 7.2 büyüdü.

Türkiye Menderes döneminde 7.2, Özal döneminde 5.1, Demirel döneminde 6.3 büyüdü.

Başbakan’ın “Bizi teğet geçti” dediği son dünya ekonomik krizinde 2009’da Türkiye yüzde 6.5 küçüldü ve dünya rekoru kırdı.

Atatürk döneminin 1923-1029 arasında büyüme 10.3, 1923-1938 döneminde ise 1929 büyük dünya krizine rağmen büyüme 7.4.

AKP iktidarında çok vahim bir şey daha oldu.

Türkiye’nin büyük özverilerle dişinden tırnağından artırdığıyla yarattığı bütün fabrikalar, KİT’ler gibi ülkenin bütün değerleri haraç mezat satıldı.

AKP iktidarı 7 yıllık iktidarı döneminde tam 1 trilyon dolar harcadı.

Bu, il başına 10 milyar dolar demek.

Bu paralar çarçur edilmeyip yerinde harcansaydı bütün illerin fışkırması lazımdı.

Oysa Türkiye emeklilerine ayda 12.5 ile 20 lira arasında zam yaptı.

Memura, işçiye de yapılanlar bu düzeydedir.

Bu utanç vericidir.

İşte arenaya çıkıp ellerini kollarını bağlattığı rakiplerine “En büyük benim” diye meydan okuyan bizim gladyatörün Türkiye’si de böyledir.


Tufan TÜRENÇ
Ahmet Türk İzmir’in kaymak tabakasındandır!

Ahmet Türk diyor ki:

“Sivil faşistler İzmir’de saldırdı.”

*Vay canına!*İzmir’den Çeşme Otoyolu’na gir, topukla, Çeşme’desin, Ilıca’ya sap, Ildırı levhasını takip et, Ildırı’ya gelince, şahane Gerence Koyu önünde, Günkent Sitesi’ni sor...
Eski adı, 18’inci Dönem Parlamenterler Sitesi, helikopter pisti var, müstakil, bahçeli, tripleks, almaya kalk, 300 milyar lira.*Ahmet Türk’ün yazlığı orda.

*Dalyanköy’de çipuraları kalamarları götürürken, “fıstık”, işine gelmeyince “faşist” öyle mi?
*Bitmedi...

Yılmaz ÖZDİL yozdil@hurriyet.com.tr

*Ahmet Türk’ün “Türkiye” isimli üvey annesi, kocasının kuma getirmesi üzerine, kaçmış, Necimoğlu Aşireti’ne sığınmıştı. Ahmet Türk’ün ağabeyi, gitti, annesini vurdu. Bu cinayet yüzünden, iki aşiret arasında kan davası başladı.
Bi ondan, bi bundan, 34 sene devam etti, 40 kişi öldü. Baktılar ki, olacak gibi değil, Mardinli bu iki aşiret, barışmak için, bir “barış şehri” seçti... Restoran kapattılar, buluştular, sarıldılar, barış yemeği yeyip, kan davasını bitirdiler.
*Neresi o seçilen barış şehri?
İzmir!
*Milletvekili olduğun memleketin Mardin’in Derik İlçesi’ne 34 sene giremeyeceksin... Kan davalılarınla barışmak için, 81 vilayet içinde İzmir’i seçeceksin...
Sonra “faşist” öyle mi?
*Doğma büyüme İzmirliler bile, İzmir’in nimetlerinden Ahmet Türk kadar faydalanmamıştır.
*Gözünü seveyim Ahmet Türk, şunun şurasında üç beş kişiyiz, birbirimizi biliriz... Bak, DTP Milano Milletvekili Sırrı Sakık’ın hiç sesi çıkıyor mu?
Onun da yazlığı orda!
"Evlad-ı Kerbelayıh" Demekle Hz. Hüseyin OlunmazAçık İstihbarat

Kürt aşiretleri Anadolu'da hep "Devlet"'le pazarlık içinde oldular.

Bu pazarlık hiç bir zaman demokrasi ve refah adına değil, bölge insanı üzerindeki kontrolleri adına oldu. Bu 1500'lerde Osmanlı Devleti idi, 1900'lerin başında da sonunda da Türk Devleti.

Devletimizin; Dersim İsyanı'nı bastırırken elinin ayarını kaçırıp, bugüne kadar gelen kin tohumları ekecek, insanlık adına utanç verici katliamlara sebep olduğu tarihi bir gerçektir. Fakat bu ayaklanmanın bir halk ayaklanması olmayıp; Cumhuriyet'in vatandaş projesi ilerledikçe bölgedeki nüfuzlarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan ağaların başını çektiği ve emperyal güçlerin bölgedeki planları ile paralel düşen gerici bir kalkışma olduğu da bir başka tarihi gerçektir.Bu tarihi gerçeği; bölge halkının sırtından beslenen Seyit Rıza gibiler hakkında anlatılan hiç bir romantik anektod perdeleyemez. "Evlad-ı Kerbelayıh" demekle Hz. Hüseyin olunmaz. Onurlu ölüm, onurlu yaşamın şahidi olsaydı; Hitler'i bugün saygıyla anmamız gerekecekti; unutmayın.

Bugün Öymen'in tarihe geçecek gafı ile gündeme gelen bu tartışmada; tarihi her türlü nesnel gerçekliğinden soyutlayıp bize romantik emperyalist kavramlar eşliğinde yeniden pazarlamaya çalışan neo-liberallerin bakış açısının iki türlü temsilcisi mevcut; Namuslu olanları, namussuz olanları. Namussuz olanlar, bir aşiret kalkışmasını halk ayaklanması ile olarak sunmakta beis görmeyip, zamanın koşullarını ve o bölgede aşiretlerin bölge halkını sömürmede birincil güç olduğu gerçeğini perdeleyip, "despot Devlet" imgesi üzerinden ucuz demokratlık yapıyorlar. Bunları kaale almıyoruz.

Namuslu olanlar ise; kaynaklarını "resmi" kaynaklar olarak göstererek kendilerince bir kurnazlık yapsalarda, en azından bu ayaklanmanın arkasında farklı gerçekler olma ihtimaline de değiniyorlar.Tarihçi Ayşe Hür namuslu olanlardan. En azından Taraf'ın namus ve entellektüel standardının üzerinde bir kalem ve mensup olduğu aşireti kızdırmadan farklı görüş açılarını da yazılarına sindirmeyi biliyor. Bunu yaparken; istihbarat ve stratejiden yoksun bir safdillikle, "bakın bizim hava kuvvetleri İngilizler'den yardım almış. Siz kalkmış diyorsunuz ki, İngilizler bu isyanın arkasında" gibi okuyucusunun tarih ve istihbarat bilgisini Mehmet Altan'ın seviyesine indiren incilere de imza atıyor. Ayşe Hür'ün Dersim İsyanı ile ilgili 11 Kasım 2009'da Taraf'ta yayınlanan yazısını, yukarıdaki bakış açısı çerçevesinde şerhimizi koyarak, karşı bakış açısı hakkında bilgilenmeniz maksadı ile dikkatinize sunuyor ve dimağınızı bu yazının hemen sonrasında yer verdiğimiz yazılarla durulamanızı öneriyoruz.. Açık İstihbarat-------------

Ayşe Hür'ün 1937-38'de Dersim'de Neler Oldu Başlıklı Yazısı

-----------------------DERSİM’E RESMÎ BAKIŞ .

Hatırlarsanız, 19-23 Ekim 2008 tarihleri arasında Taraf’ta yayınlanan ‘Osmanlı’dan Günümüze Kürtler ve Devlet’ başlıklı yazı dizisinin ‘Devletin isyanları önleme reçetesi’ adlı dördüncü bölümünü şöyle bitirmiştim: “Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır.

Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. 1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) yöntemi açıkladı: “A. Bütün Dersimin hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çenberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.”

OKŞAMAKLA OLMAZ . “Erkânı Harbiye Reisi’ne verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”... Bu konuya önümüzdeki haftalarda, 3 Ağustos 2008 tarihli ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazımı tekzip eden Sayın Nilüfer Bayar Gürsoy’un mektubuna cevap verirken değineceğim.” Bu hafta, Tayip Erdoğan’ın ‘Tek devlet, tek bayrağa karşı olan buyursun beğendiği yere gitsin’, Vecdi Gönül’ün ‘Rumlar ve Ermenler devam etseydi bugün aynı milli devlet olur muyduk?’ vecizeleriyle sembolize olan ırkçı zihniyetin en kanlı tezahürlerinden olan 1937-1938 Dersim harekâtlarının tarihçesini, önümüzdeki hafta ise söz konusu mektubu yayımlayacağım. Böylece her iki tarafın da ne dediği daha iyi anlaşılacak.

* * *

Bugün Tunceli, Bingöl, Erzincan, Elazığ’ı da içine alan bölgeye MÖ. 6 yüzyılda Pers Kralı Darius’un egemenliğinden dolayı Dranis deniyordu. Bundan 200 yıl sonra Yunan ülkesinden kalkıp Pers ülkesine giden efsanevi ‘On Binlerin Yürüyüşü’nü anlatan Xenophon’un Anabasis eserinde bölgenin adı Derxene olarak geçer.

Ermenicenin ilk kez yazı dili olarak kullanılmaya başladığı 5. yüzyıla ait Ermeni kaynaklarında bölgeden Derjan diye söz edilir. Bitlis hükümdarı Şeref Han Bitlisi’nin 1597’de kaleme aldığı Şerefname’de ise “Derzini, içinde büyük bir kilise bulunan bir kaledir. Kale ahlaksız kâfirlerin elinde bulunduğu sırada, ona Derzir adını verirlerdi. Kaleyi Habil ve Kâbil istila ettikten sonra, adı kullanıla kullanıla Derzini şeklini aldı” satırlarını okuruz. Bütün bunların ‘Dersim’ adının erken biçimleri olduğu sanılır. Genel olarak, Dersim adının Farsçada ‘kapı’ anlamına gelen ‘der’ ile ‘gümüş’ anlamına gelen ‘sim’ kelimelerinden geldiği kabul edilir. Eski Ermeni kaynaklarında bölgede bolca gümüş olduğundan söz edilir ama bugün buna dair tek kanıt, komşu Gümüşhane ilidir. 7. yüzyılda yaşamış büyük Ermeni tarihçisi Horenli Musa ise bölgenin ismini, ‘Sim’ asıllı bir Ermeni soylusuna bağlar.

ESAS DERSİM .

Tarihsel ve kültürel açıdan büyük öneme sahip olan Esas/Merkezi/Gerçek Dersim olarak adlandırılan bölge, bazı kaynaklara göre Tujik (Abbasan) ve Kutu Deresi mıntıkaları, bazı kaynaklara göre Munzur Çayı ile Pülümür Suyu (Harçik) arasındaki dağlık bölge, bazı kaynaklara göre ise Halvori, Mazgirt ve Kiğı’nın gerisindeki dağlık bölgedir. Çemişgezek ve Pertek’in de kısmen içinde bulunduğu Ovacık ve Hozat bölgesine ‘Batı Dersim’; Pülümür, Nazimiye ve Mazgirt’i içine alan bölgeye ise ‘Doğu Dersim’ denir. 1847 yılında Dersim Sancağı Erzurum vilayetine, 1859’da Harput vilayetine bağlanmıştır. Dersim adının haritalarda boy göstermesi bundan sonra olmuştur. Bu tarihten sonra bazen sancak bazen vilayet olan Dersim 1923 sonrasında vilayet yapılmış ama 1926’da lağvedilerek kazaları Erzincan ve Elazığ vilayetleri arasında bölüştürülmüştür.

