Saturday, January 31, 2009

Ne mutlu Hamaslıyım diyene...


Vallahi kıskandım... Hep böyle altı

okka bi başbakanım olsun isterdim.

*

Evlatlarımız kahpe pusularda şakır şakır şehit edilirken, açsın telefonu Barzani'ye, "eksküzmi" desin mesela... "Bundan böyle sınırdan kedi bile geçerse, çadırına F16 yağdırırım, nerden geldiğini şaşırırsın" desin... İsterdim.

*

Kafamıza çuval geçirdiklerinde, isterdim ki, toplasın kabineyi acilen, "İncirlik'e kilit vurdum" desin... Çağırsın ABD Büyükelçisi'ni, "Bak arkadaş, ya çıkıp özür dileyeceksiniz, ya da topla tasını tarağını Nebraska'ya kadar yolun var, anca gidersin" desin...

İsterdim.

*

Annan Planı'nı burnumuza dayadıklarında, kaldırsın telefonu, "Bizde güzel bir laf vardır dostum Kosta, senin anan güzel mi?" desin, şakayla karışık... Gitsin Kıbrıs'a, "Biz burdayız kardeşim, santim kımıldamayız, çok rahatsızsan ananı da al git" desin...

İsterdim.

*

Bize turistik vize bile verirken bin dereden su getiren ülkelerde bölücüler cirit atıyor, AB çatısı altında konferans filan düzenliyor... İsterdim ki, çıksın Meclis kürsüsüne, "Toprağıma, milletime yönelik bu husumet bitene kadar, AB ile ilişkilerimizi askıya alıyorum" desin... "Benim için bitmiştir, daha gelmem Brüksel'e" desin... İsterdim.

*

Uzatmayayım...

Kıskandım.

Ömrüm boyunca özlemini çektim.

Hamas'a nasip oldu.

*

Ne mutlu Hamaslıyım diyene.

YILMAZ ÖZDİL


31 Ocak 2009

Erdoğan: Tavrım Moderatöre

Neval Kavcar
31 Ocak 2009 Cumartesi


Tayyib Erdoğan eğer ki Davos’ta şunu deseydi:
“Filistinlileri haksız yere öldürüyorsunuz. Türkiye olarak buna tahammül edemiyoruz. Şu andan itibaren İsrail ile yapılan tüm antlaşmaları gözden geçireceğiz.”


O zaman, helal olsun derdim. Şimdi “hala mı BOP eş başkanlığı mı?” diyorum. Hatta yazık değil mi Filistinlilere? Sonra Irak’ta katledilen bir milyonun üzerindeki Müslüman için Bush’a dedi mi, “Siz insanları öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye.?

Yedi yıl iktidarda olup, yasa çıkarmak ve devletin malını satmaktan başka icraatı olmayan Başbakanı, Batılı dostları çok sever. Üstelik ABD’nin Orta Doğu’yu şekillendirme projesinde kendileri Eş başkan oluyor. Yani BOP Eş Başkanı. Bu iş mahkemeye konu olmuştu, parti kapatılmayınca görüşülemedi. Böyle de anlaşılmaz yasalarımız var.

Davos’ta ki sahne ciddi olsa idi, ardından İsrail Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı arar mıydı? Bizim medya “Perez özür diledi” diyor, Perez’se “dilemedim.” Davos kahramanı Erdoğan. Göğsünde “Davut Boynuzu” nişanı sırıtıyor, ama olacak o kadar.

Tayyib Erdoğan orada, Dünya’nın bilmediği neyi açıkladı? Söyledikleri medyada çıkan haberler. Savaşın ardından Dünya’dan özür dileyen İsrail’di. Davos’ta “haklıyız” dedi Perez. İsrail zaten hep haklı değil midir? Ardından Erdoğan’ın “en kahraman Başbakan” olarak salondan çıkışı, o gidenleri terk edişi..

Ortalığı toz duman etmiş Erdoğan uçağa atlayıp Türkiye’ye dönüyor. O dönerken TRT 2, İstanbul’da insanların havalimanına akın ettiğini söylüyor. Üstelik saatlerce alt yazılı ve elleri bayraklı insanları gösterip, reklam yapıyor. Bu arada Belediye, gece mesaisini geç saatlere sarkıtıyor.

İstanbul AKP teşkilatı da Erdoğan’ın evinin olduğu yola çiçek serpiyor.

“Yollarına gül döktüm” misali.

* * *

Avrupa, Asya ve Dahi Şark’ın Kahramanı

Haber Dünya’ya flaş olarak geçiyor. Arapların Amerikancı medyası, Erdoğan’ı kahraman ilân ediyor. Garibim Filistinliler, Gazze’de miting yaptılar bu durum için. “Davos fatihi” adlı destek sitesi de açılmış, hayırlara vesile olsun.

29 Mart geliyor, pabuç pahalı. Dostları onu ne pahasına olursa olsun orada tutmaya çalışıyor. Seçimler yerel ve muhalefet bu defa sandıklara sahip çıkacak. Yıpranmışlık, yolsuzluk boylarını aştı. Saadet Partisi de kükremeye başladı. “Sahte kahramanlığı” halka anlatamazsın, milyonlara eve televizyonlar yolu ile girdi çoktan.

İsrail’e kök söktüren Hamas da yutmuş zokayı. “Hamas, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın cesur tavrını saygıyla selamlar" diyor.

O tartışma onu, otomatikman Müslüman Devletlerin gözünde kahramanlığa zıplatan sürecin başlangıcı olmuştur. İtibarı yiten AKP’ni de birkaç puan yükseltmiştir.

Nobel Barış Ödüllü Şimon Perez ve Oscar’a aday Tayyib Erdoğan’ın karşılaşmasında, Erdoğan’ın golü Türkiye’nin kalesine girdi?

Neden dersiniz?

* * *

Amerikan Yahudi Komitesi

Dünya’da ilk defa Müslüman bir devlet adamına “Cesaret ödülü” veren, AJC (Amerikan Yahudi Komitesi) Başbakanın tavrını “kepazelik” olarak yorumluyor. Alın işte Erdoğan’ın o ödülü geri vermesi için bir sebep daha.

Bu arada Şimon Perez’in “Nobel barış” ödüllü olduğunu hatırlıyoruz. Bakın görün, Nobel kimlere veriliyor? Hani, Orhan Pamuk “Nobelli” diye yere göğe sığdıramayanlar var ya onlara bu sözüm.

Velhasıl efendim, “barışçı Perez”e, Erdoğan sözlü saldırı da bulunmuş, Yahudi komitesine göre.

Bakalım daha neler olacak? Bizim ki Cesaret madalyasını geri veremiyor, bari onlar istese.
* * *

Son Gelişme

“Erdoğan: Tavrım moderatöre

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Davos'ta, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile katıldığı Gazze konulu paneldeki tepkisinin, oturumu yöneten moderatöre olduğunu belirterek, “Herhangi bir şekilde ne İsrail halkını ne Cumhurbaşkanı Perez'i ne de Musevi halkını hedef aldım” dedi.” ( 30 Ocak 2009 - Hürriyet)

Kimi hedef aldı peki?

29 Mart 2009 yerel seçimini ve iç kamuoyunu.

Onca bağırtının ardından, “tavrım moderatöre” diyor.

İnanmadım demekte, haksız mıyım?

Peki, inananlar ne diyor bu işe?


nevalkavcar@yahoo.com

http://www.sonsayfa.com/Kose-Yazisi-erdogan-tavrim-moderatore-878-48.html

Friday, January 30, 2009

Can Dündar, ‘İşbirlikçiler’ Belgeselini Yapar mı?

Prof.Dr.Erol Manisali

“Osmanlı Cumhuriyeti” filmini gördükten sonra aklıma geldi. Acaba Türkiye’nin “Casablanca’sı” yapılabilir mi?

Bir “Ergenekon” filmi düşünün, yalnız Türkiye’yi değil bölgeyi, dünyadaki çatışmaları, insanlığı, gücü, kavgayı, demokrasiyi ve faşizmi anlatırcasına…

- Humphrey Bogard Casablanca’da gönlü, aklı, ruhu faşizme karşı direnişçilerin yanında olan sessiz bir antiemperyalistti... Ve yapması gerekeni yaptı…

- Türkiye’deki işbirlikçileri anlatan bir film düşünebiliyor musunuz?

Mesela diyorum Can Dündar, Mustafa’nın ardından bir film yapmış, adını da “İşbirlikçiler” koymuş. Satılmışların hepsini, üstelik Alfred Hitchcock gibi, kendini de içine dahil ederek, bir bir anlatıyor… Amerika’nın, Brüksel’in kucağına oturan siyasileri, gençlik yıllarından alıp sergiliyor… Sonra dincileri, kapitalist uşaklarını, hepsini belgeselinde sunuyor. Baş oyuncu Tuncay Güney, yani onu oynayan, “light” CIA kılıklı biri…

Liboşları, sahtekâr köşe yazarlarını, sermaye, din, kirletilmiş siyaset satıcılarını anlatıyor…
Bir başyapıt olurdu bu; düşünebiliyor musunuz; medyadaki, siyasetteki, üniversitedeki işbirlikçilerin bir bir sergilenişini…

- Niçin değiştiler?
- Nasıl değiştiler?
- Kimin için değiştiler?
Bir tiyatro sahnesi gibi hepsini yerli yerine cuk oturtursunuz. O pişmiş kelle gibi kameralara ekranlarda sırıtan siyasileri; özel uçaklara, özel konutlara, özel olan her şeye davet edilen “gazeteci kılığına girmiş şarlatanları, CIA uzantılarını, göbeğini kaşıyan şişko sakallıları, sömürgecilerin emrindeki, sözde akademik kulları…”

Sonra düşündüm;
- Kim yapar?
- Neden yapar?
- Nasıl yapar diye, biraz zorlandım…
Yanıtlar hazırdı…
- Ben insanım, aydınım, ahlaklıyım ve de sanatçıyım diyebilen biri…
- Nâzım gibi, “Ben sömürgeciye, işgale, faşizme karşıyım” diyen bir sanatçı.. Mesela…
- “Toplum adına, insanlık adına, ülkem adına” diyebilen birileri çıkmaz mı… Herkes sistemin esiri mi oldu, 70 milyon insan? “Biz sürü değiliz ki” diye düşünen, başını, yumruğunu göğe kaldıran biri, birileri yok mu?

- Aslında 70 milyonun büyük çoğunluğu böyle düşünüyor, varız diyor; 70 milyonun her biri, “kendi hariç” herkesi görüyor… Gökyüzünden inecek bir kutsal güç beklercesine… Papa ne demiş; “Açları Allah kurtarsın” demiş…

70 milyon beklerken birileri de, “Yahu beklemenize gerek yok, zaten çoktan indi, biz onun temsilcileriyiz” demiyorlar mı?

Akıl, bilim, ahlak
Sanat da siyaset de akıl, bilim ve ahlak ister. Ancak bu üç şeyi birlikte ister. Biri eksik olursa diğer ikisi hiç işe yaramaz, çöpe atmak gerekir…

- Kimi tanıdıklarım, bildiklerim var; akılları, bilgileri yerli yerindedir ama “ahlaken eksik kalmışlardır”. En kötüsü bunlar, bilgiyi ve aklı toplum zararına kullanırlar. Bunlara “halk düşmanı” demek doğru olur… Atom bombası fizikçiye Nobel kazandırır, ama milyonlarca insanı da yok eder, onun gibi…

Romancılarımıza, yönetmenlerimize ve diğerlerine büyük görevler düşüyor. Türkiye’nin yaşamakta olduğu toplumsal süreci bütün boyutlarıyla Türk ve dünya kamuoyuna yansıtmalılar.
Akıl, bilim ve ahlak kuralları içinde, emperyalizme hizmet etmeden, işbirlikçilerin safına katılmadan sömürü düzeni ve faşizme karşı, bu süreci bütün boyutlarıyla yansıtmalılar. Ressam resmine, heykeltıraş heykeline, şair şiirine, romancı romanına, yönetmen filmine tırnaklarıyla, aklıyla, insanlığıyla kazımalı bunu bilincimize, bir Nâzım gibi devleşmeli sanatta, düşüncede, edebiyatta…

Turgut Özakman’ın başına gelen…

Özakman’ın 9 Aralık 2008’de Cumhuriyet’te başlayan dizisini okuyunca Can Dündar’ın “İşbirlikçiler” belgeselini yapamayacağına karar verdim.

Kimileriniz içinden “günaydın Erol Hoca” diyeceklerdir. Tabii ki bunu en baştan ben de biliyordum, ama elime yazılı bir kanıt geçmeliydi.

Arkadan vurduklarının, darbeyi yiyen Özakman tarafından Cumhuriyet’te, yazılı bir belge olarak ortaya konması, cinayeti ispatlıyor.

Mustafa’dan işbirlikçilere uzanan yoldaki faşist karartmayı hep birlikte aydınlığa dönüştürmek zorundayız…

Bu sorumluluk hepimizin, 70 milyonun.. kimse gökten zembille bir kurtarıcının geleceğini beklemesin…

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

Thursday, January 29, 2009

Palavracı tiyatrocu, dangalaklık etti diye değil... Biz, bunca yıldır dangalaklık edip, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gitmediğimiz için.

Hiç öyle boşuna Rum'a kızma...
Sene, 1963.
Aralık'ın 24'ü.
Noel arifesi...
Lefkoşe.
Kumsal Mahallesi.
No 2.
Tek katlı, bahçeli bir ev.
Saat 22 suları.
Hava ayaz.
Boğuk, tok vuruşlar yırtıyor geceyi aniden, trok trok trok... Kalleş, basıyor.
*
Mürüvvet Hanım, lambaları söndürüyor hemen... Hakan kucağında...Uyuyor. 10 aylık... Dalıyor çocukların odasına, öbür koluna Kutsi'yi alıyor, 4 yaşında... "Kalk Murat" diyor bi yandan... Gözlerini ovuştura ovuştura kalkıyor Murat, henüz 6 yaşında, ucundan tutuyor anasının geceliğinin... Dışardan hüzün abajuru gibi sızan sokak lambasının cılız ışığında, hayalet misali, banyoya süzülüp, kapıyı örtüyor, ''küvete'' girip, koyun koyuna, sarılıyorlar. Korkunç bekleyiş başlıyor...
Bir dakika.
İki dakika.
Üç dakika.
Saniyeler, asırlar gibi adeta...
Önce şangırtı duyuyorlar.
Pencere.
Sonra salondaki ayak seslerini.
Vahşi haykırışları...
Ve, tekmeyle açılıyor banyo kapısı...
Üç Rum.
Tarıyorlar.
33 el.
*
Evet, merhum gazeteci Sami Coşar tarafından çekilen ve hafızalarımıza mıh gibi çakılan "o fotoğraf"ın öyküsü bu...
Kanlı Noel.
*
Alnından vurmuşlardı Mürüvvet'i.
Yedi yerinden daha...
Murat'tan üç kurşun çıktı.
Kutsi'den iki.
*
Evin direği, baba, tabip binbaşı, evde değildi o sırada... 103 Türk köyü basılmıştı, son üç günde, yaralılar vardı...
Gönyeli'ye gitmişti. Göreve.
*
Bir babanın başına gelebilecek en büyük felaketi yaşayan bu tabip binbaşı, evlatlarının cenazesini bizzat kendi elleriyle yıkadı... Minik bedenleri santim santim yokladı, Hakan'da kurşun izi bulamadı... 10 aylık bebecik, vücudunu yavrularına siper etmeye çalışan anacığının altında kalmış, nefessizlikten can vermişti çünkü.
*
E bakıyoruz... Rumlar, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidiyor.
*
Niye biliyor musunuz?
Palavracı tiyatrocu, dangalaklık etti diye değil... Biz, bunca yıldır dangalaklık edip, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gitmediğimiz için.
Yılmaz Özdil

Monday, January 26, 2009

Yılmaz Karakoyunlu ve Diaspora Hizmeti

Neval Kavcar
26 Ocak 2009 Pazartesi

Özür dileyen dileyene. Ermenilerden dilediler, TRT 6 ile “Kürtlerden “ dilemişiz öyle diyorlar. Şimdi de 6 -7 Eylül olayı diye sürekli ısıtılarak önümüze konulan bir hadise ile ilgili film çekilmiş. Böylelikle “Rumlardan” özür diliyormuşuz, geç de olsa. Ne tuhaf aydınlarımız, film yapımcılarımız, roman yazarlarımız var.

Batı Trakya’da yaşayan Türkler dini ibadetlerini yerine getiremiyor. Hocalarını seçme hürriyetleri yok. Müftülük kiliseye bağlı durumda düşünebiliyor musunuz? Türkiye’de kiliselerin Diyanete bağlandığını düşünün, nasıl kıyamet kopardı? Yunanistan hükümeti, çeşitli imar ve toprak yasaları ile Türklerin elindeki tarlaların büyük bölümüne zaman içinde el koydu. Lozan’a göre “Türk” kelimesi yasak orada. Yunan ırkçılığının kurbanı oldular yıllarca.

Aynı durum, KKTC ilân edilmeden önce Kıbrıs’ta Türklerin başına geldi. Türklerin adayı terk etmesi için sürekli baskı gördüler ve katliama uğradılar.

Bizim film yapımcılarımızın bunlardan haberi yok mu acaba? Bir de Yılmaz Karakoyunlu’nun?

Bakın neler olmuştu Kıbrıs’ta?

“ Tarihe 21 Aralık 1963 –Kanlı Noel olarak geçen saldırıda, anne ve üç çocuğu küvet içine saklandıkları yerde makineli tüfekle katledilmişlerdi. Ayni gece 76 Türk daha ayni akıbete uğramıştı.

1963 Katliamı. 76 tane Türk’ün çoluk çocuk demeden katledilmesi1964 Katliamı. Sadece Türk oldukları için 136 Türk katledildi.1965 Katliamı. Yaşları 20 ile 60 arasında değişen 11 tane Türk vahşice. . öldürüldü.Muratağa ve Sandallar Katliamı: Eylül 1974 tarihinde bir çobanın toprak üzerinde fark ettiği bir el bu iki köy sakinlerinin akıbetlerinin ne olduğunu acı bir şekilde ortaya çıkardı. XX. yüzyılın eli-kanlı canileri 15 Ağustos günü, 88 Türk’ü vahşice öldürerek topluca bu vahşet çukuruna gömmüşlerdi.

Atlılar Köyü Katliamı: Magosa’nın 15 km uzağında, tamamen Türklerle meskûn bir köydü Atlılar… Ancak, Rum caniler geldi… Ve 27 Türk’e mezar oldu…” (Birleşik Kıbrıs” Değil, “82. İl Mücahit Kıbrıs – 2005- N.K.)

***

Keşke hiç olmasaydı, fakat ikide birde gözümüze sokulan 6 -7 Eylül 1955 olaylarında ne olmuştu? Olay adını bile değiştirip bizi daha zan altında bırakmak için şöyle anlatıyorlar.

6-7 Eylül 1955 pogromu: Yeni bir kelime gündeme düşmeye başladı dikkat edilirse, “pogrom.” Olay kelimesi zayıf bulunmuş yerine pogrom konulmuş. Ne demek pogrom: katliam, kıyım, planlanmış katliam... Nedir bu olay? ”Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldı.” Haberi üzerine İstanbul’da azınlıklara ait yerlere saldırı şeklinde gelişmiş bir günlük bir olaydır. Bu olay ne katliama girer ne de kıyıma...Belirli birkaç olayı sürekli gündeme taşıyarak yapılmak istenen, toplumu psikolojik baskı altında tutma gayretidir.İşte bu üfürükten olay için bir film yapımcımız 'Güz Sancısı' adlı film çekmiş. Bu film çekilince Rumlardan özür dilenmiş olacakmış. Türklerden kim özür dileyecek?

Bu filmi çeken, alkış tutanlar Türklerin hakkını ne zaman arayacak? “Hepimiz Ermeniyiz, Rumuz” diyenler, niçin aynı zamanda “Hepimiz Türküz” diyemiyor?

Azınlıklarla ilgili, toplumun genel davranışını yansıtmayan asgari bile sayılmayacak bu olaylar, “Taraf”ımsı ifadelerle anlatılıyor. Türkiye ise uluslar arası arenada zan altında bırakılıyor. Daha önce “Salkım Hanım’ın Taneleri” romanı filmleşerek, Ermeni diasporasına hizmet eden Yılmaz Karakoyunlu bu defa “Güz Sancısı”nı yazmış. Etyen Mahçupyan - Nilgün Öneş senaryolaştırmış. Tomris Giritlioğlu çekmiş. Bütçesi büyük bir filmmiş.

Yılmaz Karakoyunlu bunu niçin yapıyor? Türkleri katliamcı tanıtmak kimlerin işine yarar. İçlerinde yaşayan, kökeni farklı olanı katleden bir millet midir Türkler?

Yılmaz Karakoyunlu bunu diyor satırlarında.
* * *
Darbe Sendromu
AB ve ABD’nin projeleri her ne kadar AB kararları olarak benimseniyorsa da, görünen köy bize gösteriyor ki gidişat gidişat değil.

Bunu AKP nin yönetimi de görüp anlıyor. İşte bunun için iflah olmayan bir “Darbe Sendromuna” yakalandılar. Benzeri rahatsızlık geçmişte Menderes döneminde de yaşanmıştı. Attıkları imzaların, uyguladıkları politikaların günü geldiğinde hesabını verecek olmaları onları sendroma sokuyor.