PROTO ERMENİLER . Kendilerini Şafi Kürtlerden ayırmaya özen gösteren Kızılbaş (Alevi) Dersimlilerin etnik kimliği tartışılan bir konudur. ‘Erken Dersimliler’ denilen Kırmanclar birçok kaynakta ‘proto-Ermeni’ olarak tanımlanmaktadır. İddialara göre, Ermeniler tarih içinde büyük ölçüde Aleviliğe geçmiş, ama Surp Sarkis, Gağant, Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya devam etmişlerdir. ‘Geç Dersimliler’ ise Zazaca (Dımıli) konuşan Şeyh Hasananlılar (Abbasan, Ferhadan, Karabalan, Kureyşan) ve Seydanlılar (Kalan, Kevan, Koçan) aşiretleridir. Ancak Zazacayı Kürtçenin bir lehçesi sayanlar hepsinin kimliğini Kürt olarak tanımlarken, Zazacayı Kürtçeden ayrı bir dil olarak değerlendirenler Zaza ve Kürt şeklinde iki farklı etnik kimlikten söz edilmesi gerektiğini savunurlar.

KIZILBAŞ DERSİMLİLER . Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak ‘Dirsimli’ veya ‘Dujik/Duşik’ aşiretleri olarak söz edilir ve hepsi ‘Ekrâd (Kürtler) taifesinden’ olarak sınıflandırır. Yalnızca Zazaca konuşan Balabanlar’ın Yörükan taifesinden Türkler olduğu söylenir. Kızılbaş Kürtlerin yurdu Dersim’i hükümetin gözünde ‘çıban başı’ yapan, Dersimlilerin Osmanlı’dan beri alışık oldukları gibi özerk yaşamak istemeleri, devlete vergi ve asker vermeye yanaşmamalarıydı. Ama Cumhuriyet kadroları işi kökten halletmeye kararlıydılar.


1925 Şeyh Said, 1926-1930 Ağrı isyanlarının bastırılmasından sonra sıra Dersim’e gelmişti. 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 sayılı İskan Kanunu çıkarıldı. 25 Aralık 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı ve Dersim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştirildi. Ardından Birinci Umumi Müfettişlik bölgesi kapsamında bulunan Elazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Bu genel valiliğin başına General Abdullah Alpdoğan atandı. Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi.1937 ISLAHAT PROGRAMI .

Bölgeye dair izlenim ve önerilerini 1935’te hazırladığı ‘Şark Raporu’nda belirtmiş olan Başbakan İsmet İnönü 18 Haziran 1937’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısında Dersim için ‘Islahat Programı’nı açıkladı. Programa göre, Dersim’e yol, köprü, okul, kışla yapılacak, askerlik ve vergi işleri düzene konulacak, ağalık, derebeylik, şeyhlik kökünden kaldırılacak, zorbaların malları devlete geçecek, halka toprak, ziraat aletleri ve tohumluk verilecekti. Dersim’i haydut yatağı durumuna getirenler, Batı illerine nakledilecek, orada iskân edilip, namuslu, eğitilmiş vatandaşlar haline getirileceklerdi.

Dersim tamamen boşaltılacak ve burada Bakanlar Kurulu’nun izni olmadan kimse oturmayacak ve yerleşmeyecekti. Böylece, resmi tarih tezine göre ‘Horasan’dan gelme öz Sünni Türk olan ama sonradan Kızılbaş Kürtlere dönüşen Dersimliler’, asıl çevrelerine, benliklerine kavuşacaktı. İnönü’nün açıkladığı önlemler arasında “Türklerin yoğun olduğu yerlerde kız ve erkek yatılı okulları açılarak Dersim’den beş yaşını doldurmuş kız ve erkek çocukların okutulup büyütülmesi, bunların kendi aralarında evlendirilerek, kendi ana ve babalarından kalan mallar ve mülklerin içinde birer Türk yuvası haline getirilmesi’ de vardı. Aslında daha program hazırlanırken, jandarmaca aranan 3.700 kişiden 2 bini güvenlik güçlerine teslim olmuş, ‘asayişsizlik’ olaylarında önemli bir azalma kaydedilmişti. Direnen tek kesim, Kutu deresine saklanan Seyit Rıza ve yandaşlarıydı.


KEÇİLERİN MEŞE YAPRAĞI . Direnişçilerin endişelerini ve devletin onlara bakışını resmi görüşe yakın Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesindeki haber gayet iyi anlatıyordu. Gazetenin diliyle ‘Hayatı başlı başına bir çapulculuk tarihi teşkil eden’ Abbasuşağı aşiretinin lideri Seyit Rıza adlı şerir (haydut) saltanat devrinden beri kati bir darbe yemediği için gitgide, servetini melanetleri kadar çoğaltabilmişti, ama hükümetin Tunçeli mıntıkasını imar ve ıslah işine başladığını görür görmez fena hiddetlenmiş, elindeki nüfuzun ve derebeylik kuvvetinin gitmemesi için’ çare düşünmüştü. Gazeteye göre Seyit Rıza halkı şu iddialarla kışkırtıyordu:

1) Aşiret kadınlarının namusu tehlikededir. Bunlar gündüzleri kocalarının, geceleri karakolla efradının malı olacaktır.

2) Hükümetin yaptırdığı karakollar, yakında bu mıntıkadan sürülecek olan aşiretlere posta mevkii olmak içindir.

3) Köylerdeki bütün halk, bir yere toplanacak, bir sıraya yapılacak evlerin içerisine tıkılacak, bu evlerin yalnız iki kapısı olacak, bu kapıların önünde birer polis bekleyecektir.

4) Ekmek ve odun vesika ile verilecektir.

5) Keçilere verilen meşe yaprağı bile vesikaya bağlanacaktır.

6) Halkın bütün kazandığı elinden alınacaktır.


HALVORİ TOPLANTISI . Gazete, bu propagandalara kanan Abbasuşağı, Yusufhan, Demenan, Haydaran, Kureyşan ve Bahtiyar aşiretlerinin, ilk olarak Seyit Rıza tarafından ‘birer tek şeker veya birer lokma ekmek, keçekülah göndermek suretiyle’ yapılan davetlere uyarak Haydaran aşireti içinde Kürpik’te toplandıklarını belirtiyor, ‘muhteris ve mel’un bir zihniyet’ taşıdığını iddia ettiği Demenan aşiretinin lideri Cebrail’in “Mektep, nahiye, bizim nemize?... Bunları ortadan kaldırmalıyız!...

Hepsini hemen yakmalıyız!” diyerek isyanın işaretini verdiğini söylüyordu. Haber şöyle devam ediyordu: [T]oplantıların hemen hemen en mühimi olan Halvori toplantısı[na da] ...davet bermutat teklif ve kabul masasına birer tek şeker, bir lokma ekmek ve keçekülah göndermek suretile olmuştur. Seyit Rıza, bu toplantıda bulunmak üzere Munzur suyu kıyılarına bizzat inmiştir. Karşı sahilde bulunan Cebrail ile uzaktan uzağa bağırmak suretile konuşulmuştur. Hava biraz bozuk olduğu için hayli zahmet de çekilmiştir.

Cebrail Seyit Rıza’dan daha kuvvetli tedbirler almasını istemiş, Seyit Rıza bu işte sonuna kadar elbirliğile yürünüleceğini, devlete karşı ne mümkünse yapılacağını, hükümet kuvvetlerine karşı bir cephe teşkil edilmek üzere aşiretlerin tamamile el ele vererek çarpışacağını ve bunun içinde aşiretler arasındaki şahsi kan ve kin davalarının şimdilik tamamile unutulmuş addedileceğini söylemiştir. Mahut şerirlerden Hisso Seydo da bu toplantıda bulunmuş, aht ve peyman manasına olarak Munzur suyundan bir avuç içilmiştir...” (12 Kasım 1937, Tan)

BOMBARDIMAN UÇAKLARI . İki aşiret reisinin Munzur’un iki yakasından birbirine bağırmasını ‘en mühim toplantı’ diye sunan Tan gazetesinin niyeti tam olarak anlaşılmayan merkeze yönelik çevresel bir tepkiden ibaret olan olayı ‘büyük bir isyan’ olarak gösterme gayretleri gerçekten gülünçtür, ancak Kızılbaş Dersimliler ile Türk ulus-devleti arasındaki savaşın sonu çok hazindir. 20 Eylül’de İsmet İnönü Atatürk tarafından görevinden alınmış ve başbakanlığa Celal Bayar getirilmiş, bütçeye 1 milyon liraya yakın tahsisat konulmuş, ardından Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmıştır. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin ‘ilk kadın pilotu’ Sabiha Gökçen kullanmıştır. (Sabiha Gökçen meselesine bir başka yazıda döneceğim.) Seyit Rıza’nın aşiretine sığınan Koçgirili Alişer ve karısı Zarife öldürüldükten sonra Seyit Rıza ve iki adamı, bazı kaynaklara göre 5 Eylül’de, bazılarına göre 10 Eylül’de, kendilerine güvence veren Erzincan Valisi’ne teslim olmaya giderken tutuklanmışlardır. Dersim’in siyasi önderlerinden Baytar Nuri Dersimi ise yurt dışına kaçmayı başarmıştır.

YARGILANMALAR . Seyit Rıza ve yandaşlarının duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başlar. Bundan sonrasını resmi görüşe yakın Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesinden izleyelim: “Seyit Rıza 18 Ekim günkü duruşmada Demirhan, Haydaran ve Yusufhan aşiretlerinin elebaşlarının 20 Martta Kahmut köprüsünü yaktıklarına dair ifade veren şahide “Allaha, devlete karşı gelmek için kudurmuş muyum ben!?” diye haykırdı ve el kaldırdı. Sonra şahit Muhindili Hüseyin dinlendi... Kamer şöyle haykırmış. “Başına şapka koydun da adam mı oldun?” Şahit aşiret reislerinin yanında bir Ermeni casusuna rastladığını da söyledi. Yine bu şahidin ifadesine göre aşiret reisleri bir devlet kurmak için su içmek suretile yemin etmişler. Hüseyin Demirhanlıları ikna etmiş fakat Seyit Rıza şöyle bağırmış: “Su için yemininden dönmez!” Şahidin bu ifadesi hakkında ne diyeceği Seyit Rızaya soruldu, kat’iyen inkâr etti. Yusufhan aşireti reisi de şahidi ithama çalıştı ve dedi ki: “Bu adam casustur, şeyh oğludur.

Bizi teslim olmamaya teşvik etti.” Bundan sonra şahit Hıdır çağrıldı ve isyanın başlangıcı hakkında malumat verdi, dedi ki: “Reisler, kabile halkına, devlet kurmak için Ermeni’den dört milyon altın geldi, demişler. Reislerden Hiso da Seyit Rıza’nın evinde plan çizmiş:” Şahidin ifadesi hakkında diyecekler sorulduğu zaman inkar etti. ...