Kenarda köşede durup kendisine gaz verenlerin, yarın “biz sadece” yazdık” diye ikileyeceklerinin farkında.

Bu yüzden kemani Sarkış Efendinin şarkısını söyleyip geziyorlar.

“Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”

Vatandaşın cevabı da şöyle:

“Börteçine kurdun adı
Ergenekon yurdun adı
Dört yüz sene durdun hadi,
Çık, ey yüz bin mızrağımız” ( Ziya Gökalp)

* * *

Not: Demokrat Parti ve Adnan Menderes dönemi için çeşitli kaynakların yanı sıra, TBMM tutanaklarını inceledim. Boş vaktinizde lütfen aşağıdaki adresin çeşitli versiyonlarını inceleyiniz.

www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/ayintarihi/1956/haziran1956.htm - Benzer sayfalar


nevalkavcar@yahoo.com
http://www.sonsayfa.com/Kose-Yazisi-yilmaz-karakoyunlu-ve-diaspora-hizmeti-857-48.html

Bu ülke Mustafalar'ın ve Kemaller'in sırtında duruyor!

YIGIT BULUT
Boğazlayan Kaymakamı'nı hatırlayalım!

Hiç bilmeyenlere veya hatırlamayanlara katkıda bulunayım. Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey, 10 Nisan 1919 tarihinde İstanbul Beyazıt Meydanı'nda asılarak idam edildi...

Neden idam edildi?

İşgal kuvvetlerini memnun etmek için...

Evet, yanlış okumadınız; işgal devletlerini memnun etmek için...

O dönemde Osmanlı devletinin dayandığı temel Türk milleti değil, Avrupa idi...

Artık bir egemenliği ve herhangi bir işlevi kalmamıştı...

Avrupa istedi, yargılama sırasında zorla hakim değiştirildi...

Avrupa bastırdı; Osmanlı, 10 Nisan 1919 tarihinde İstanbul Beyazıt Meydanı'nda Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in boynuna ipi geçirdi...

Tarihe dikkat edin; Atatürk'ün Samsun yolculuğu başlamadan günler önce "bu idam" gerçekleşti...

Peki suçu neydi?

Tek bir suçu vardı; "Osmanlı ve Türk milliyetçisi olmak, Müslüman Türkleri korumaya çalışmak" ve Ermeni komitacıların Türklere saldırmasının, öldürmesinin, yağmalamasının önlenmesi için çaba sarfetmek, emir vermek...

Tarihi tekrar hatırlatmak istiyorum; 10 Nisan 1919... Bandırma vapuru yola çıkmadan günler önce...

Gökyüzü çok karanlıktı, Türklüğe, Müslümanlığa ve kendilerini koruyacağına inandıkları devletlerine sahip çıkmak isteyenler "umutsuzdu"!

Çok karamsarlardı... Değerlerini devlet adına korumaya çalışan "bir kamu görevlisi", Avrupa'nın isteği ile "hukuk zorlanarak" idam ediliyordu...

Ama bilmedikleri birşey vardı; "Bandırma" vapurunun yola çıkmasına günler kalmıştı!
Türk Milleti, "dinine, toprağına ve geleceğine" sahip çıkmak için gün sayıyordu!
Daha fazla uzatmayacağım...

Avrupa, Amerika daha kaç "Kemal Bey" istiyor!
Kemal Beyler'i unutmayalım!


Bu ülke Mustafalar'ın ve Kemaller'in sırtında duruyor!
Ve durmaya devam edecek!

Herkese ve her şeye rağmen!
MİLLÎ ŞEHİDİMİZ KAYMAKAM MEHMET KEMÂL BEY
http://www.turkcelil.com/modules/news/article.php?storyid=10843

Arjantinli devrimci doktor Che Guevara ve ATATURK

Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır...

NUTUK’un Küba Devrimi’ndeki yeri aslında daha önceki yıllara dayanıyor. Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro, 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana’da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir’den “Atatürk’ün Büyük Nutuk Kitabını” ister. ABD’nin bilgisi olmaması ricasıyla yapılan bu istek, Bilal Şimşir tarafından uzunca bir süre sonra yerine getirilebilir.
www.hakimiyetimilliye.org/index.php?news=2841


İşte, Fidel Castro’nun Atatürk hayranlığının kaynağı; İngilizce “Nutuk” kitabını özümseyerek okumasında ve devrimci M.Kemal ATATÜRK’ün ilk antiemperyalist savaşımını zafere eriştiren “1919 Ruhu”ndan esinlenmesinde yatıyor.

12 Aralık 1996’da bir ödül töreni için gittiği Küba’da Fidel Castro ile görüşen Dursun ÖZDEN kendisine “Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’yu çok seviyorlar ve sizleri mutlak önder olarak kabul ediyorlar...” der.

Bu sözlere Castro’nun verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?... Devrimci ATATÜRK bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır...”

Mart 1997 de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Fidel Castro, yaptığı konuşmada şöyle der: “Asıl devrimci M.Kemal Atatürk’tür. Ben bir devrim yaptım, ama O’nun yaptıklarını asla başaramazdım. Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın...” Fidel Castro’nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak mümkün mü?

Bu bağlamda son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde esmekte olan “ulusalcı ve antiemperyalist rüzgarda” Mustafa Kemal ışığının etkisi yok mudur sizce?...

O Mustafa Kemal ışığıdır ki; doğudan batıya, güneyden kuzeye, birçok halk hareketini ve halk önderini etkilemiştir. Örneğin, çağdaşları Lenin ve Churchill kendisini hep takdir etmişlerdir. Örneğin, 1935’teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao’nun ilk sözleri şöyledir: “Ben, Çin’in Atatürk’üyüm..”

Ve 1948’den bugüne dek, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki 8. ve 9. sınıflarda Yakınçağ Tarihi derslerinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri okutuluyor.

Peki, Atatürk ışığı dünyanın dört bucağını aydınlatırken Türkiye’de neler oluyor? Ne yazık ki ülkemizde bir yandan gericiler ve yobazlar diğer yandan Che, Castro, Lenin, Mao gibi devrimci liderleri sözde örnek aldıklarını sanan “uçuk solcular”, Atatürk’ü ve düşüncelerini yıpratmak için herşeyi yapıyorlar.

Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri de Atatürk’e karşı olan her türlü gerici ve bölücü hareketi destekliyorlar. Bu tür çalışmalar yurt dışında da sürüyor.

İşte sizlere iki örnek: Birincisi, Küba polis şefi Carlos Fernandez’in yaptığı açıklamaya göre: “Başkent Havana’daki 13/K parkında, birçok dünya liderinin büstlerinin olduğu yerde bulunan Atatürk büstü, Havana Karnavalı için çeşitli ülkelerden gelen ‘Kürt kökenli gençler’ tarafından 26 Temmuz 2007 günü yerinden sökülerek yok edilmiştir...”

İkinci örnek ise çok düşündürücü: “Annan Planı gereğince KKTC’deki ortaöğretim okullarının ders kitaplarından Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı konuları çıkarıldı...”
Son yıllarda ülkemizin üzerine çöken kara bulutların dağıtılabilmesi için; öldürüldüğü gün Che’nin sırt çantasından çıkan NUTUK’u kendimize rehber edinmemiz gerekiyor.

Cemal Sağmen

KÜBA’DA ATATÜRK BÜSTÜ KİM PARÇALADI?
Küba’nın başkenti Havana Linea Caddesi 13/K parkında bulunan Atatürk büstü, 26 Temmuz 2007’de Havana Karnavalı sırasında Avrupa ülkelerinden gelen Kürt kökenli gençler tarafından aynı parkta bulunan başka büstler arasında yalnızca Atatürk büstünün parçalanarak yerinden söküldüğünü bilgisini veren polis şefi Carlos Fernandez ve yeni büstün Habana Vieja’da bir meydana dikileceğini söyleyen Havana Türkiye Büyükelçisi Şanıvar Kızılderi, “Üzücü bu olayın Türkiye-Küba ilişkilerini bozamayacağını” vurguladı. Parçalanan büstün nerede olduğu ve yeni büstün bir yıldır ne zaman dikileceği merak konusu...
Küba’nın Ankara Büyükelçiliği’nde görevli Birinci Sekreteri Alejandro Simoncas Marin de, Havana’da bulunan Atatürk büstünün söküldüğünü doğruladı. Türkiye’de 11 yıldır kültür turizmi kapsamında Küba’ya turist gönderen Guantanamera Tur Lideri Kübalı Blanca Nieves de, “Bu olay bizleri de çok üzdü.

Yerinde olmadığı için kültür turizm kapsamında Havana’daki Atatürk büstünü programdan çıkarmak zorunda kaldık. Dilerim yakında parçalanarak yok olan bu büstün yenisinin en kısa zamanda dikilmesini bekliyoruz” dedi.

Bu büst, İstanbul Esenyurt eski Belediye Başkanı Dr. Gürbüz Çapan’ın girişimleriyle 1994’de diktirilmişti. Büst üzerinde (Patria & Morte, Vatan ya da Ölüm) ve Atatürk’ün doğum-ölüm tarihleri yazıyor ve iki ülke dostluğunu pekiştiriyordu.

Büst üzerindeki pirinç plaket de kayıp. İstanbul’da ise, Esenyurt Havana Özgürlük Parkı‘nda bulunan Kemal Atatürk ve Kübalı şair ve ulusal kahraman Joshe Marti’nin büstleri yanında bulunan Türk ve Küba bayrakları yan yana dalgalanıyor.

Saturday, January 24, 2009

Amerikan Yahudisi Ne Yaptigini Biliyor mu?../

PENCERE
Ilhan Selcuk

Yahudiler Isa’yi carmiha gerdikleri zaman ortalikta Musluman yoktu...
Hazreti Muhammet bu tarihten yuvarlak sayiyla 600 yil sonra dunyaya gelmistir...
Peki, bugun durum nedir?...
Hiristiyanla Yahudi arasindan su sizmiyor...
Cunku, en basta Amerika olmak uzere, kapitalizmin doruklarinda Hiristiyan-Musevi sermayeleri kol kola, el ele...
20’nci yuzyil ortalarina dogru Alman kapitalizminde uc veren Hitler fasizmi, Yahudi dusmanligini devlet politikasina donusturmustu. ..
Oysa ne Osmanli’da Musevi dusmanligi vardir...
Ne de Ataturk Turkiye’sinde. ..
Peki, bugun ortaligi saran Yahudi dusmanligi nereden kaynaklaniyor? ..
*
ABD’nin en guclu bes Yahudi orgutu Basbakan RTE’ye bir mektup yollamislar. ..
Demisler ki:
“- ...Turkiye’deki Yahudi dostlarimiz kendilerini kusatilmis ve tehdit altinda hissediyorlar. Ulkede yukselen antisemitizm (Musevi dusmanligi) ile resmi makamlarin ortami alevlendiren soylemleri arasinda bir bag oldugu ortada...” (Milliyet, 23 Ocak 2009)
Amerikan Yahudi lobisinin uyarisi yerli yerindedir.. .
Gazze olaylarindaki Israil elestirisini, AKP iktidarinin, basta RTE olmak uzere, antisemitizm siyasetine cevirdikleri bir gercek...
*
Ancak Israil ile ic ice bulunan Amerikan Yahudilerinin de akillarini baslarina toplamalari gerek...
BOP kapsaminda ilimli Islam modelini kesip bicen, dikip Turkiye’ye giydirmeye calisan ABD degil mi?..
Ataturkculukte antisemitizm yoktur...
Islamcilikta vardir...
Laiklik dinci antisemitizmin panzehiridir.
ABD ile ozdes Amerikan Yahudileri ve Israil, hem Turkiye’de laik Cumhuriyeti yikip Islamci devlet kurmayi dusunuyorlar hem de bu amacla iktidara bizzat oturttuklari Tayyip Erdogan’in antisemitizminden yakiniyorlar. ..
*
Evet, Osmanli’da Musevi dusmanligi yoktu, tersine, Ispanya’dan goc eden Yahudileri padisah mulkune buyur etmisti...
Ataturk milliyetciligi, Hitler’in zulmunden kacan Yahudi profesorlerle Istanbul Universitesi’ ni kurmustur.
Bugun ise iktidarda, Osmanli’dan da geri kafali Islamcilar bulunuyor...
Antisemitizm ya irkciliktan kaynaklanir. ..
Ya da dincilikten. ..
AKP’nin dinciligini Turkiye’de devlet modeline donusturmek isteyen Amerikan Yahudisinin bugun RTE’den sikâyete hakki var mi?..

Sevgili Ugur Mumcu, SEN TURKIYENIN NAMUSUYDUN!



"Biz sapına kadar Kemalis’tiz.
Mustafa Kemal’i savunmak, her devrimcinin namus borcudur.Mustafa Kemal’i kucumseyen hor goren bir devrimci ile bizim isimiz olamaz."
Ugur Mumcu

" O'na Turkiyenin simdi daha cok ihtiyaci var,
O hala yasasaydi belki de Susurluk davasi sozulecekti,
O hala yasaydi belki de Ergenekon davasi olmayacakti ya da belki de Ergenekoncu olarak tutuklanarak hapiste curutulecekti,
O Suudi Arabistan'dan gelen fonlarla beslenen ve guclenen dinci tuccarlarin ve namussuzluklarin Turkiye'ye ongorulen dini devlet yapisinin karisisindaydi ve Tukiye'ye orulen coraplarin,, , pesindeydi,
O her zaman namuzsuzluklarin karsina dikilirdi ve takipcisi olurdu,
O'nun icin vatan namustu,
O'nun icin hukuk ve durustluk hep ondeydi,
O dogru gazeteciligi Turkiye'ye ogretti,
O derledigi bilgileri tipki mozakin taslari ozenle yerli yerine koymay gayret ededi,
O her zaman bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamyacagini dusunurdu
,O'nu ozlemeyenin namusundan suphe edilir.
Cunku Vatan namustur.
Cunku O Turkiye icin calisti,
UGURLAR OLSUN SANA UGUR MUMCU
UGURLAR OLSUN TURKIYE'NIN NAMUSU "

Gul Arslan


Uğurlar Olsun
Bir Pazar Sabahıydı Ankara Kar Altında
Zemheri Ayazıydı Yaz Güneşi Koynunda
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana
Zalımlar Pusudaydı Bedenim Paramparça
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana
Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun
Çevirdim Anahtarı Apansız Bir Ölüme
Şarapnel Parçaları Saplandı Ciğerime
Ucuz Can Pazarıydı Kan Doldu Gözlerime
İsimsiz Korkuları Katmadım Yüreğime
Bembeyaz Doğruları Yaşadım Ölümüne
Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun
Ali Çınar- Selda Bağcan

Uğur Mumcu Işıktır -Hikmet Bila
Bir şey dikkatinizi çekiyor mu?Ölüme, kalıma, ölümden sonra yaşama dair...İnsanlar ölür. Kalanlar, sevenleri üzülür, ağlar, yas tutar. Zaman geçer o acı unutulmasa da azalır. Gözyaşları diner, yas azalır, hayat devam eder. Doğanın gereğidir belki de bu.Uğur Mumcu öldü. Öldürüldü. 16 yıl önce.Ama nedense Uğur Mumcu için dökülen yaşlar, tutulan yaslar azalmadı, azalmıyor. Hatta her yıl artıyor.
Her geçen yıl Uğur Mumcu daha bir özlemle, daha yaygın törenlerle anılıyor. Sadece anılıyor mu? Hayır. Türkiye’nin hemen her köşesinde bir hafta Uğur Mumcu haftası ilan ediliyor. Sayısız etkinlikler düzenleniyor.
Anma toplantılarından konserlere, belgesellerden, söyleşilerden, karikatürlerden tiyatro oyunlarına kadar hemen her alanda etkinlikler... Mumcu’nun düşünceleri, fikirleri, yazdıkları, yaptıkları konuşuluyor.
Araştırmacılığı, gazeteciliği, yazarlığı örneklerle dile getiriliyor. Ve önemli olan, her geçen yıl, Uğur Mumcu etkinliklerine ve anma törenlerine daha fazla genç katılıyor.Uğur Mumcu, öldürülen bir aydın olmaktan çıkıyor, bugünkü ve yarınki nesilleri aydınlatan bir ışığa dönüşüyor.Çünkü Uğur Mumcu aydınlıktır, ışıktır.
Çünkü Uğur Mumcu bilgidir, fikirdir.Aramızdan ayrılışının 16’ncı yılında Uğur Mumcu’yu özlemle, saygıyla anıyoruz.***Ve o gün bugündür, bir onur abidesi gibi, Uğur Mumcu’ya ve onun onurlu mirasına sahip çıkan, başını hep dik, hep yukarıda tutan, yüzlerce Uğur Mumcu yetiştirmek için gecesini gündüzüne katan eşi Güldal Mumcu’yu bir kez daha kutluyoruz.
Uğur Mumcu’nun eşi olduğu için. Uğur Mumcu’ya layık iki evlat büyüttüğü için... Uğur Mumcu’nun davasını bugüne kadar ısrarla, kararlılıkla sürdürdüğü, cinayetin asıl suçlu ve sorumlularının peşine düştüğü için...Uğur Mumcu’yi katledenler, sadece bir büyük yazarı değil, kızı Özge’nin deyimiyle ‘mutlu bir aile’yi de hedef aldılar.
O gün 11 yaşında olan Özge Mumcu’nun anlattıklarını okurken, Uğur Mumcu’nun ne kadar güzel ve aydınlık bir baba olduğunu da görüyoruz:“Babam çok sevecen, sıcakkanlı, çocuklarını çok seven, ailesine ve dostlarına çok önem veren bir insandı.
Bizleri imkânlarımız elverdiği ölçüde şımartırdı. Biz ne yaparsak yapalım, arkamızda olduğunu hissettirirdi. Eğer bir hata yapmışsak, ileride bizlere sorun çıkarmaması için, o hatanın telafisini sağlayacak yolları bulurdu. Ama bunu da hatamızın ne olduğunu anlamamızı sağlayarak yapardı.
”Özge Mumcu’nun bu baba tanımı, Türkiye’nin tanıdığı, bildiği, güvendiği ve özlediği yazar Uğur Mumcu tanımına ne kadar benziyor, değil mi?
Uğur Mumcu’yu katledenler, onun, ölümünden sonra daha da büyüyeceğini, daha da sevileceğini ve ölümsüzleşeceğini akıllarına getirmişler miydi acaba?

Friday, January 23, 2009

Kitap:Düşünce Açan Bahçede

Ahmet İnam'ın(Prof. Dr.-ODTÜ) yeni yayımlanan "Düşünce Açan Bahçede*"adlı kitabından

Düşüncelerimizde, duygularımızda, umut ve kaygılarımızda yoğuramadığımızdünya bizde değildir.
Biz ondayızdır. O, bizi yoğurur, savurur.
Biz onuanlayamayız ama o bizi "anlar".Okumuş yazmış nice insanda gözlemişimdir: Kendilerini hep sıradan insanlarınüstünde, dışında görürler. Eski Yunan'ın düşünen soylu erkeklerinde de sıkgörülen bir eğilimdi, yığınları küçümsemek. Örneğin Platon, yığın filozofolamaz derdi.Büyük sanatçıların, düşünürlerin, bilimcilerin sayıları hep sınırlı olmakzorunda mı?
Neden binlerce insan şiir yazıyor da (bizim Türk insanı için, her dördündenbeşi şairdir, denilir ya!) çok azı şair olabiliyor?Türk olmak, elinde kılıç kalkan ve başında fesle dolaşan bir insan olmakdeğil.
Hayatı, kendimize özgü özellikleriyle, bütün insanlara bir şeysöyleyebilecek şekilde yaşamaktır.
Türk olmaktan birçoğumuzun utandığını görüyorum.

Çünkü yeterince anlamlı birşey üretmemişiz, dinimizi çağın gereklerine göre yeniden yorumlayamamışız.
Devamlı savaşmışız ve kültürel zenginliğimizi aktaramamışız insanlığa.

Gençlerimiz başarısızlıkta çabuk yılıyor.

Her biri çok şişirilmiş benliğesâhip olduğu için, ufak bir yaşam sorunu karşısında çabuk göçüyorlar.

Bizimkuşak öyle değildi. Bizler dünyayı değiştirebileceğimize inanırdık.

Kendimizi anlatmanın yeni turistik tesisler açmak olduğunu sanıyoruz. Eğer kültürel geçmişimizi keşfedip üzerinde çalışamazsak çok çabuk pes ederiz vehayat biter. Bir süre sonra bu topraklar üzerinde İngilizce konuşan insanların toprağı olur.İnsanın mana yaşı ile bilgi yaşı arasında büyük açıklık var.

İnsanın hayata verdiği anlam gelişmişliği ile teknolojik bilgi üretmegelişmişliği arasında büyük uçurum var.

Bu büyük bir tehdit! Bunu genteknolojisinde, beyin araştırmalarında, ilaç sanayinde görüyoruz. Önce ilaçbulunuyor arkasından hastalık icat ediliyor.

Çok matrak bir şey!
Teknolojibir zamanlar bizim elimizin altında, aletimizken biz onun aleti olmayabaşladık.*
Şenocak Yayınları - 14/Baskı Tarihi: Ekim 2008

Dön Baba Dönelim...