Mahkeme ayın 22 sine bırakıldı.(19 Ekim 1937, Tan) Seyit Rıza İtiraf Ediyor Tunçeli isyanı maznunlarının muhakemelerine bugün de devam edildi. ... Bugünkü celsede bir kısım suçluların mazbut ifadeleri okundu. Dinlenen şahitler, karakolu basanların Seyit Rızanın aşiretinden ve damatlarından olduğunu, Şeyvan (Seyhanlı) aşireti reisi Hasso Seydonun da askeri mühimmatı yağman edenler arasında bulunduğu söylediler. Bu celsede en dikkate değer taraf Seyit Rıza’nın torununun şahadeti oldu. Bu torun, dedesinin 60 silahlı şahısla beraber olduğunu anlattı. Verdiği tafsilat karşısında Seyit Rıza bir hayli şaşkınlıklar geçirdi ve tevil yollu cevaplar vermek mecburiyetinde kaldı.

Seyit Rızanın adamlarından Zeynel’in ifadesi de suçluları şaşırttı ve aşiret reislerini itirafa mecbur bıraktı.... (23 Ekim 1937, Tan) Seyit Rıza ve Avenesinin Muhakemesi Tunceli isyanı maznunlarının bugün de muhakemelerine geç vakte kadar devam edildi. Bugünkü mahkemede isyan hadisesine ait Nazimiye Hozat Malazgirt kaymakamlarının o sırada verdikleri raporlar ve suçluların silahlı olarak devlet kuvvetlerine karşı geldiklerine dair delilli telgrafları okundu. Suçlular inkâra devam etmişlerdir. Muhakeme ayın üçüne kaldı. (2 Kasım 1937, Tan)
Tunceli isyanı suçlularının muhakemelerine bugün de devam edildi. Mahut Seyit Rıza ve suç ortakları yine mahkemenin karşısına çıktılar.

Bugünkü celsede iddia makamı iddiasını okuyarak, suçlulardan bir kısmının Türk Ceza Kanunu’nun 149. maddesinin ikinci fıkrasına göre cezalandırılmasını, bir kısmının da yine ayni maddenin üçüncü fıkrasına göre cezalandırılmalarını istedi. Neticede muhakeme müdafaa için Cumartesiye kaldı. İkinci fıkraya göre cezaları istenilenler arasında Sergerde Şeyh Rıza ve oğlu ve aveneleri bulunmaktadır. Bunlar hakkında istenilen ceza idamdır. (5 Kasım 1937, Tan) Dersim Şakilerinin Sorgusu Dersim şakilerinin elebaşısı mahut Seyit Rıza, çok bitkin bir vaziyettedir. Muhakemenin son celselerinde suçlular, tamami(y)le şaşalamış bir vaziyetteydiler. Birbirlerini itham ediyorlardı. Seyit Rıza’nın mahkemede okunan mektuplarında, çok küstahça ve ahmakça satırlar vardır. Seyit Rıza, takip müfrezeleri çekilmediği takdirde çok kan döküleceğini, kendisinin 70 aşireti(y)le başka yere gideceğini, hükümete katiyen teslim olmayacağını yazmaktadır.... Müddeiumumînin (savcının) geçen celsede okuduğu iddianamede yalnız dokuz kişinin beraatı istenilmektedir. Kararın şu günlerde tefhim edilmesi (açıklanması) muhtemeldir. (8 Kasım 1937, Tan) Atatürk Doğu Seyahatine Çıkıyor Cumhurreisimiz Atatürk’ün, bugünlerde Şarki ve Cenubi Anadolu’da geniş bir tetkik seyahatine çıkmaları muhtemeldir. Büyük Şefimizin bu seyahat esnasında Mersin veya Antalya’dan vapurla İstanbul’a geçmeleri de ihtimal dahilinde görülüyor. Başvekilimiz Celal Bayar ile Dahiliye Vekili ve Parti Genel Sekreteri Şükrü Kaya ve Nafıa Vekili Ali Çetinkaya’nın da bu seyahat esnasında Atatürk’ün beraberlerinde bulunacakları öğrenilmektedir.


Nafıa vekilimiz bu seyahat esnasında Diyarbekir-Cizre hattının temel atma töreninde bulunacaktır. (9 Kasım 1937, Tan) Büyük Şefin Seyahati Atatürk Dün Akşam Şark Vilayetlerine Bir Tetkik Seyahatine Çıktılar Beraberlerinde Başvekil Celal Bayar ile Dahiliye ve Nafıa Vekillerimiz de Bulunuyor (13 Kasım 1937, Tan) Dersim Şakilerinin Akıbeti Seyit Rıza, Oğlu ve Avenesi Dün Sabah Elazizde İdam Edildiler. Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur (bitmiştir). Tunçeli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tefhim edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11 i idama mahkûm olmuş fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. Diğer yedi idam mahkûmları şunlardır: Seyit Rıza ile oğlu Hüseyin ve Seyhanlı aşireti reisi Hasso Seydi ve Yusufhanlı aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Alidir. İdam hükümleri bu sabah infaz edilmiştir.


14 Suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır. (16 Kasım 1937, Tan) Cumhurreisi Dün Elaziz’de Karşılandı Cumhurreisimiz Atatürk, bugün saat 13’te Elaziz’i ilk defa olarak şereflendirdiler. Elazizliler, Büyük şefe karşı emsalsiz karşılama tezahüratı yapıyorlardı. Önderimizin şehre ayak basmaları top ateşile selamlandı ve Atamız, kendilerini karşılayan mekteplilere, askerlere iltifatlarda bulundular. (...) Atatürk maiyetlerinde Başvekil Bayar, Dahiliye ve Nafıa Vekilleri, orgeneral Kazım Orbay, Umumi Müfettiş Korgeneral Alpdoğan ve diğer zevat olduğu halde Tunceli’ne gitmişlerdir. Yolda Muratsuyu üzerindeki eski köprüden geçilerek eski Pertek kalesinin bulunduğu saha önünden Hozat deresi üzerinde inşa edilmiş olan beton köprüye gidildi ve Türk tekniğinin yüksek bir eseri olan bu köprünün kurdelesi bizzat Atatürk tarafından kesilmek suretiyle küşat resmi (açılış töreni) yapıldı. Bu köprünün eski adı Soyungeç ve Sungeç olduğu hakkındaki maruzat üzerine Atatürk dilimize telaffuz itibarile en kolay şekli olan Singeç adı verilmesini tensip ettiler. Dönüşte Muratsuyu üzerinde kurulmakta olan yüz metre uzunlundaki Pertek köprüsünün başına gidildi. Atatürk köprünün fenni, mali, ve iktisadi bakımlarından kıymet ve ehemmiyeti hakkında mütehassıslar tarafından verilen malumatı dinledikten sonra Pertek kaza merkezini teşrif buyurdular.

Kasaba methalinden Halkevine kadar giden yol üzerinde Atatürk’ün kudumüne intizar eden büyük bir kalabalık yüce Önderi candan gelen tezahürlerle alkışlamışlardır. Kasaba methalinden itibaren yürüyerek gelen Atatürk, minimini mektep çocuklarının önünde durarak bunlarla ayrı ayrı konuşmuş ve içlerinden bazılarının yüzünde sivrisinek ısırmasından hâsıl olan çıban hakkında kaza doktorundan izahat alarak bunun sebebi ve tedavisi üzerinde esaslı tetkikat yapılmasını emir buyurmuşlardır. Atatürk Pertek Halkevini ve salonunu gezmişler, kütüphane ve sahnesile diğer tesisatını çok beğenmişlerdir. Pertek’ten coşkun uğurlama tezahürleri arasında ayrılan Atatürk saat 17 de Elaziz’e avdet buyurmuşlardır... (18 Kasım 1937, Tan)

SEYİT RIZA’NIN İDAMI.

O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle, Diyarbakır’da yeni yapılan Singeç köprüsünü açmaya gidecek olan Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatının bağışlanmasını isteyecek ‘6 bin beyaz donluya meydan vermemek’ için, duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil’e göre usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı, bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kağıdı önceden imzalamıştı. Çağlayangil şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayı.

Bihatayı. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti, ip boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...” (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar, Güneş Yayınları, 1990, s. 45-55.) Bir iddiaya göre ise, Seyit Rıza’nın bedeni yakılmamış, gizli bir yere gömülmüştür. Seyit Rıza’nın varisleri devletten bugüne dek bu konuda bir bilgi alamamışlardır.

İKİNCİ DERSİM HAREKÂTI . Ancak idamlardan sadece 1,5 ay sonra Dersim’de ilkinden de kapsamlı bir harekata başlandı. Genelkurmay kitabına göre, Ovacık ilçesi adliyesi ve asker alma şubesinin istediği 1.149 kişi hakkında kanunu takibat yapan müfrezeye Kaçkerek köyünde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam 9 jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerinden 100 kişi, Demananlı 50 haydut, Keçel haydutlarından 100 kişi, Abbas Aşuran ve Beyit uşaklarından 50 kadar silahlı kişiyle bunların 5-6 bin tahmin edilen aile efradını temizlenecekti. (Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı, 1972, s. 432 ve devamı) Amacın bu olmadığı belliydi. Çünkü operasyonlar yalnız isyan bölgesi denilen yerlerle sınırlı kalmamış, devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak Erzincan’ı da içine almıştı. 31 Ağustos’a kadar süren ikinci ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekâtında, Genelkurmay kaynağı tarafından ‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye nitelenen ve bu gruplar yine kitabın diliyle ‘imha edilmiş’, ‘temizlenmiş’, ‘köyleri yakılmış’tı. 6-16 Eylül 1938 arasındaki harekâtın bilançosu ise şöyleydi: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır. 1.019 silah toplanmıştır.” (Reşat Hallı, s. 478) Gayri resmi kaynaklara göre ise ölü sayısı bunun kat kat üstündedir.

VE SÜRGÜNLER . ‘Tarama’nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirilirler. Mustafa Kemal, hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Tunceli’de ‘haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı’ dile getirmiş, İsmet İnönü ‘Dersim müşkilesinden kurtulduk’ demiştir. Halbuki, dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilecektir.

ÇAĞLAYANGİL’İN KORKUNÇ İDDİASI: “ORDU GAZ KULLANDI” . Dersim müşkilesine son verirken kullanılan araçların neler olduğunu geçtiğimiz aylarda bana posta ile ulaştırılan bir ses kaydından öğrendim. Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı. Çağlayangil’i yakından tanıyan birkaç kişiye kaydı dinlettikten sonra, sesin kendisine ait olduğundan emin oldum.

Röportaj Çağlayangil’in evinde yapılmışa benziyordu, çünkü arada Çağlayangil’in eşinin sesi de duyuluyordu. Özellikle son cümleleri tüyler ürpertici olan bantın dökümünü kelimesi kelimesine aktarıyorum:

KANLI BİR HAREKET . “.....Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman bize tercüme etti. [Kürt adam şöyle dedi] ‘Beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme yaptık. Üç tanesi hariç bunları size teslim etmeye karar verdik.’ Abdullah Paşa bu üç tanenin kim olduğunu sordu. İçlerinden biri bu kadın. Bir tane de başka adam var. Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, bu üç kişinin de teslimi gerektiğini kabul ettiklerini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebi sordu. Kürt büyük bir samimiyetle dedi ki: ‘Bir adamın bir kocası olur dedi. Siz bir hareket yapıyorsunuz. Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse zaten biz ağaya kul olmalıyız. Ama siz yoksunuz, bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için ve bunlar da şeyh olduğu için, din büyükleri olduğu için, size değil onlara itaate, sizin değil onların söylediğini yapmaya mecburuz.’ Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi.

Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük. Yani meclise. Neticeyi söylüyorum.

Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da gider siz de gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı. Kürtlerin bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü İran’da....” (Kayıt burada bitiyor.)

Eğer Çağlayangil’in dedikleri doğruysa ‘Dersim’de soykırım yapıldı’ diyenlere nasıl itiraz edeceğiz? Not: Gazetedeki sayfamda, bu kaydın bir kopyasını Internet sayfasına koyacağımı duyurmuştum ama, teknik ekip henüz bunu halledemedi. İsteyenlere kaydı göndermeye çalışacağım. Ama ilerde daha kolay bir yol bulmayı umuyorum.)

Kaynakça: Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı, 1972, M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nûjen Yayınları, 1995, Nurşen Mazıcı, Celal Bayar’ın Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, İstanbul, 1996; Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, 1998; İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yayınları, 1990; Mehmet Bayrak, Alevilik ve Kürtlük, Öz-Ge Yayınları, Ankara, 1997.

http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8387
Okursanız Dersim'i Anlamada Faydası OlurHasan Demir - Yeniçağ Gazetesi

Tarih 10 Ekim 1923.Bir İngiliz İstihbarat raporunda, Lozan’dan bu yana, Türkiye ile olan ilişkilerin gittikçe kötüye gittiğinin altını çizdikten sonra, şöyle deniyordu:“Brest Litovaks ve Batum (Antlaşmaları), bizi hem elden, hem ayaktan bağladı.

Savaştan zayıf çıkan Türkiye’nin, kendi etki bölgemizde kalacağını sanarak, ona özverilerde bulunmayı ilkin iyi karşıladık; ama uluslararası durum, Türkiye’nin yararına gelişmiştir ve Türkiye’nin bize karşı olan tutumu değişmiştir.

Lozan’daki başarısından sarhoş olan Türkiye, Müslüman Doğu’yu, Batıya ve Rusya’ya karşı birleştirmek düşüne geri dönmüştür. Bu Türk siyasasının özünü oluşturur. Türk’ler, Mavera-ı Kafkas ve Türkistan dahil, Sovyetlerin Doğu ülkeleri üzerinde kendi hegemonyalarını kurmak emelindedirler.

Türkiye bu amaçla, Afganistan, İran, Kürt Beyleri ve Arap Şeyhlerini kullanmaya çalışıyor.” (x)İngiltere’nin Lozan’ı Türkiye açısından (sarhoş edecek derecede) başarılı bulduğu herhalde dikkatinizi çekmiştir. Hani Lozan için hezimet falan diyorlar ya, hatırlatalım istedik.

Yine kimilerine göre Milli Mücadeleyi gerçekleştirenlerin, İngiltere’ye, sen aradan çekil, biz öyle bir Cumhuriyet kuracağız ki, bir yandan İslâm diğer yandan Türk dünyası ile ilişkileri koparacağız, bununla da kalmayacak, ‘sanki siz’ olacağız, sözü veresi..

Ama bakınız Lozan’ın hemen ardından Türkiye neler yapıyor ve İngiltere Ankara’nın geliştirdiği yeni siyasetten ne kadar rahatsız oluyor...Neler yapmak istediklerini geliniz İngiliz Gizli Servisi’nin notlarından okumaya devam edelim:

“Türkistan’da büyük silahlı güçler üslendirmek zorundayız. Türk’ler, Mavera’yı Kafkas’da geniş propaganda kampanyasına girişmişlerdir.” Öyleyse?
Cevap açık, öyleyse Ankara’nın yeni siyasetinin önüne geçmek için ne gerekiyorsa yapılmalıdır, lafın tamamı deliye söylenir, kâğıda geçirilmez, hele bunu bir istihbaratçı asla yapmaz...

Yine 1 Kasım 1923 tarihli İngiliz İstihbarat raporunda, İnönü’nün bir gazeteci ile yaptığı mülakatta söylediği, “İngiltere’nin güvenini kazanmak için, geniş Asya ve İslâm siyasetinden vazgeçerek, İngiltere’nin sadık hizmetçileri olmamız gerekecektir ki, bu da olanaksızdır” (x) sözleri ajanları panikletir ve bu sözler anında Londra’ya rapor edilir.
Velhasıl, Mustafa Kemal, Mondros Antlaşması gereği komutanı olduğu Yıldırım Orduları Grubu ile 7. Ordu dağıtıldığı için 13 Ekim 1918 günü Haydarpaşa Rıhtımına ayak bastığında İstanbul’a 55 gemi ile girmiş ve Anadolu’nun her yöresine ayak basmaya başlamış İngiliz, Fransız, İtalyan işgal kuvvetleri Lozan’la bu toprakları terk etmiş amma, İstihbarat birimleri ve işinin ehli Haçlı ajanları Türkiye ve çevresini asla terk etmemişlerdir.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni, sen misin Osmanlı’nın çekildiği İslâm dünyası ve Asya içlerindeki Türk soydaşlarınla ilgilenmeye çalışan ve hedefine varmak için Kürt Beyleri ile bölgedeki diğer unsurlardan yardım isteyen, destek arayan, demişler..

Demişler ve gereğini yapmışlardır..

Bugün o acılardan nefret üretmek İngiliz’in, Fransız’ın yani müstevlinin oyununa yeniden düşmektir. Geliniz artık kol kola, omuz omuza kendi oyunumuzu oynayalım...(x)

( Prof. Dr. Salâhi R. Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s, 344-345)
Dün "Ters Mezhep", Bugün "Dersim Katliamı" Öyle mi?Cazim Gürbüz - Yeniçağ Gazetesi

Bu dinciler daha dün, Aleviliğe “Doğru yolun sapık kolu”, Dersimlilere “Ters mezhep” diyorlardı, şimdi birdenbire, “Dersim katliamı” diye ah edip ünler oldular.Peki Dersim’de olan ne idi?

Bu bir Kürt ya da Alevi ayaklanması mıydı?
Hayır, Dersim isyanının ne etnik, ne de mezhepsel hiçbir yanı yoktu.

Seyit Rıza gibi zorbalar, sömürü ve soygunlarına son verileceğini, halkın uyanacağını gördükleri için, Hatay konusunda Türkiye’nin elini zayıflatmak isteyen Fransızlardan da destek alarak ayaklanmışlardır, hepsi bu.Biz, Dersim İsyanının vergisel boyutunu, kaynaklarını da göstererek “Edebiyatlaşan Vergiler” adlı kitabımızda yazdık.

Özetleyerek sizinle de paylaşayım onları: Meşrutiyete yakın günlerde, Dersim İdare Meclisi’nin raporundan yapılan aşağıdaki alıntı, çok şeyi ifade ediyor: “Hozat, Mazgirt, Nazımiye ve Ovacık vergi vermiyor. Dokuz milyon kuruş kalan borçları var.
Bu borç; Koç, Şam, Resik, Kırhan, Yukarı Abbas, Törüşmek, Yusufan, Demenan, Katan ve Haydaran aşiretlerinin boynundadır. Hayvanlarının yüzde onunu ağnam vergisine yazdırmıyorlar. Aşarı aynı nispette veriyorlar. Yazılan vergi hesabına da ancak üç beş kuruş verip atlatıyorlar. Bunu gören itaatli halk da vermemeye başlıyor. Bir yandan da civarın hayvanlarını vuruyorlar, onların da vergisi düşüyor.” (Naşit Hakkı Uluğ/Tunceli Medeniyete Açılıyor)Cumhuriyet yıllarında da değişen bir şey yok. 1937 yılında çıkan Dersim İsyanı’nın gerçek nedeni, 25 Aralık 1935’de çıkan “Tunceli Yasası”. Bu yasa, yöredeki seyyit ve aşiret reislerinin nüfuz ve çıkarlarını sona erdirmekteydi.

Dr. Suat Akgül’ün “Dersim İsyanları ve Seyit Rıza” adlı kitabında, isyana giden olayların öyküsü şöyle anlatılıyor: “İsyandan önce bir toplantı yapan aşiret reisleri, devlete şu ültimatomun verilmesini kararlaştırmışlardır:

1-Dersim vilayetinde karakol yaptırmaktan vazgeçeceksiniz,

2-Köprü kurmayacaksınız,

3-Yeni ilçe ve bucak merkezleri ihdas etmeyeceksiniz,

4-Silahlarımıza dokunmayacaksınız,

5-Biz her zamanki gibi pazarlık usulüyle vergimizi vereceğiz.” Seyyit Rıza nasıl vergi toplardı?Gazeteci Naşit Hakkı Uluğ, Derebeyi ve Dersim adlı eserinde şunları anlatıyor: “Bir gün Seyit Rıza’nın yanında idim. Civardan bir köylü ve karısı ağlayarak geldi ve Seyit’in mekruh ayağına kapandı:-Ne olur, hayvanımı size getirmişler, verin... diye yalvardı. Adını unuttuğum adamına gitmesini ve işe onun bakacağını söyledi.

Köylüler yine ağlıyor ve belki merhamete gelir de verir diye yalvarmaya devam ediyorlardı. Seyit, sakalını sığadı ve bana döndü:-Görüyor musun, malı giden ne tuhaf oluyor. Diye gülmeye başladı. Seyit gülüyor, etrafında diz çöken dört beş avanesi bu sözü kahkahalarıyla teyit ediyorlardı. Oğlu yanıma sokuldu:-Ne yapalım, biz de böyle vergi alır, fukara yüzünden geçiniriz, dedi. Sonra öğrendim; Seyit Rıza’nın biçare köylünün işine bakacak, diye gönderdiği adam, her zamanki tarifeyi tatbik etmiş. (300) meçi; almadıkça katırı vermemiş..” Sizin “Evlad-ı Kerbelayıh” diye acındırdığınız adam bu işte...

Katliammış?..
Hangi katliam?.. İsyanın elebaşılarından Kopo Hüseyin, elinde onca askerimizin kanı olduğu halde, güvenlik güçlerine sığınıp pis canını kurtarmadı mı?

http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8383

Tuesday, November 24, 2009

Onur Öymen’e Linç ve Dersim !..

10 Kasım 2009 günü, meşhur “Açılım Paketi” konusunda genel görüşme isteyen hükümet önerisi, bazı tartışmalara yol açmıştı. İçişleri Bakanı, genel görüşme talebi ile ilgili konuşmayı yaptıktan sonra, bazı parlamenterler de hem grupları adına ve hem de kişisel eleştirileri için kürsüye çıkmışlardı.

CHP adına söz alan Sayın Onur Öymen, konuşmasını sürdürürken açılım paketini savunan ve “artık analar ağlamasın” tümcesi ile savını güçlendirmek isteyen Sayın Bakan’a cevap verirken, şu vurguyu yapmıştı; “Ne Atatürkçülüğü! Atatürkçülük şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diyerek teröristle, asilerle bilerek müzekkere etmek midir?!. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı?!. Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk düşmanla müzekkereye, uzlaşmaya mı girişti?!.”

Siyasi muhalefet yapmak gözü ile bakılmaz ise, son derece doğru bir yaklaşım sayılacak bu söylem, birden AKP sözcülerinin ateşini başlarına vurdurdu. Derhal, 1937-8 yıllarının akıllar da kalan anıları süslendi, evirildi ve çevirildi; sonra da CHP’ye yüklenmek adına Sayın Onur Öymen’e saldırı şekline dönüştürüldü.

Bununla yetinilmedi anlaşılan, Tuncelili vatandaşlar, hangi nedenle bilinmez (!), eleştirilere başladılar. İşin ilginç yanı, Tunceli kökenli Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’da bu konvoya siyaseten olsa da katılmakta sakınca görmedi!