Cüneyt Arcayürek - Güncel

Bir gün önce:
Susurluk olayının planlayıcısı ve yürürlüğe koyucusu.. silahlı çete kurmak.. işkence ve başlarına tabanca dayayarak üç kişiyi öldürme suçlamalarıyla medya manşetlerine.. TV haber bültenlerine geçen.. ve lakin Devlet Övünç Madalyası’na layık görülen.. emekli Albay Abdülkerim Kırca…
Beylik tabancasını başına dayadı ve.. tek kurşun.. intihar etti!
Medyada faili meçhul cinayetlerle suçlanan Kırca ile ilgili canlı sahneler.. yeni bir Ergenekon sanığı gündemde.. tekerlekli koltukta oturan Abdülkerim Kırca’ya Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Devlet Övünç Madalyası’nı takıyor, yanaklarından öpüyor.
Kırca gibi Ergenekon şüphelisine Cumhurbaşkanı’nın madalya takmasını ima yoluyla eleştiriler haberler arasında...
Hatta Ahmet Necdet Sezer’e böyle bir askere madalya taktığı diye dolaylı biçimde eleştiriler…
***
Bir gün sonra:
Dinciden liberale, sağdan sola yazılısının görselinin... Abdülkerim Kırca’yı suçlayan resimlerle süslenen haberlerin, manşetlerin medyada sergilendiği gün:
Ergenekon savcılarının bulup ortaya saldığı PKK adındaki örgütten dönme bir itirafçının uydurmalarını öğrendikten sonra intihar eden emekli Albay Kırca’nın ardından Genelkurmay’ın yayımladığı açıklama…
…Dinciden liberale, sağdan sola.. yazılısı görseli bütünüyle medyanın başına bir balyoz gibi indi...
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve kuvvet komutanlarının emekli Albay Kırca’nın cenaze törenine katılmasıyla; dinciden liberale, sağdan sola bütünüyle medya ikinci bir şokla sarsıldı.
Dinci, liberal, sağcı, solcu medya; o yandan bu yana, suçlamadan Kırca’nın cenazesini alkışlarla uğurlamaya dönüşen baş döndürücü bir hızla yön değiştirdi.
Evet, 24 saat içinde medyada bilinmez kaç kişiyi öldüren emekli Albay Kırca gitti… Genelkurmay’ın açıklamasında vurguladığı yargısız (ahlaksız) infazdan.. temel insan haklarına aykırı hareketlerin kurbanı emekli Albay Kırca’dan söz eden bir medya geliverdi.
Dön baba dönelim!
***
Bir başka yadsınamayan gerçek gündemde: Son açıklama; Genelkurmay’ın, Orgeneral İlker Başbuğ göreve geldiğinden beri askere sahip çıktığı.. son olayda olduğu gibi kimi olaylarda (yargı ve medyada) balans ayarını başarıyla sürdürdüğü kanıtlandı.
***
Dincisi liberali, sağcısı solcusuyla medya; emekli Albay Kırca’yı faili meçhul cinayetlerin, katledilen insanların sorumlusu gibi göstermeden önce:
Emekli Albay Kırca’nın, (yurtiçinde ve dışında feragat, fedakârlık, başarı ve yararlılık dolu çalışmalar yapanlara verilen) Devlet Övünç Madalyası’na hak kazanacak neler yaptığını, nasıl bir asker olduğunu saptayacak küçük bir araştırma yapma gereğini, mesleki bir gereksinmeyi anımsamadı bile...
Oysa, ufak bir araştırmayla medya:
Kırca’nın örgütün 1999’da Antalya bölgesine yerleşmesini önleyen, 12 teröristin ele geçirilmesini sağlayan, orada yaralanıp felç olan…
1984’te Ankara Esenboğa Havaalanı’nda masum insanları ASALA mensubu teröristlerin elinden kurtaran asker olduğunu öğrenebilir ve…
Yargısız infazdan önce, ola ki insaf duygularını harekete geçirebilirdi.
İçinde yaşadığımız hukuksal kargaşa ortamında emekli Albay Abdülkerim Kırca’nın medyatik dramı sadece bir örnek.
Ne yazık ki medya; Ergenekon soruşturmasına, kimi zaman el altından duyurulan uyduruk haberlere…
TSK’yi Ergenekon içinde gösterme çabalarına kaptırdı kendini…
Derme çatma bilgileri, aslı faslı nedir araştırmadığı haberleri, meslek kuralları gözetmeden insanlara yüklüyor.
Ayıptır, ayıp! Dincilerin dilinden seslenelim; günahtır, günah!
23 Ocak 2009 - Cumhuriyet

Monday, January 19, 2009

DARBEYİ SADECE ASKERLER Mİ YAPAR?

Bu darbe bildiğiniz darbelere benzemiyor!

TSK son yıllarda bazı çevreler tarafından neden yıpratılıyor? Türkiye’nin en güvenilir kurumuna karşı yapılan bu sistematik psikolojik savaşın amacı nedir? TSK bir karşı darbenin saldırılarına mı maruzdur? Kimdir bu neo-darbeciler ve ne istemektedirler?

TSK son yıllarda bazı çevreler tarafından neden yıpratılıyor? Türkiye’nin en güvenilir kurumuna karşı yapılan bu sistematik psikolojik savaşın amacı nedir? TSK bir karşı darbenin saldırılarına mı maruzdur? Kimdir bu neo-darbeciler ve ne istemektedirler? Basındaki bazı meslektaşlar benzer cümleleri yazıp duruyor: “Askerler AKP’ye karşı darbe yapacaktı!” Ve arkasından 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerini örnek gösteriyorlar.

Yazmıyorlar ama meseleyi, 1876’da Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesinden, 1913 Babıali baskınına kadar götürebiliriz… Peki, darbeyi sadece askerler mi yapar?
Örneğin polisler yapamaz mı?

Ya da Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’da gördüğümüz gibi “renkli -sivil darbeler” olamaz mı?
Tabii ki olur.

O halde, işin özünde yanlış bir tartışma yürütülmüyor mu? Aslında darbeyi kimin yapacağından çok; darbenin neden yapılacağı üzerinde durmamız gerekmiyor mu?
Örneğin bu topraklardaki darbeler hep iç dinamiklerle mi hareket etmiştir?
1876 darbesinin arkasında İngilizler yok mudur?

1913 Babıali baskınının arkasında Almanlar olduğu gibi.

12 Eylül’ü “bizim oğlanlara” yaptıranların Amerikalılar olduğunu bilmeyenimiz yok herhalde.
O halde, ezberlenmiş kavramlarla konuşmayı bırakıp, darbeyi kimin neden yapacağına daha geniş açıdan bakmakta yarar var…

“Elbise” meselesi Bakınız…

Soğuk Savaş bitene kadar Türkiye’nin iç ve dış politikası belliydi.

ABD-NATO-AB, Kemalizm’den, TSK gibi Cumhuriyet kurumlarından memnundu.
Ortak düşman ise belliydi; komünistler.

Bu nedenle NATO dahilinde kurulan Gladio da, Türkiye’deki yerli sivil işbirlikçileriyle solculara karşı elinden geleni yaptı. Provokasyonlar, suikastlar düzenledi. Yetmedi askeri darbe yaptı! Buraya kadar sanıyorum kimsenin bir itirazı yoktur.

Sonra ne olduysa Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladı.
Kemalizm “out”, Ilımlı İslam “in” oluverdi!
ABD Türkiye’ye “yeni bir elbise” giydirmek istedi.
Başta TSK olmak üzere Cumhuriyetçi kurumlar bu “elbiseye” girmedi/girmek istemedi.
Eee ne olacaktı?

Eee’si yoktu öyle ya da böyle o “elbise” giyilecekti!

İyi ama eskiden Amerika isteyince askeri darbe yapılıyor ve zorla da olsa “elbise” giydiriliyordu.
Oysa şimdi, dün elbisenin giyilmesine aracı olan TSK, bu kez yeni “elbiseyi” giymek istemiyordu. Örneğin fazla “kapalı” buluyor, başörtüsüne mesafeli duruyordu! Ayrıca beline silah takıp komşularının evine girmek de istemiyordu.

Siz ABD olsanız ne yaparsınız?

Hemen Türkiye’de o “elbiseyi” giymeyi çok istekli cemaatlerle, kurumlarla işbirliği yaparsınız. Yetmedi parti kurarsanız! Ve bu işbirliği sayesinde “elbiseyi” giymeyenleri tasfiye edersiniz.
Peki, bu tasfiyeyi nasıl yaparsınız?
Hitler’in sağ kolu J. Goebbels, Nazilerin Propaganda Bakanı’ydı. Yalanlarını kamuoyuna kabul ettirmekte çok ustaydı. Yalanını kabul ettirmekte o kadar başarılıydı ki, bugün hala Batı üniversitelerinde onun “Büyük Yalan” olarak bilinen tekniği ders olarak okutulmaktadır.
Evet, tasfiye için “büyük yalana” başvurursunuz.
Yoksa Türkiye tarihinin en önemli soruşturması neden çarşaf çarşaf gazetelere, TV’lere servis yapılsın?
Torumtay’ın istifası dönemeç
Tarih 3 Aralık 1990.
Yer Ankara.
Genelkurmay’dayız. Harekat Daire Başkanı Korgeneral (rahmetli) Doğan Beyazıt basın mensuplarına “Özel Harp Dairesi” hakkında brifing veriyor.
Brifing esnasında Güneri Cıvaoğlu’nun çağrı cihazına bir mesaj düştü. Ve Cıvaoğlu söz alarak, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın az önce istifa ettiğini duyurdu.
Peki, Orgeneral Torumtay niye istifa etmişti?
Hayır, bu istifanın gladio tartışmalarıyla hiçbir ilgisi yoktu. Torumtay, Turgut Özal (dolayısıyla ABD) ile körfez politikaları konusunda anlaşamamıştı.

Ve bu istifa ile askerler siyasal iktidarlarla uzlaşmadıkları zaman koltuğu bırakıp gitme olgunluğuna ulaştıklarını göstermişti. İlkti.

Bu aynı zamanda darbeler döneminin kapandığını da gösteriyordu. Ve 20 yıllık süreçte Torumtay’tan sonra nice genelkurmayları gelip geçti. Ve hiçbiri ABD’nin Ortadoğu politikalarına sıcak bakmadı. Mehmetçik’i petrol kuyularına bekçi yapmak istemedi. Ama bunun kararını da hep TBMM’ye bıraktı. Bunları gördük, yaşadık. Bu askerlerin darbe yapacağını ısrarla yazıyorlar. Aslında tercüme ediyorlar.
Kimden mi?