Medya silahşorları, hemen bu konuya atladılar. Kimisi AKP yandaşı olarak muhalefete saldırmak fırsatı çıktı diyerek, kimisi yeni bir konu ile sayfalarını güzelleştirmek (!) amacı ile ülkeyi bir Dersim Hezeyanı sardı nerede ise. İşin ilginç yanı, çoğunluğu Alevi-Bektaşi olan Tuncelilere yüzyıllar boyu sıkıntı çektirmiş Sünni mezhebinin üyesi olan yandaş gazeteciler, birden Alevi-Bektaşi koruyucusu kesildiler. Maalesef, bazı Alevi kökenli Tuncelili vatandaşlar da bu dolmuşa binerek Onur Bey’i boy hedefi yaptılar!

Konu, medyadan taşarak masa sohbetlerine meze olmaya da başladı. Örneğin; bu hafta sonu bir arkadaş grubunun toplantısı dönüp dolaştı, Dersim’e takılıverdi! Ben de bu masanın bir katılımcısı olarak tartışmaları tribünden izledim! Kişisel olarak birçok yazıyı okumuş, söylemleri incelemiş, bilgisayarıma düşen birkaç objektif iletiyi gözden geçirmiş olduğum için, dinlemekle yetindim. Anladım ki, konuya bir iki makale ile dahil olanlar bile gerçeği vurguladıklarını sanıyorlardı.

Hafta sonuna gelirken, Sayın Yavuz Semerci, Gazeteport’ta konuya girdi. Anlaşıldı ki, Yavuz Bey’in ataları bu olguyu yaşamışlar. Yavuz Semerci’nin babası da bu isyanın bastırılması sonrası Tunceli’den göç etmiş ( ettirilmiş!). Ki, Sayın Semerci’nin Vatan Gazetesi’ne verdiği mülakatta bu konuya ışık tutuyordu.

AK-ŞAKA olarak, Mersin İmece sayfamdan konuta müdahil olmaya karar verişim, aklıma gelen bir Anadolu vecizesinden sonradır. Derler ki; “Şahbaz gelin, çamaşırda belli olur!”. Bu nedenle, konuyu köşemin çamaşır makinesine atmak kararım oluştu.

Konu ile ilgili okuduklarımı birleştirerek, tarihsel geçmişe dönerek siz okurlarımı bilgilendirmekle kendimi yükümlü sayışım, biraz şahbaz ve araştırmacı amatör köşe yazarı olmam ve biraz da paylaşmayı öne çıkaran hasletim nedeni iledir. Duyurulur!

Tunceli yöresi, eski adı ile Dersim, hırçın bir coğrafyaya sahiptir. Tarım alanları kısıtlıdır.

Halkın geçim derdinin belli olan tek çaresi hayvancılık sayılabilir.

Yüzyıllar önce bu yöreye yerleşenler ise çoklukla Alevi-Bektaşi kökenli olarak, etraflarını sarmış Sünni komşuları tarafından itilip kakılmış ve sindirilmişlerdir.

Sosyal yapı olarak feodalite (derebeylik) hakim unsurdur. Beyler, ağalar ve şeyhler, kendi kurallarını uygulamışlar; gün gelmiş devlete asker vermemişler, günü gelmiş vergileri kendileri toplamışlardır.

Osmanlı ile de sıkça kapışmışlar ve dağlara sığınarak yaşamışlardır. Eşkıyalık yaparak garibanların hasadını almış, hayvanlarını toparlanmışlardır. Örneğin; 1850 yılında Bedirhanlı ve 1870 tarihinde de Şeyh Ubeydullah isyanları Osmanlı Devletine karşı eylemleri olarak tarihe düşmüştür. 1870’ten 1937 yılına kadar, Dersim’de 11 isyan olmuştur.

Feodal yapı, T.C.’nin koyduğu yasaları ve uygarlık çalışmalarını içine sindirmemiştir. Zira, Tunceli’ye gelecek devlet otoritesinin kendi hakimiyet alanlarını yok edeceğini bilmişlerdir. Kaldı ki, Damat Ferit tarafından Dersim Valisi olarak atanan Ali Galip döneminde bile, yörenin şeyh ve ağaları, İngilizlerce kontrol altına alınmak istenmiş ve İngiliz casusu olan Noel, uzun süre burada konuşlanmıştır. İngilizler, Musul’u ele geçirmek için bu düzenin şeyhlerini Osmanlı Devleti’ne karşı kullanmışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti, yörenin uygarlaşması için plan ve program yapmıştır. Amaç, okullar açmak ve köprüler, yollar yaparak yöreye hizmet götürmektir. Bu program, bir “Islahat Programı” adı ile Tunceli Kanunu olarak 1935 yılında yasalaştırılır. Yürürlük tarihi ise 1936 yılı başıdır.

İşte, Dersim İsyanı olarak konuşulan olay, bu yasa ve hükümetin “ıslahat” girişimi ile patlak verir. Ki, bu konu yarının yazısına kalmıştır.

Onur Öymen’e Linç ve Dersim !..
§ II –

(Dünden devam);
Dün, yazımızın içeriğinde Dersim halkının çoklukla Alevi-Bektaşi kökenli olduklarını vurgulamıştık. Etrafları Sünni aşiretlerle çevrili olarak, sanki mezhepsel bir ada halinde yaşadıklarını, zaman zaman sindirildiklerini ve baskı altında kaldıklarını söylemiştik. Bu yazıya başlarken bu konuya ilişkin bir anı ile yazıya girmekte yarar gördüm. Duyumlarımıza göre, isyan hazırlığı yapan Şeyh Sait, destek istemek üzere Dersim Şeyhi Seyit Rıza’ya konuk olarak gelir. Seyit Rıza, misafir edilen hatırlı konuk onuruna hayvan kestirerek yemek hazırlanmasını emreder. Şeyh Sait, bu hazırlığı duyunca, kendilerinin Sünni ve konuk geldikleri evin halkının Alevi olduğunu vurgulamak için; “Biz, sizin kestiğiniz koyunun etini yemeyiz!”, demekle ev sahibini bir tür aşağılar. Seyit Rıza’da, “O halde buyurun hayvanı siz kesin!” der ve kenara çekilir.
Ertesi gün, isyanı için destek isteyen Şeyh Sait’e, hayır cevabı verirken; “Kendi koyununuzu kendinizin kestiği gibi, varın isyanınızı da siz kendinizce yapın!” diyerek uğurlar!
Bu tevatür ne denli doğrudur, bilemiyorum. Ancak, mezhepsel ayrılığın ne denli öne çıkarılmasına bir örnek olsun diye yazmak istedim.
1936 yılı başında uygulama kararı alınan uygarlaşma yasası olarak çıkarılan Tunceli Kanunu için, yöreden tepkiler geleceği duyumu alınınca, Dördüncü Ordu Müfettişi Korgeneral Abdullah Alpdoğan, Tunceli Valisi olarak atanır. Yeni vali, Tuncelili ileri gelenleri toplar, ki hemen hepsi ağalar, beyler şeyhlerdir.
Vali Bey, toplantı da amaçlarını anlatır. Tunceli için okullar, köprüler, yollar, hastaneler inşa edilecektir. Artık devletin şefkat eli buraya uzayacaktır. Tuncelili vergi verecek ve asker gönderecektir…
Toplantıya katılanlar, ağalar, beyler ve şeyhler sessizce dinlerler. Hatta, “iyi olur” gibi bazı sözler dahi söylerler. Ama, devletin elinin Dersim’e uzanmasının kendi otoritelerini ve hakimiyet alanlarını yok edeceğini de anlamışlardır.
Kendi aralarında konuşup anlaşırlar şeyhler ve ağalar. Vali aracılığı ile devlete taleplerini iletirler. Bu talepler;
§ Jandarma çekilsin;
§ Köprüler yapılmasın;
§ Yeni idari yapı olmasın;
§ Silahlara dokunulmasın;
§ Vergiler hükümetle paylaşılsın, şeklinde özetlenmiştir.

Vali Bey, bu taleplere olumsuz yanıt verir.
21 Mart 1937 günü, Seyit Rıza ve arkadaşları eyleme başlarlar. Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar ve Haydaran aşiretleri isyana katılmışlardır.
Bir karakol basılır ve askerler şehit edilir. Telefon telleri kesilir, köprüler berhava edilir.
İsyan güçleri, İngiliz Büyükelçiliği raporuna göre 1.500 ile 5000 kişidir. Asker gelince isyancılar dağa kaçarlar ve mağaralara sığınırlar. İsyana hava kuvvetleri katılır ve isyancılar çembere alınırlar. İsyan elebaşlarından Demenanlı Celal, Seyit Rıza’ya “Teslim olalım” derse de, önerisi kabul görmez.
Sonunda da, isyan bastırılır. Alpdoğan Paşa’nın sert tavrı hükümetinde dikkatinden kaçmamıştır ve görevden alınır.
İngiliz Büyükelçisi’nin kendi hükümetine göndermiş olduğu rapora göre; TSK, 1 subay ve 28 erini şehit vermiştir. 3 subay ve 46 er yaralıdır.
Asilerden de; 265 ölü, 20 yaralı, 849 teslim olan vardır. Mahkeme sonrası ise; 11 idam ( 7 infaz, 4’ü müebbet hapis), 33 ağır cezalık hapis ve 14 beraat vakası kayıtlara geçmiştir.
İsmet İnönü, olaylar sonrası Meclis’e bilgi verirken; “ Dersim tecrübeleri, orada hükümetin emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak ciddi tebidat (uzaklaştırma, sürgün) yapmak ..” kararını açıklamıştır. Ki, bu tür askeri hareketlere de “Sel Seferleri” adını kendisi koymuştur.

Son olarak şunu söylemek gerekecektir; Dersim’de bir feodal hıyanet yaşanmıştır. Bu eylem de sert bir biçimle bastırılmıştır.

Ölenler olmuş, sürgünler yaşanmıştır. Umulur ki, bu olay kötü bir örnek olarak belleklere girsin!

Beklenir ki, eski yanlışlar siyaseten kaşınmasın. Kimseye yararı olmayacaktır.

Ulusun bütünlüğünü zedeleyecektir.

Merhum Uğur Mumcu’nun şu vecizesini daima anımsamak gerekir; “Hainin dili, dini, cinsi ve milleti olmaz!”. Aznavur, Çapanoğlu, Bozkır ve Delibaş isyanlarını yapanlar Türk kökenli hainlerdi.
Dersim ve Şeyh Sait isyanlarını yaratanlar da Kürt kökenli vatandaşlarımızdır.
Ne fark eder?!.

Uğur Mumcu’nun dediği gibi, hain haindir!.. Siyasi yorumlarla hainleri yüceltmek ve uzun yıllar sonra arkalamak, ulusumuza karşı da bir yanılgı ve bence siyasi getirisi küçük, bütünlüğü bozucu tarafı büyük bir hatadır!..
Özellikle cümle siyasetçilere arz olunur!

Erdal Akalın
(23.11.2009 / Mersin İmece)

Bu yaziyi benimle paylasip bu gune isik tutmaya katkida bulunan sayin Senol Sehit beyefendiye saygi ve selamlarimla...

Sunday, November 22, 2009

Murat Bardakçı
Dersim yakın tarihtir, hesaplaşmaya Yavuz Sultan Selim'den başlayın!
20.11.2009 17:13:57


"AÇILIM", "demokratikleşme", "dönüşüm" yahut "yüzleşme" gibisinden kavramları geçmişle hesaplaşma zannedip tuhaf bir işe kalkıştık ve netice mâlûm: Memleket, birkaç hafta içerisinde her alanda çivisi çıkmış bir gariplikler diyarı haline geldi.

Şurasını unutmayalım: Türkiye gibi geçmişi savaşlardan isyanlara kadar binbir çeşit acı hatıra ile dolu bir memlekette ileriye bakıp yeni aydınlık sayfalar açmak yerine eskinin üzüntülerinin ve tatsızlıklarının tartışılmasının sonu yok gibidir.

Hesaplaşma hâlini alan bu tartışmalar zamanla daha da gerilere gider ve içinden çıkılmaz bir hal alır.İşte, örneği: Ermeni meselesini şimdilik rafa kaldıran Türkiye, durup dururken Dersim olaylarına kilitlendi.

Dersim'de 1930'larda yaşananlar bazı çevreler tarafından soykırım boyutlarında değerlendiriliyor, elde edilen ise sadece körüklenen bir kin ve lüzumsuz bir nefret...

İFRAT VE TEFRİT ÂDETİ
Bu gibi hesaplaşmalar sürüp gittiği takdirde olacakları söyleyeyim: Gerilere, çok daha gerilere gidilecek, Dersim'i büyük ihtimalle Şeyh Said hadisesi takip edecek, Birinci Dünya Savaşı senelerinde sadece Ermeniler'e değil, bazı Müslüman gruplara da tatbik edilen mecburî göçler de hatırlanacak...

Hattâ, iş Abdülhamid devrinde yaşananlara ve daha eski asırlara kadar uzanacak ve bugün hesaplaşma mevzuu olarak Dersim'i seçenler, büyük ihtimalle Yavuz Sultan Selim zamanına da uzanacaklar. İşte o zaman, buyrun size yepyeni bir "hesaplaşma" konusu!Hatırlayanı mutlaka vardır: Biz, "özgürlük" ve "yüzleşme" adına böyle tuhaflıkları bundan bir asır önce, 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilânından hemen sonra da yaşamıştık.

Ama tartışmayı normal çizgide yapmamak ve mutlaka ifrata yahut tefrite kaçmak bu topraklarda çok eskiden buyana âdet olduğu için, işi o zaman da zıvanasından çıkarmış ve neticede uzun seneler devam eden demir bir yumruktan da sert bir idarenin ardından daha da büyük felâkete, girdiğimiz savaşta mağlubiyete uğramıştık.

Kısaca hatırlatayım: Türkiye, 1908 Temmuz'unda hürriyetin ilânından Meclis'in yeniden açıldığı aynı senenin 17 Aralık'ına kadar geçen beş ay içerisinde o güne kadar yaşamadığı bir serbestlik havası teneffüs etmişti. Hemen her gün yeni birkaç gazete yahut dergi çıkıyor, alışılmadık sayıda kitap yayınlanıyor, parti üstüne parti kuruluyor, her köşede ayrı bir "fikir klübü" doğuyordu.Ve, hemen bir "devr-i sâbık" tartışması ve zulüm dolu bir hesaplaşma başladı. Abdülhamid zamanının devlet adamları binbir hakaretle yerin dibine sokuldu, çoğunun makamları ve rütbeleri ellerinden alındı ve bir taraflara sürgün edildiler.

"YETER ARTIK" DEDİRTTİLER
Derken, işin içine geçmişte yazıldıkları iddia edilen jurnaller ve raporlar da girdi. Eski devrin büyüklerine mâledilen ve muhalifleri hedef alan düzinelerle belge yayınlandı. Belgelerin bir kısmı ciddiye alınıp büyük bir temizlik yapıldı, hattâ Meclis'e bile sadece "jurnalci" yahut o zamanlarda "Sultan Hamid'in adamı" mânâsına gelen "irticacı" sözleri hâkim oldu ve hesaplaşma daha da sertleşti.

Netice ise, mâlum: "Hürriyet" zannettiğimiz anarşiye döndü ve anarşinin neticesinde ardarda felâketler yaşanınca çıkan kargaşa da sopayla halledildi.

İfrata vardırdığımız ve herşeyi çığrından çıkartan özgürlük hevesi "Sıktınız artık" diyen İttihad ve Terakki'nin sopasıyla noktalandı, memleket uzun yıllar Abdülhamid'e bile rahmet okutan demir bir yumrukla idare edildi ama bütün bunlar olup biterken uğramadığımız felâket kalmadı.

Önce dünya kadar toprak kaybettik, sonra da devleti çökerttik.

O zamanın hesaplaşma meraklısı gazetecilerinin âkıbetini de hatırlatayım: Kalemleri ellerinden alındı, bir gemiye doldurulup Sinop'a sürüldüler, senelerce o sürgünden bu sürgüne gönderilip sürüm sürüm süründüler.

Ben, sadece o felâket günlerini hatırlatmak istedim, hepsi bu...

http://www.haberturk.com/HTYazi.aspx?ID=5888
22 Kasım 2009

Yalçın BAYER
ybayer@hurriyet.com.tr

Tunceli nasıl bir Dersim’diMÜHENDİS Nurettin Karsu; 15. ve 16. dönem CHP Erzincan Milletvekili. “Tunceli nasıl bir Dersim’di?” başlıklı uzun bir yazı gönderdi. Karsu yazının girişinde şöyle bir tanım yapıyor:
“Dersimli; Türkistan’ın Horasan vilayetinden gelerek, (Moğollarla sürekli savaşan büyük Türk hükümdarı) Celaleddin Harzemşah’ın ordusunun 10 Ağustos 1230 tarihinde Erzincan yakınındaki Yassıçimen Yaylası’nda Anadolu Selçuklu ordularına karşı yenilgiye uğramasından sonra, Dersim dağlık kırsalına çekilerek burayı yurt tutmuştu.”
Yazıda ilginç bulduğumuz bazı bölümler özetle şöyle:
* 1514’teki Çaldıran savaşında, Türkmen Şah İsmail’i yenen Yavuz’un, Şeyhülislam Ebu Suud fetvalarıyla Alevi katliamından söz ediyor.
Atatürk’ün hastalığı sırasında Celal Bayar, devletin tüm gücünü acımasızca kullanarak, mal-davar gasplarını silahlı isyan saymış ve Dersim’in üzerine yürünmüştür. Tarihi yanılgı Osmanlı’da olduğu gibi devam ediyordu, Türkmen’i anlayan ve derdini bilen gene yoktu. Felaket kapıya dayanmıştı.
Açlıkla savaşım veren, Cumhuriyet’le hiçbir sorunu olmayan, onu bayram yaparak karşılayan, doğuştan şeriata karşı olan Dersim, şeriat isteyen Şeyh Sait isyanıyla özdeş sanılıyordu. “Cumhuriyet istemem, şeriat elden gidiyor. Cumhuriyet’i yıkacağım” diyen, silahlanmış Şeyh Sait isyanını, açlık kavgası veren Dersim’le aynı kaba koymuştu Celal Bayar yönetimi...
* Dersim hep ‘öteki’ sayılmıştır. Dersim’in ayrı bir devlet kurma, ülkeyi bölme, ordu ile vuruşma diye bir amacı yoktu. Olması da olanaksızdı. Onun tüm derdi, beklediği Cumhuriyet’in kendisine sahip çıkması, artık zenci sayılmaması, açlık ve yoksulluğuna son verilmesiydi.

İlk Meclis’in Dersim Milletvekili Diyap Ağa, Atatürk’ün en yakın ve en sadık dostuydu. Yunan orduları, Polatlı önlerine geldiğinde, Meclis’te başkentin Kayseri’ye taşınması tartışılmaktadır. Diyap Ağa söz alır, “Buraya kaçmak için değil, ölmek için geldik!” diye gürleyince herkes susar, Atatürk de rahatlar...

* Dersim’e askeri harekâtın başlamasından, yani 1938’den önce, Dersim’in ileri geleni Şeyh Hasan Aşiret Reisi Seyit Rıza, doğrudan Atatürk’e mektup yazar: ‘..Şayet hükümet hizmet ve sadakatimizden şüphe ederse, abavü ecdadımızın eskiden Yukarı Türkistan, Horasan vilayetine bütün mensubini aşiretimizle hicret etmeğe himmet buyursun...’ (Bu tarihi belge arşivlerde mevcuttur.)

* Sarıkamış Seyyar Jandarma Taburu 3.-4. bölük süvari askerlerinden babam Ali Rıza Karsu da hiçbir günahı olmadığı halde, ailece bu sürgünler arasına sokulmuştu. Sürgüne giderken babam: “Çocuklar bize kıyan Cumhuriyet değil, yönetim!..” demişti. Cumhuriyet’i her şeye karşın korumak istiyordu.

Türkmen/Alevileri azınlık sayanlar ve Dersim olayında Atatürk’ü kusurlu bulanlar, eğer kasıtlı değillerse, cehaletlerini sergilemekteler.

Kurtuluş Savaşı’nda ve Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında, Atatürk en büyük desteği Alevi/Bektaşilerden almıştır. Ankara’ya gelirken Hacıbektaş’a uğraması bu nedenledir.

* Bugün de Alevilerin en yumuşak karnı: ‘Kanaat önderiyim’ diyen bazılarının bölme çabasıdır. Ehli Beyt’e olan saygımızı istismar edip saptırarak, Alevi öğretisi ile bağdaşmayan, Şiileştirmeye çalışanlar, Cemlerde de takke giyip Arapça deyimler üreterek, cemevlerini, camiye dönüştürmeye çaba gösterenler, bilmeliler ki Laik ve Atatürkçü bu topluma ihanet etmiş oluyorlar.

Cemevlerimiz ve cemler özgün törelerimize uygun yürütülmelidir.

Alevi/Bektaşi öğretisini saptıranlar, birlik değil, Saadet ve Diyanet’te makam arayanlar, Anadolu’nun bu temel öğretisine ihanet etmiş ve toplum önünde ‘düşkün’ olacaklarını bilmelidirler!

Köle değil öğretmeniz...

‘BEN Barış Yavuz, bilgisayar öğretmeniyim. 500 TL maaş ile sigortasız hiçbir sosyal güvencesi olmadan devlet okullarında çalıştırıldım. Şimdi işsizim.
Öğretmenim demekten utanıyorum. Hakkımı helal etmiyorum.
5.000 kadrolu + 10.000 sözleşmeli = 10.000 öğretmen 100 üzerinden 99.6 alan öğretmenin ataması yapılmıyor. Kopya çekildiği yargı kararı ile kesinleşen sınav iptal edilmiyor. Ücretli öğretmenlikte torpil dönüyor.
Çözüm önerilerim var:
1- Hükümet basamaklı olarak tüm açıktaki öğretmen adaylarının kadrolarını vermelidir.
2- Sözleşmeli, vekil, ücretli gibi öğretmenlik türleri derhal kaldırılmalıdır.
3- Gereksiz yere açılmış ihtiyaç fazlası öğretmen yetiştiren eğitim fakülteleri fen-edebiyat ve diğer ilgili fakülteler ile birleştirilerek ortadan kaldırılmalıdır.’