1 Mart tezkeresi
2003’e dönelim. Amerika’nın Irak işgalinin mimarlarından Paul Wolfowitz 6 Mayıs 2003’te CNNTürk’te Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ın sorularını yanıtladı. Konu, Amerika’nın Irak işgali için Türkiye üzerinden kuzey cephesinin açılmasını sağlayacak 1 Mart tezkeresinin reddi ve Amerika’nın bundan duyduğu derin rahatsızlık.
Bakın Wolfowitz tezkerenin reddinden kimi sorumlu tuttu: Wolfowitz: Ve Türkiye'de bize destek olacağını düşündüğümüz, aramızdaki ittifakın çok önemli geleneksel destekçisi kurumlardan aradığımız desteği bulamadık.

Soru: Hangileri özellikle?

Wolfowitz: Tahmin ediyorum ki biliyorsunuz hangilerini kastettiğimi, ama örneğin ordu... Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkamadı...

Soru: Ordunun liderlik görevi tam olarak nedir?

Wolfowitz: Ben siyasi açıdan bahsetmiyorum. Şunu kastediyorum. Türkiye'nin ulusal çıkarları ve ulusal stratejilere bakacak olursanız, özellikle sizin sisteminizde geçerli olan şu: Ordunun söylemesi gereken bir şey vardı: "Amerika'yı desteklemek Türkiye'nin çıkarınadır" demeliydi. Benim gözlemim şu oldu. Yapması gereken ya da sonuçta fark yaratacak şekilde güçlü ifade edemedi kendini. (Radikal, 7.5.2003)

Devam edelim.

Bu kez tarih 19 Nisan 2003. New York Times’da “Savaşan Bir Ulus” başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözünü ettikleri ulus Türkiye. Yazar Alan Cowell, yazısına, “Tek bir kuşun dahi atılmadan Türk ordusunda çok pahalı bir savaş yaşandı” diye başladı. 1 Mart tezkeresi reddedildiğinde Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’tü. Ancak New York Times faturayı Özkök’e kesmedi. Şöyle yazdı: “Generali yıllardır tanıyan bir Türk analizcisine göre 63 yaşındaki Hilmi Özkök ‘bu ülkeyi ordunun yönettiğine dair izlenimi güçlendirmemek için büyük özen gösteriyor’… Ama General Özkök’ün Avrupa yanlısı duruşu onu, ordunun siyasal ve ekonomik gücünün azalması konusunda temkinli davranan bazı kıdemli subaylarla karşı karşıya getiriyor. Daha net konuşmak gerekirse, gene bazı analizcilerin söylediğine göre, General Özkök’ün selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman gibi bazı generaller, General Özkök’ün Amerika Birleşik Devletleri’yle bu denli işbirliği içinde olmaması gerektiğini savunuyorlar.”
Yani: Amerika’nın derdi, ordunun siyasete karışmasıyla “demokrasinin zedelenecek” olması değildi. Amerika’nın derdi, Türk ordusunda bazı kesimlerin Amerika’yla koşulsuz şartsız işbirliğine onay vermemesi.

Son olarak, yazının bir başka bölümünü aktaralım: “Dahası, bazı ordu uzmanları, söz konusu krizin, ordunun en üst kademeli kumandanları arasında uzun süredir devam eden bir tartışmayla keskinleştiğine inanıyor. Batı tarafından kabul görme arzusu taşıyanlarla – ki bu arzu Ankara’nın Avrupa Birliği’ne katılma isteğinde de somutlaşıyor – ulusu Avrupa ve ABD’den uzaklaştırarak, Rusya ve Çin gibi yeni müttefikler aramaya itecek daha derin bir ulusalcılığı benimseyenler arasındaki tartışma bu.”

Gördünüz mü meselenin özünü?

“Türkiye’yi Kazanmak”
Amerika’nın dış siyasetini belirlemede en önemli kurumlardan biri olan Brookings Enstitüsü geçen yıl “Winning Turkey” (Türkiye’yi Kazanmak) diye bir kitap çıkardı.

Ortadoğu uzmanı ve Başkan Obama’nın danışmanlarından Philip H. Gordon kitabında Türkiye’de askeri bir darbe sonrasında neler olacağını şöyle kestirdi:

(Bu kitaba, Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar’ın da katkıları oldu. Taşpınar arada Radikal, Zaman ve Sabah gazetesinde makale yazıyor.)
“Türkiye’de askeri hükümet Ankara’nın 10 yıl önce başlattığı Avrupa Birliği’ne katılma amacından vazgeçerek başvurusunu geri çeker; NATO üyeliğini askıya alır; Amerika’nın Türkiye topraklarındaki askeri üslerini kullanmasını yasaklar ve bundan böyle daha bağımsız bir dış siyaset izleyeceğini açıklayarak Rusya, Çin ve İran’la daha yakın diplomatik, ekonomik ve enerji bağları kuracağını ilan eder ve bunlara ek olarak, Kuzey Irak’ı karşısına alır.”

Psikolojik savaşın merkezinin neresi olduğu belli değil mi? Komutanlar sürekli “artık askeri darbeler dönemi bitti” diye açıklamalarda bulunsa da, Amerikan neo-conları (ve Türkiye’deki takipçileri) bir o kadar Genelkurmay’ın darbe yapacağını yazıyor! O halde sormak zorundayız:
Türkiye’de “ABD elbisesini” giymek isteyenler, askeri darbe yalanını ortaya atıp, Cumhuriyetçi kadrolara karşı büyük bir tasfiye operasyonuna girişmiş olamaz mı?
Sizin darbeden salt anladığınız, sabaha karşı yönetime el konulması, bildiri okunması, tankların yürümesi gibi soğuk savaş dönemi müdahaleleri mi?
Arenada aslanların önüne atılır gibi, saygın isimler, adı şaibeli kişilerle birlikte kamuoyunun önüne çıkarılmıyor mu?

Yıpratma taktiklerinin yapıldığı ortada değil mi?

İlginçtir, bu kara propaganda hep “askerler darbe yapacak”
sözleriyle aynı anda yapılıyor.


Peki, bu nasıl oldu da; “Asker darbe yapacak” sözleriyle yıpratma kampanyaları yan yana durdu?

Bunlar psikolojik savaşın hep bir merkezden yürütüldüğünü göstermiyor mu?
Ve bu gerçekten Türkiye’nin son yıllarda gördüğü –hakkını vermek gerekiyor- en başarılı psikolojik savaş yöntemiyle yapılmıyor mu? Hala soruyor musunuz; "bu kirli savaşın arkasında kimler var" diye...


(Soner Yalçın/Odatv.com)

Atatürk'e yakarış!

BU ilk defa oluyor. Bir film için eleştiri kitabı yazıldı, basıldı ve dağıtıldı.

Kitabın adı: "Mustafa Filmi Hakkında"

Yazan: Turgut Özakman. Basan: Bilgi Yayınevi (0312 434 49 98, 0312 434 49 99)

Yanlışlarla dolu olan Can Dündar'ın "Mustafa" filmini düzeltmek için basılan 64 sayfalık kitap ücretsiz dağıtılıyor. Kitabın arka kapağında "Hiçbir şekilde para ile satılmaz" diye kayıt var.

Özakman'ı tanıtmaya gerek yok. "Şu Çılgın Türkler" romanının ünlü yazarı... Ülkemizde, Kurtuluş Savaşı'nı ve Atatürk dönemini en iyi bilenlerden biri...

* * *

Can Dündar, belgesel olduğunu iddia ettiği "Mustafa" filmi için "Bu benim filmim, benim Atatürk'üm, bana ait bir Atatürk yorumu. Bunun, gerçek Atatürk'e daha yakın biri olduğunu belgelerle kanıtlamaya çalışıyorum" diyor.

Peki, kanıtlayabiliyor mu?

Turgut Özakman "Hayır" diyor, "Onun bunun Atatürk'ü olur mu? Gerçekleri bilim ahlakı ve anlayışıyla araştırıp saptayanlar için başka başka Atatürk olmaz."

Ve devam ediyor:

"Maksatlılar, niyeti bozuklar, bilgisizler, gafiller, aptallar, hainler Atatürk'ü kendilerine göre anlatmaya çabalıyorlar. Bu nedenle de başka başka Atatürk'ler var. Ama bunlar gerçeklere aykırı, hayali, ısmarlama, maksada göre üretilmiş, gerçekdışı Atatürk'ler!

Doğrusu şudur: Doğumundan ölümüne kadar gittikçe büyüyen bir tane Atatürk vardır. Ötesi fasa fisodur!


Bir sanat filminde bazı yorumlara, farklı yaklaşımlara, özgün süslemelere yer verilebilir ama bu bir belgesel, yani doğruyu, gerçeği yansıtmakla sorumlu bir film. Masal değil, hikáye değil, fantezi değil, hayal oyunu değil. Bir lider ve ölen bir imparatorluk, doğan bir devlet, bir diriliş süreci anlatılacak!

Böyle bir konu yaratıcılardan hem bir tarihçi vicdanı ve bilinci, hem bir sanatçı duygusu ve duyarlığı, hem de yeminli bir tanığın dürüstlüğünü ister. 'Mustafa' filminin birçok sahnesinde bu özellikleri aradım. Yoktu.

Tarih ile oyun olmaz, insanların elinde patlar. Hele hayatı söz konusu olan kimse bir devlet kurucu, kurtarıcı, önder, sahici bir kahraman ise, bütün ekip için gerçeğe bağlılık bir namus ve vefa borcudur."

* * *

Turgut Özakman "Mustafa" filmini birkaç kez izleyip inceleyerek yazdığı kitabını "Atatürk'e yakarış" ile bitiriyor ve diyor ki:

"Ey sevgili Atatürk,

İstedin ki, yurttaşların bağımsız olsun, ilkellikten, bilgisizlikten, onursuzluktan, yoksulluktan, hurafelerden, din ve çıkar sömürücülerinden kurtulsun, ilerlesin, gelişsin, her alanda kalkınsın, ortaçağdan çıksın, çağının ve hayatın güzelliklerini paylaşsın, dilediği gibi ibadet etsin, huzur içinde yaşasın, bir daha da Batı'nın kölesi olmasın!

Ama biz seni, idealini, başarılarını, halkımıza, gençlerimize anlatmayı beceremedik.

Bu konudaki beceriksizliğimizin son örneği de Mustafa adlı film...

Bu filmi yapanlara, destekleyenlere, övenlere, seni, Milli Mücadele'yi, Cumhuriyet'in neleri başardığını öğretemediğimiz anlaşılıyor.

Birliğimiz, dirliğimiz sorunlar içinde... Seni de, sana benzemeyen büstlere dönüştürdüler.