Roller değişti

ASKER irticanın peşindeydi; bugün ise irtica askerin peşine düştü! ‘Kürtçüler’ de askerin peşinde. Bu bir rejim meselesidir. Getirmek istedikleri rejimde, gerçek hukuk ve gerçek demokrasi yoktur; faşizm ve şeriat düzeni vardır!
Mehmet TÜRKER

Hitler dönemi

ALMANYA’da, Weimar Cumhuri-yeti’ni kim yıktı? Adolf Hitler.
Hitler’in kurduğu cumhuriyetin adı neydi? Demokratik Cumhuriyet.
Hitler’in parlamento darbesiyle kurduğu bu cumhuriyetin silah gücü neydi? Polisler.
Hitler’in diktatör olmak istediğini anlamayıp, ona ‘yetki kanunu’
veren kimlerdi? Merkez sağ partiler.
Hitler’i diktatör yapacak yasalara ve uygulamalara mecliste karşı çıkan kimdi? 88 sosyal demokrat milletvekili.
Hitler’in arkasındaki meclis gücü neydi? 441 milletvekili.
Hitler’e karşı çıkan basının ve muhalefetin başına ne geldi? Hepsi cezaevine tıkıldı.
Hitler’in Reichstag yangını gibi provokasyonlarla kandırıp ele geçirdiği son kurum hangisiydi? Alman ordusu.
Hitler’in hedefindeki ilk gazete hangisiydi? ‘Freiheit’ (yani Hürriyet!..).
Aklınıza bir benzerlik mi geldi acaba?
Özden ANIL
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13011116.asp?yazarid=42
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Tarihimizle yüzleşmeliyizPervin Par’ı paylaşamayan, delikanlı komiser Eşref Kolçak ile bıçkın kaçakçı Hayati Hamzaoğlu, kombinezonla gezinen sarışın vamp kadın Suzan Avcı’nın evinde birbirinin gırtlağını sıkarken, kapı cart diye açılır, vicdan azabıyla yanıp tutuşan karaktersiz ebe Aliye Rona, “Durunnn” diye haykırarak içeri dalar, “Siz kardeşsiniz!”
*
Pervin’e ilaçlı gazoz içirmeye kalkışan haysiyetsiz çapkın Önder Somer’le, bu şerefsiz komployu tezgâhlayan kumarhaneci Kenan Pars kodese tıkılırken, yıllar sonra gerçeği öğrenen iki kardeş, hasretle kucaklaşır... Tonton aşçı Necdet Tosun’la azgın hizmetçi Mürüvvet Sim, tombul yanaklarını birbirine yaslarken; şoför Nubar Terziyan’la saftirik uşak Cevat Kurtuluş mutluluktan ağlamaktadır.
*
Özledim o günleri...
Alkışlardık.
*
Ya bugün?
“Siz kardeş mardeş değilsiniz, kapışın, birbirinizin gırtlağına çökün” diyenleri alkışlıyoruz artık.
*
İnek Şaban mesela...
Mezhebi neydi acaba?
*
Alevi miydi, Sünni miydi Ayhan Işık? Kürt müydü, Çerkez miydi dersin Sadri Alışık? “Şakayla karışık” sormuyorum bunları... Kaçımız biliyordu “hepimiz”in yüreğini sızlatan Sami Hazinses’in aslında Ermeni kökenli olduğunu? Hiç merak eden olur muydu?
*
Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, dört yapraklı yonca... İster türbanlı ol, ister çarşaflı, başlarını örtmedikleri için sevmeyen var mıydı onları? Ömercik’e kahrolmayan Musevi, Ayşecik’e gözyaşı dökmeyen Rum var mıydı?
*
Kaptan Ediz Hun, subay İzzet Günay, savcı Fikret Hakan, polis Ekrem Bora, şafak bekçisi pilot Göksel Arsoy, film çeviriyoruz ayaklarıyla, sinsi sinsi derin devlet propagandası mı yapıyordu? Bizans’ı haşat eden Cüneyt Arkın, yabancı düşmanı mıydı? Karaoğlan Kartal Tibet, ırkçı mıydı? Mirasını Mehmetçik Vakfı’na bırakan Zeki Müren, darbeci miydi?
*
Bir millet uyanıyor... “Milli” duyguları doruğa çıkaran, efsane... Görüntü yönetmeni kim? Kriton İlyadis...
İşbirlikçi ajan mıydı yoksa?
*
Emel Sayın’la Tarık Akan’ın flörtüne sevinmeyen... Bıraktık mezhebi, kökeni, Adile Naşit’i sevmeyen insan, insan mıdır arkadaş?
*
“Tarihimizle yüzleşmeliyiz” lafı pek moda ya bugünlerde... Tarihimizle yüzleşmek için yazıyorum bu satırları... Çünkü, tarih dediğin hadise, sadece, etnik kökenlerden, mezheplerden, günü gelince kusmak için beklenen nefretlerden oluşmuyor.
*
“Ortak tarihimiz”den bir kesit var işte yukarda... Birlikte üzülen, birlikte sevinen, birlikte gülüp birlikte ağlayan bir toplum... Siyah beyazdı ama, rengârenktik aslında.
*
E haliyle merak ediyor insan...
Nasıl oldu da, elimizde patlamış mısırlarla otururken, korku filminin figüranları olduk aniden? Kim yazdı bu senaryoyu? Kim biçti bize bu rolleri? Ve, gong çaldığında nasıl biter bu film?

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13010982.asp

Cumhuriyet 22.11.2009
AYDINLANMA
EMRE KONGAR
Büyük Adam Olmak

Mustafa Balbay’ın savunmasını yaptığı günlerde ben de Cemil Sena Ongun’un “Büyük Adam Olmak” adlı kitabını bir kez daha okuyordum.
Bugün, içerdeki ve dışarıdaki okurlarım için bu kitaptan bazı bölümler aktaracağım.
***
1941 yılında, kitabın yeni basımı için yazdığı “Başlarken” bölümünde şöyle diyor yazar:
“Bu eser mütareke yıllarında hazırlanmış ve bazı parçaları İstiklal Harbi senelerinde Ankara’da çıkan Anadolu Duygusu mecmuasında neşredilmişti.

Daha sonra esere pek az parça ilave edilerek, bazı aforizmaları, son beş altı seneden beri yine Ankara’da çıkmakta olan Varlık ve Çığır mecmualarında basıldı.

Eserin ilk adı Ölüme Dair idi; daha sonra Yaşamak İradesi oldu. Fakat nihayet Büyük Adam Olmak adıyla intişar ediyor.”

Benim elimdeki nüsha eserin son halinin 1944’te yapılan ikinci baskısı.
***
Kitabın İstanbul’un işgal altında olduğu mütareke yıllarında ve onu izleyen İstiklal Savaşı döneminde yazıldığını akılda tutarak Cemil Sena’nın şu Büyük Adam tanımına bakalım:

“Bizce büyük adam, aksiyonlar yaratan adam değil; bu aksiyonları, adalet ve faziletin ilahi ışıklarile aydınlatabilen ve şahsi hislerinden kurtulmuş olanlardır.

Zira, büyüklük, bir kahramanlıktır ki en evvel fethedeceği kale, kendi süfli ihtiraslarıdır.”
***
Cemil Sena, kitabını esas olarak gençlere öğütler halinde ve aforizmalar biçiminde yazmış…
Sanki haksızlıklara uğrayan tüm insanlara sesleniyor:

“Gençler, bazı mağlubiyetler vardır ki, asildir!

Bazı galibiyetlerin de sefil olduğu gibi.

Kudretli insan, kudretli cemiyet, alçak zaferleri devirmek iradesini gösterendir.”
***
Şu sözleri aslında bir çalışma ahlâkını tanımlıyor:
“Ey genç!

Ben sana ferdin ve cemiyetin kanununa uygun değil, bu âlemde yaşıyan hayatın kanununa uygun bir ahlâka itaat et diyorum!

Fertler âciz ve cemiyetler köledir.
Fakat hayat, bütün bunları aşan ve bunlara şekil veren bir kuvvet, bir gayedir.
Öyle ise çalışacaksın!
Ve çalışmanın sana getireceği faydadan ziyade, çalışmanın bizzat kendisinden hoşlanacaksın.”
***

Cemil Sena Türkiye’nin en bunalımlı döneminde yazmış kitabını.

Dolayısıyla sadece insan, gençler ve kadınlar değil, toplum ve toplumsal değişme, ihtilal, inkılap gibi kavramlar da üzerinde odaklaştığı konular arasında.
Bakın devrimleri ve devrimler karşısındaki insanı nasıl anlatıyor:
“İnkılâplar, ihtilâller, dini ve medenî yenilikler, hayatın eski bir efendiye isyanını ifade ederler.
İnsan bütün bu çarpışmalara, didinme ve uğraşmalara rağmen yeni kuvvetlerin kölesi olmağa devam edecek ve bazan da efendiye sadakati nisbetinde, mes’ut olduğuna inanacaktır.”
Bu satırları okurken, eskiden yanlış yolda olan, bugün de kavgalarını tam aksi yönde ama yine yanlış çizgide sürdüren…
Kendilerine “liberal” diyen, eski komünist, eski darbeci, yeni iktidar yandaşlarını anımsadım.
***
Sevgili okurlarım, Büyük İnsan, içerde de olsa büyüktür, dışarda da!
Küçük İnsan ise hangi büyük koltuğa oturursa otursun yine küçük kalır!

İyi Pazarlar!
ekongar@cumhuriyet. com.tr
www.kongar.org

Saturday, November 21, 2009

Aşı’da Tarikat Kavgası - Meyyal UYGUR

Dedikoduların bini bin para…Erdoğan için aşıda “domuz” mamulü olduğu için karşı çıkıyor diyen de var, kendisinden habersiz “ithal”ine kızdığını söyleyen de…Başbakanın “hastalığı” sebebiyle bu aşıyı yaptırmaktan kaçındığı bile gündemde.

Polis Teşkilâtı’ndaki gelişmeler malum. Milli Görüş başta, diğer tarikatların rahatsızlığının artması sonucu FG kontenjanından bazı isimlerin harcanıp, denge sağlanmaya çalışıldığı konuşulmuştu. İşte her yerde güç, kontrol ve otoritesini kaybetmeye başladığını gören Başbakan Erdoğan’ın, Menzil Tarikatı kontenjanında da bir ayarlamaya gideceği, aşı krizi vesilesiyle Akdağ’ın kendiliğinden istifasını sağlayıp, Menzil koltuk sayısını yeniden bire düşüreceği söyleniyor.

Domuz gribi aşısında Başbakan Erdoğan ile Sağlık Bakanı Recep Akdağ arasında giderek alevlenen kavganın mahiyeti hakkındaki dedikoduların bini bin para….

Aşıda “domuz” mamulü olduğu için karşı çıkıyor diyen de var, kendisinden habersiz “ithal”ine kızdığını söyleyen de…Başbakanın “hastalığı” sebebiyle bu aşıyı yaptırmaktan kaçındığı bile gündemde.

Madem bu kadar spekülasyon var, ben de en başından beri hem Sağlık Bakanlığı koridorlarında, hem siyaset kulislerinde kulaktan kulağa yayılan bir iddiayı aktararak, katkıda bulunayım.