Bütün bunlardan dolayı senden, aziz anından, derin bir utanç içinde özür diliyorum. Bizi affet."
Rahmi TURAN 19 Ocak 2009

Saturday, January 17, 2009

Erol Manisalı - Bıçak Sırtı

Türkiye’deki ve dünyadaki sorunlara bu toprakların, bu halkın penceresinden bakan herkes az ya da çok ulusalcıdır...

- Sosyal demokratından sosyalistine kadar geniş yay içinde, sosyal ve laik hukuk devletinden toplumcu yapılanmayı savunanlara kadar “herkes ulusalcı özellikler taşır”. Emperyalizme karşı iseler “ulusalcılık asgari ortak zemin niteliğindedir”...

Güney Amerika’da ABD (ve emperyalizm) karşıtı hareketin adı “ulusal sol”dur. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada, “sosyal demokrasi, Avrupa’daki sosyal demokrasi gibi olamaz”. Aynı şekilde, sosyalizm (komünizm) de, enternasyonalist ve sınıfsal özelliğini, en azından yaşadığımız dünyada kaybetti. Hele bugün Avrupa sosyalizminde, sınıfsal bir mücadelenin bulunduğu hiç söylenemez.

Türkiye’deki sol ile Güney Amerika’daki sol arasında, “potansiyel olarak önemli benzerlikler bulunmaktadır”.
Kısacası Türkiye’deki sol, “ulusalcı bir zemin üzerinde bulunmak zorundadır”.
- Merkez, muhafazakâr ve sağdakilerin de, eğer çok özel uluslararası angajmanları bulunmuyorsa, bunlar da ulusalcı zemini, asgari müştereklerden biri olarak kabul etmek durumundadırlar.
Muhafazakâr, statükocu, sağ olarak nitelenen kesimler içinde “siyasal İslamı öne çıkaranlar” bulunmaktadır. Bu kesimin de ulusalcı (milliyetçi) zemine karşı çıkmaması gerekir. Çünkü içinde bulunduğumuz coğrafyada “ulusalcı zemin dışına çıkmak, gayri milli ve işbirlikçi cepheye kaymakla eşanlamlıdır”.
Bu ifadenin doğruluğunu, bugün Türkiye’de içinde yaşadığımız gelişmeler bir laboratuvar gibi göstermektedir.
Muhafazakâr ve sağ kesimde ulusalcılığa (milliyetçiliğe) karşı çıkanlar, Türkiye’ye Washington ve Brüksel’in gözü ile bakmaya başladılar. Kısacası, “açık ya da örtülü işbirlikçiler” konumuna gelmişlerdir.

Siyasal İslamın çelişkisi
AKP ve Saadet Partisi’nin felsefeleri göz önüne alındığında, muhafazakâr cephedeki “siyasal İslam içindeki bölünme ve ayrışmalar” açık olarak görülür.
AKP’nin tabanını ve tavanını bu konuda ayırmak gerekir. Tavanı ABD, İngiltere ve İsrail ile yakın ve derin ilişkiler içindedir. Buna karşılık tabanda “tavandan çok farklı bir kimlik bulunmaktadır”.
İsrail’in Gazze katliamı yalnız Türkiye’yi değil, AKP tabanını da hareketlendirdi ve tavan ile tabanın çelişkilerini ortaya koydu.
- Özellikle bu coğrafyada, “siyasal İslamın tabanı antiemperyalist bir özelliğe sahiptir”. Bu da doğal olarak, ulusalcı (milliyetçi) bir refleksi içinde barındırır.

Solda, merkezde, sağda ve muhafazakâr tarafta kendini Atatürkçü olarak gören geniş bir kesim vardır. Bu kesimde işin derinliğine girenler olsun, yüzeyde kalıp etliye sütlüye bulaşmayanlar olsun, ulusalcılığa (milliyetçiliğe) yatkındırlar. Onunla bir bağ kurarlar, en azından karşı çıkmazlar.

- Kendilerinde sağcı, solcu, liberal diye bir ayrım yapmayan elit (ve seçkinler) genellikle biçimsel de olsa Atatürk’e yakın dururlar. Bu biçimsel birliktelik “yobazlara karşı bir duruş olduğu kadar, Batıcılığa da bir göndermedir”! Atatürk’ün kalpaklı değil papyonlu halini tercih ederler.

‘Evet diyenler’ sınıfı
Türkiye’de 12 Mart 1980 darbesi ile başlayıp 1990 sonrasında iyice palazlanan yeni bir sınıf türedi. Bunların ortak özelliği, “Batı’nın yeni Türkiye politikasına evet demek”. İçlerinde her kesimden insan var. “Evet” diyenler, “Batı ile işbirliğine giden, işbirlikçi kesimi” oluşturuyorlar.
- ABD, AB ve İsrail’in en yakın ve derin dostu haline gelen siyasal İslam, bu cephede başı çekiyor.


- Kimi büyük sermaye çevreleri ve yeni liberaller bu taraftalar.

- Kimi bürokratik kademeler ve sivil toplum örgütleri, “evetçiler” safına göz kırpıyorlar.
- Medyanın dinci ve liberal kanatları bu cenahta saf tuttular.
Bölücü çevrelerin sözünü bile etmiyorum, onlar cephenin doğal üyeleri.
İşte bütün bu “Evet cephesi”, ulusalcıların en büyük düşmanları oldular. Ulusalcılara, “aynen Batı’nın baktığı gözlükle bakıyorlar”. Bu aslında çok doğal bir şey. Batı emperyalizmi, Türkiye’de en çok ulusalcılardan korkuyor.
Ulusalcılar, Batı’nın bölgedeki planları karşısında büyük engel. BOP’un yürümesi için Türkiye’de ulusalcı cephenin tasfiye edilmesi gerekiyor. Ergenekon bunun sonucu değil mi?
Batı’nın yeni Türkiye politikasına “evet” diyen cephe “emperyalizm adına ulusalcılara saldırmak zorunda”. Ancak,
- Türkiye’de halkın yüzde 90’ı Amerika’ya karşı.
- Yüzde 75’i AB’nin Türkiye’yi kıskaca aldığını anlamış, artık tepki gösteriyor.
Ve Batı’nın içimizdeki “Truva atları”, bu büyük çoğunluğa karşı saldırıya geçmiş durumdalar.
Çünkü Türkiye’de herkes az ya da çok ulusalcı, işbirlikçiler dışında…
www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali
17 Ocak 2009 - Cumhuriyet

Friday, January 16, 2009

Dinci Polis Devleti?..

PENCERE / İLHAN SELÇUK

E. Orgeneral ve eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, Ergenekon soruşturmasında neden gözaltına alındı?..

Artık iç ve dış basında bu sorunun yanıtı açık seçik yayımlanmış bulunuyor...
Türkiye’nin ulusal çıkarları yolunda bağımsız düşüncesini ve seçeneklerini tartışmaya açtığı için Kılınç’a Ergenekon muştası vuruldu...

Yalnız Kılınç mı?..

Ergenekon’da gözaltına alınan ya da tutuklanan yüksek düzeyde askerlerin tümü, fikirlerinden ötürü ‘balyoz harekâtı’nın kurbanı oluyorlar...
*
Asker Türkiye’nin ‘Aydınlanma’ tarihinde ve bugününde önemli bir yere ve ağırlığa sahip...
Osmanlı döneminde başlamış bu süreç...
İkinci Mahmut’tan sonra olay daha ilginç manzaralar sergiliyor, 31 Mart bir dönüm noktasını vurguluyor...

Türkiye’de Avrupa’daki gibi Aydınlanma’nın başını çekecek sanayi burjuvazisi oluşmadığı için çağdaşlaşma sürecinde iş sivil-asker aydınlara düşüyor...

Cumhuriyetten sonra da asker, Aydınlanma’nın, başka deyişle laik Cumhuriyetin koruyucusu sayılıyor; kimi zaman olumlu, kimi zaman olumsuz çatışmalı ve dağdağalı bir tarihsel sürecin dışında yaşaması olanaksızlaşıyor...
*
Ancak bugün gelinen noktada, laiklikle birlikte, asker de topun ağzındadır...
Çünkü yeryüzünün en büyük gücü Amerika, Türkiye için bir tasarımı yürürlüğe koymuş, adını da saptamıştır...
Herkesin bildiği gibi kısaca ‘BOP’ diye vurgulanan ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nde Türkiye’ye ‘Ilımlı İslam Devleti Modeli’ biçilmiştir...
Laik askerler bu tasarıma karşı mı çıkıyorlar?..
Öyleyse gelsin Ergenekon...
*
Zaman zaman kimi askerin de iyice bulaştığı Amerikancı geçmişin tüm süreçlerinde işlenmiş ne kadar günah varsa, ülkenin ilerici ve aydınlık önde gelenlerine çıkarılacak Ergenekon faturasına yazılıyor...
Ergenekon tertibi hem BOP - ABD - NATO tezgâhının önünü açacak, hem ‘İslamcı - dinci devlet modeli’ne karşı çıkmak isteyen Atatürkçü - laik - bağımsız direnişin köküne kibrit suyu ekecektir.
Peki, bu operasyon hangi güçle gerçekleşiyor ve gerçekleşecek!..
Ergenekon’un savcısı RTE’yi ve yargıdaki yandaşlarını bir yana bırakalım; ABD’nin büyük deneyiminden kaynaklanan ustalıkla, polis kullanılıyor...
*
Polis silahlı güçtür...
Teknolojinin gelişmesiyle donatımı yoğunlaşmış, izleme, istihbarat ve dinlemede büyük atılım yapmıştır...
Ne var ki F tipi polis emniyet örgütünde egemendir...
F tipi polisin kimliği kısaca nasıl tarif ediliyor:
Fethullahçı polis...
Amerika Ergenekon’da elinin altında bulundurduğu Fethullah’ı kullanıyor...
Poliste Fethullahçılığın egemen olması ne demektir?..
Poliste dincilik demektir...
*
Asker laik, Atatürkçü...
F tipi polis dinci..
Devletin iki silahlı gücünde birbirine ters ve zıt iki ideoloji geçerli...
Ergenekon başarıya ulaştığı zaman asker de F tipine uyum sağlayacak diye hayal kuranlar bugünkü gidişata egemendirler...

İntihar

AÇI / MÜMTAZ SOYSAL

İSRAİL devleti, Birleşmiş Milletler, UNICEF, Kızılhaç gibi kuruluşlara, barışık olduğu komşu ülkelere aldırış etmeksizin inadını sürdürüyorsa ve çoluk çocuk demeden Gazze’nin bütün insanlarını öldürerek bir çeşit soykırımla Hamas’ın kökünü kazımayı amaçlıyorsa, dünya kamuoyu gözünde uluslararası hukuk açısından intiharı göze almış demektir.