Ankara’da herkes Sağlık Bakanı Akdağ’ın hükümette neyi temsil ettiğini, yani hangi tarikata mensup olduğunu bilir. Sözü edilen Menzil Tarikatı…

Mahalli seçimlerden önce adı geçen tarikatın, FG kanadının etkinliği, böylesine siyasallaşması ve büyük ekonomik güç haline gelmesinden rahatsızlık duyduğu, bu yüzden AKP’den desteğini çekeceği söyleniyordu. Haliyle Recep Akdağ’ın gidici olduğuna da kesin gözüyle bakılıyordu…Ancak yine iddialara göre son anda mutabakat sağlanıp, “beraber yürüdük bu yollarda” dendi ve Akdağ, Mayıs’taki kabine revizyonunda yerini korudu.

Söz konusu tarikatın AKP içinde başka temsilcileri olsa da, Akdağ dışında ön plana çıkan biri daha var. Milletvekiliyken, Sağlık Bakanlığı’nda bir oda tahsis edildiğini, gerçekte bakanlığı onun idare ettiğini bilmeyen yoktu. İşte bu isim son revizyonda, özellikle “küresel güçler” açısından en hayati bakanlığa getirildi. Böylece tarikatın temsilci sayısı, - her ikisi de etkili, yetkili, icracı olan- birden ikiye çıktı.

Bu ön bilgilerden sonra “aşı krizi”nin önü ve arkası hakkında kulislere yansıyanlara bakalım:

- Sağlık Bakanlığı’nda, ama daha önemlisi Başbakanlık’ta aşıların ithalini Bakan ve çok yakın çevresi dışında bilen kimse yok deniyor.

- Aşının miktarı ve ödenen miktar, bu işten birilerinin çok ama çok kazançlı çıktığı şüphelerini kuvvetlendiriyor. Bu noktada da, bunca yıldır iktidara destek veren, ancak artık “Ellere var da, bize yok mu?” demeye başlayan birilerinin kollandığı, ne var ki “kollama”dan Başbakanlığın haberdar edilmemesinin bardağı taşırdığı öne sürülüyor.

-Polis Teşkilâtı’ndaki gelişmeler malum. Milli Görüş başta, diğer tarikatların rahatsızlığının artması sonucu FG kontenjanından bazı isimlerin harcanıp, denge sağlanmaya çalışıldığı konuşulmuştu. İşte her yerde güç, kontrol ve otoritesini kaybetmeye başladığını gören Başbakan Erdoğan’ın, Menzil Tarikatı kontenjanında da bir ayarlamaya gideceği, aşı krizi vesilesiyle Akdağ’ın kendiliğinden istifasını sağlayıp, Menzil koltuk sayısını yeniden bire düşüreceği söyleniyor.

AKP koalisyonu çatırdıyor mu, ne?

GDO’da Mahdum Gölgesi

Sağlık konusuna girmişken, apar topar çıkarılan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Yönetmeliği’ne de kısaca temas edeyim.

Bir yönetmelik çıkması için önce kanun ve tüzüğünün olması gerekir, değil mi? Ama AKP bir ilki daha başardı ve kanun olmadan yönetmelik çıkardı. Yani arabayı atın önüne bağladı. Acaba bu neyin telaşı?

Bu yönetmelikten önce Ulusal Biyogüvenlik Yasası’na ihtiyaç vardı. Nitekim eski Tarım Bakanı Sami Güçlü döneminde, Uluslararası Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’ne uygun bir kanun tasarısı hazırlanmış, tartışmaya açılmıştı. Tasarıda, genetiği değiştirilmiş organizmaların kimler tarafından, nasıl denetleneceği de, kanuna aykırı ithal ve üretimlerde verilecek cezalar da belirlenmişti. Mesela 6 yıla kadar hapis, milyarlarca lira para cezası vardı. TBMM Genel Kurulu’nda görev başındayken, Bakanlıktan alındığı haberi gelen Güçlü’den sonra Biyogüvenlik Yasa tasarısı unutuldu gitti.

Ve geçenlerde bir sabah, “kanunsuz” o yönetmelikle uyandık. Nedense yönetmelik yürürlüğe girdikten sonra yapılan abesliğin farkına varıldı ve Tarım Bakanı Mehdi Eker günler sonra, Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’nın Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldığını duyurma ihtiyacı duydu. Dikkatinizi çekerim, hala ortada kanun yok, sadece imzaya açılmış bir tasarı var ama “kanunsuz” yönetmelik devrede.

Milletin ağzı torba değil ki büzesin…Yıllardır bardakta mısır başta olmak üzere GDO’lu ithalat yapan birilerinin çıkacak kanunda öngörülecek hapis ve para cezalarından kurtarılması için alelacele o yönetmeliğin çıkarıldığı iddiasının o kadar müşterisi var ki!..İster istemez tüm gözler kabinenin mahdumlarına çevriliyor!..

Spekülasyonların hepsi bir yana. Aşı ve GDO’daki şu tartışmalar bile, “Satacak bir şey kalmadı, sıra galiba sağlığımızın pazarlanmasına geldi” duygusu yaratmıyor mu?
http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8366
Eyüp CAN eyupcan@hurriyet. com.tr
Ergenekon’un vicdanıERGENEKON davasının resmi hâkim, savcı ve avukatlarının yanı sıra biliyorsunuz bir de “siyasi” savcısı ve avukatı var.
Daha dava başlarken Başbakan Tayyip Erdoğan kendisini savcı, ana muhalefet partisi lideri Deniz Baykal ise avukat ilan etmişti.
Peki ama “cumhuriyet tarihinin bu en önemli davasının” hukuki, siyasi ya da insani açıdan “vicdanı” var mı?
Ben emin değilim. Neden mi? Gelin anlatayım. * * *
Dün Ergenekon davası kapsamında yaklaşık 9 aydır tutuklu yargılanan Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay “ilk kez” hâkim karşısına çıkarak savunmasını yaptı.
Aynı gün Taraf Gazetesi Ergenekon davası kapsamında okuyan herkesin tüylerini diken diken edecek “Kafes” adlı bir suikast timinin haberini yaptı.
İki konunun birbiriyle direkt ilgisi var mı?
Azıcık vicdanı olan “var” diyemez.
Ama bakın Ergenekon iddianamesi “var” diyor.
Öyle ki Ergenekon savcıları ideolojik duruşu çok net olan bir gazetenin Ankara temsilcisini; terör örgütünü koordine etmekten halkı hükümete karşı “silahlı” isyana teşvik etmeye birçok konuda suçluyor.
Balbay ise çaresiz iki gündür savunmasını yapıyor. * * *Balbay’la ne ideolojik ne de mesleki dayanışma içerisindeyim. Çünkü gazetecilik anlayışım da, dünya görüşüm de Balbay’a çok uzak. Fakat bütün bunlar Balbay’ın 9 aydır tutuklu yargılanmasına vicdanen “evet” dememi gerektirmiyor.
Hatta bırakın evet demeyi Balbay’ın bunca zamandır tutuklu yargılanmasını bu davanın varsa vicdanında açılmış önemli bir kara delik olarak görüyorum.
Sadece Balbay mı hayır başka isimler de sayabilirim.
O bu davanın vicdanını sorgulamak isteyenler için sadece bir sembol.
* * *
Her gazeteci gibi ben de Ergenekon davasını başından beri dikkatle izliyorum.
Birinci ve ikinci iddianameyi parça parça okudum.
Üçüncü iddianameyi yarıya kadar inceleyebildim.
Bu dava Türkiye demokrasisinin; çetelerden, illegal örgütlenmelerden ve siyasete siyaset dışı kriminal müdahalelerden arınması için büyük bir fırsat.
Fakat tek bir şartla. Kriminal olan ideolojik olandan ayrı tutulacak.
Silahlı ya da silahsız hukuk dışına çıkanla, siyaseten hükümetin devrilmesini isteyenler aynı kefeye konmayacak.
Maalesef Ergenekon davası şu haliyle; hükümeti-kamu düzenini, kriminal yollarla devirmek isteyenlerle ideolojik olarak devirmek isteyenleri aynı kefeye koyuyor.
Bütün sorun da buradan çıkıyor.
* * *
Bu ayrımın kolay olmadığını biliyorum. Bir kere mevcut hukuk sistemimiz bu ayrımı netleştirm
İşte Dersim gerçeği
18-11-2009 23:59

CHP’yi Alevi düşmanı olarak göstererek “oy” kaybına uğramasını amaçlayan ve bu konuda CHP içerisinde ki çıkarcılık savaşında ki bireyleri de bünyesine katanlara Ahmet Taner Kışlalı
1996 Yılında Cumhuriyet gazetesi köşesinde ki yazısından “ Tokat “ gibi yanıt…

İŞTE DERSİM GERÇEĞİ

Gezilerimde zaman zaman karşıma çıkan bir soru var:"Dersim isyanının arkasındaki gerçek nedir?"Özellikle gençlerden gelen bir soru bu.

Gençler, inançlarını savunuyorlar. Bilgileri dışındaki sorularla karşılaştıklarında da, yanıtlarını gazete köşelerinde verilmesini istiyorlar... Hem kendileri, hem de kendileri gibi bilmeyenler öğrensin diye.

Doğu ve Güneydoğu’daki başkaldırmalar içinde iki tanesi önemli: Şeyh Sait ayaklanması ile Dersim ayaklanması.
Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiltere vardı.İngiltere’nin amacı, bu ayaklanma sayesinde, Musul üzerindeki isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmekti.

Kuzey Irak petrollerini kendi denetimi altına almaktı."Din elden gidiyor" görünümü altındaki ayaklanma bastırıldı. Ama İngiliz emperyalizmi de amacına ulaşmış oldu.

Gerek Moskova, gerekse Türkiye komünistleri, Şeyh Sait ayaklanmasına ( 1925 ) destek vermediler. Komintern ( Komünist Enternasyonal ) belgelerinde; bu tutumun nedenleri şöyle açıklanıyor:"Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır.

Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir."Dersim, bugünkü Tunceli’nin eski adı. Ve Dersim tarihi, ayaklanmalarla dolu.Padişahlara karşı ayaklanmışlar.

Meşrutiyette ayaklanmışlar. Jön Türk hareketinde ayaklanmışlar. Sonuncu olarak da cumhuriyet yönetimine karşı ayaklanmışlar.Kimler bunlar?Osmanlının bile Tımar sistemine dahil edemediği şeyhler, ağalar, aşiret reisleri...

Yani yargı da kendileri olan, vergiyi de kendileri toplayan gençleri askere yollamayıp kendi muhafızları yapan, haydut çeteleri oluşturan feodal güçler..

Derebeyleri.

Niçin ayaklanıyorlar?Bu geri düzen değiştirilmek istendiği için.Komintern belgelerinde ( 1937 ), son Dersim ayaklanmasına neden olan ortam şöyle anlatılıyor.[1]"Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır...
Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Öyleki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı.

Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır.
"Ve ekleniyor:"İsyanın arefesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı.
Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur."Son Dersim ayaklanmasının çok kanlı bir biçimde bastırıldığı doğrudur.

Hareketi yöneten komutanın, bu nedenle görevden alındığı da bilinmektedir.
Ama Dersim ayaklanması nedeni ile Atatürk’ü ve Kemalizmi suçlamaya çalışanların öncelikle şu soruyu yanıtlamaları gerekir:"Suçlamalar doğru ise Tunceli - yani Dersim - niçin yıllar boyu Atatürk’ün partisine oy vermiştir?

Türkiye’de Kemalist partiye - ya da başka bir partiye - verilen oyların yüzde 70’leri aştığı başka bir il var mıdır?"
İşte Dersim gerçeği!.. Gerisi "laf-ı güzal."
Ahmet Taner Kışlalı