Hamas, ne ölçüde haklı olursa olsun, hasmını kızdıran füze atışlarını kesmeyip binlerce masum insanı iki ateş arasında ölüme terk ederek kendi davasına dikkatleri çekmek ve o yöntemle siyasal sonuç alma peşindeyse, haklı bildiği davasıyla birlikte “hikmet-i vücud”unu da yitirmeye, dolayısıyla bütün bir kuruluş olarak “intihar bombacısı” olmaya karar vermiş sayılır.

Aynı konu başka çeşit intiharları da gündeme getiriyor.

Birleşmiş Milletler denen adı yüce kuruluş, karşılıklı inatla sürüp giden böyle bir dram karşısında aciz kalmış ve dünyanın koruyucu gücünü harekete geçirememiş ise, o da milyarlarca insanın gözünde, yalnız saygınlığını değil, kendi etkinliğini de artık kesin olarak yitirmiş sayılmaz mı?

Böyle durumlarda, bırakın insanlarının öldürülmesini, en küçük çıkarları bile zedelendiği zaman dünyayı ayağa kaldıran, başkalarının askerlerini de yanlarına alarak bütün güçleriyle savaşı göze alan sözde büyük devletler de saygınlıklarını on paralık etmiş değil midirler? Artık “büyük” denebilir mi onlara?

ABD başta olmak üzere, küçüklüğü kabullenmiş olarak varlar bundan böyle.
Olanlar, bu çağın bir gerçeğini bir kez daha doğrulamış olmakta: Yalnız haklı ya da yalnız güçlü olmak yetmiyor; hem haklı hem güçlü olmak, haklılığın arkasına güçlülüğü de koymak zorundasınız.
İsterseniz, bilgili ve akıllı olmayı da ekleyebilirsiniz buna. Daha doğrusu, haklılıkla güçlülüğü iş görür ve sonuç alır biçimde yan yana getirebilmek, belirli bir donanımı olup onu akıllıca seferber etmeyi gerektirecektir.

Bunları düşününce, bugünkü Türkiye’nin durumuna üzülmemek zordur. Bilgili ve akıllı insanlarca yönetilmesi gereken hangi devlet, Kıbrıs gibi haklı ve güçlü sayılması gereken bir davası olup da onu bile yitirme raddesine gelmiştir?

Çevresi karışıp çok boyutlu bir hengâmenin çanlarını duymaya başlamış hangi ülke vardır ki, böyle bir konjonktürde psikopat ve “sosyopat” tanık görüntüleriyle kendi askerini ve değerli insanlarını yıpratmayı göze alabilir?

Dünya çapında bir krizin uçurum kenarına gelmiş hangi devlet, ekonomiyi ayakta tutmak ve halkını sefaletten esirgemek için yaşamsal çareler düşünmesi gerekirken böyle konularla vakit kaybedip kurumsal aklını meşgul eder?

Bunlar da bir çeşit intihar değil midir?
mumtazsoysal@gmail.com
GÜNDEM /MUSTAFA BALBAY
Sı-fırlama biri!
Ergenekon iddianamesinin “kilit ismi” olarak bilinen Tuncay Güney’in son filmi gösterime girdi!
2001 yılında alınan 9 saatlik video kayıtlı ifadenin 4 saatlik bölümü gösterimde.
Hemen vurgulayalım; Güney’in ifadesinin yarısının açıklanması yetmez, bir bütün olarak tümünün açıklanması gerekir. Bir tümcenin yarısının söylenmesi, anlamı tümüyle bozabilir. Örneğin bir haber müdürü muhabire şöyle dese:
“Haberini bitir, hemen çık.”
Muhabir “Sadece son iki sözcüğü duydum” dese, olur mu?
Olmaz...
Madem gazetecilik örneğinden başladık, öyle devam edelim.
“5 N, 1 K” kuralı, meslektaşımız Cüneyt Özdemir’in program adıyla birlikte herkesçe bilinen bir gerçek oldu.
Bir haberin içinde mutlaka şu soruların yanıtının olması gerekir:
Kim, ne, ne zaman, nerede, nasıl, niçin?
Tuncay Güney kim?
Dolandırıcılık suçundan polise düşmüş, rüşvetle yurtdışına çıkmış, Kanada’da özel olarak korunan, ruh sağlığı uzmanlarına göre, “mitomani” yani çok sık yalan söyleme hastası...
***
Devam edelim...
Tuncay Güney ne yapmış?
Ne yapmamış ki... Büro hizmetçiliği, gazetecilik, kuryecilik, mutemetlik, ajanlık, dolandırıcılık, belge koleksiyonculuğu...
Bunları ne zaman yapmış?
Her zaman... Mübarek, anasının karnından doğmuş, “Devletin en gizli bilgileri bu çocuğa verilir” belgesini almış, yola koyulmuş... Verdiği tarihler sık sık çelişiyor, ama olsun... Bütün zamanların adamı olduğu için o kadarına bakmamak gerekli...
Nerede yapmış?
Her yerde... Türkiye, Balkanlar, Ortadoğu, Amerika... En çok da Kuzey Irak’ta... Türkiye’nin de neredeyse her kentinde, her katında...
Nasıl yapmış?
Her yöntemi kullanarak... Güven vermiş, en iç odalara kadar girmiş... Herkes tarafından kullanıma açık olduğunu göstermiş, herkesin adamı olmuş...
Niçin yapmış?
Her şey için... Tek bir amaç da görünmüyor. Her türlü kullanıma açık olduğu için kime hizmet ettiğini de sorgulama gereği duymamış...
***
4 saatlik oyunla yeniden vizyona giren Tuncay Güney, bununla da yetinmedi... TRT’de neredeyse yine aynı uzunlukta canlı yayına katıldı. TRT’de görevini kurumun geleneksel kuralları içinde yapmaya çalışan meslektaşlarımıza saygımız var ama, TRT’nin açılımını şöyle yaparsak abartmış olmayız:
Tayyip Radyo Televizyonu!
Önceki gece Tuncay Güney’in hazırlayıp sunduğu, Mehmet Elkatmış, Fikri Sağlar ve Şamil Tayyar’ın sorularla katıldığı program da tıpkı video kaydı gibiydi.
Her iki gösterimi birlikte değerlendirmek gerekirse...
Güney’in ifadelerinin tümü dikkate alındığında en az 100 kişinin daha değişik suçlardan gözaltına alınması gerekir.
Ergenekon iddianamesine Güney’in ruhu sinmiş... Ne ölçüde doğru olduğu belli olmayan çuvallar dolusu iddia, tam olarak kıymetlendirilmeden dosyalara girmiş.
Her türlü iddiayı ortaya atıp çuvala toplayan, sonra da sıfırla çarpan bir kişinin zikzaklarla dolu serüvenini izliyoruz...
Her şeyi bilen adam olarak, polis ifadesinde de adeta kendisini sorgulayanları yöneten Güney, Türkiye’yi öyle bir kaosun içine soktu ki... Bu sütunlarda daha önce defalarca dile getirdiğimiz bir saptamayı güçlü hale getirdi:
Ergenekon operasyonlarının sonuçları, Türkiye’nin toplam gücünü sarsmaya yöneliktir!
Bir ülkenin toplam gücünü kim sarsmak ister?
İçindekilerden çok dışındakiler!
ankcum@cumhuriyet.com.tr

İspatı Zorunlu İddialar

GÜNCEL /CÜNEYT ARCAYÜREK

Ulusal kanallar önceki gün ve dün Tuncay Güney’in işgali altındaydı.
Bir ruhsal bilim uzmanının tanımına göre, elini sürekli yüzünde gezdiren biri, yalan söylüyor demektir.
Bu tanıma göre Tuncay Güney yalancı!..
Tanım bu kadarla kalmıyor. Tuncay Güney TV’lerde gay (Türkçesi i..e) olduğunu açıkladı. Duruşu, el kol hareketleri, konuşmaları, sesi bu iddiayı doğru-
luyor. İddialarıyla Tuncay Güney sadece bedensel değil, fikirsel açıdan da gay (i..e) olduğunu açığa vurmuş oluyor.
Ne çare bir gay’in yalanları Ergenekon iddianamesinin belli başlı kaynağı oluyor.
Açıklamaları izleyen kimi yorumcular, hukukçular, Güney’in iddialarının davanın eksenini oluşturduğunu söylüyorlar.
Bu duruma göre, Ergenekon savcılarına bir görev düşüyor:
Güney’in olaylar ve kişilerle ilgili söylemlerinin gerçek olduğunun kabul edilebilmesi için savcılığın...
...İddianameye temel teşkil eden olayları ve kişilerle ilgili iddiaları somut kanıtlarla, belgelerle ispat etmesi gerekiyor.
Aksi halde polise saatlerce konuşan Güney’in açıkladıkları iddiaları yalan ve hayal ürünü birtakım sayıklamalar olacak.
***
Fanatik kafalar dışındaki haberciler, yorumcular ve kimi hukukçular… ne idüğü belirsiz kişiliğiyle… kime hizmet ettiği bilinmeyen… seri mermi tüketen bir silah gibi kimi iddialar ortaya atan Tuncay Güney’e itibar edilemeyeceğini söylüyorlar.
Kimi saçma sapan iddialar doğru olarak nasıl kabul edilebilir?
Kimi tezatları açığa vuran şu komik saptamalara bakınız: Örneğin örgütün başta gelen yöneticisi emekli Orgeneral Veli Küçük, aynı örgütün hem üyesi hem de başlıca yöneticisi olduğu iddia edilen İlhan Selçuk’la birlikte ve İlhan Selçuk’a karşı!
Deniz Baykal MİT ajanı.
İsmail Hakkı Karadayı, Necip Torumtay gibi Genelkurmay başkanları örgütün çekirdek kadrosunda.
***
Doğu Perinçek’in avukatının ortaya attığı bir başka saptama kafaları karıştırıyor.
Güney, TV’lerde yayımlanan sorgusunda emekli General Veli Küçük’ün “2005 yılında bir yerel yönetimle yaşadığı heykel uyuşmazlığını” anlatıyor.
Oysa -resmen açıklandığına göre- TV’lerde yayımlanan sorgulamanın tarihi 2001!
Bu durum, Güney’in 2005’te Türkiye’ye getirildiği ve “mülakata alındığı kuşkusunu” güçlendiriyor.
***
İddianameye ilham veren bu adamın gerçek yüzünü sergileme görevini savcılık acaba üstlenir mi?
Tekrar etmekte yarar var:
Lafla peynir gemisi yürümeyeceğine göre; Sabih Kanadoğlu’nun da dediği gibi, Zekeriya Öz başkanlığındaki savcılar heyeti, Güney’in, iddianamenin belkemiği sayılan, pek çoğu kuşku ile karşılanan iddialarını mutlaka ispat etmek zorunda.
Savcılık bu yolu seçtiği, Güney’in iddialarının hangilerinin gerçek veya gerçekdışı olduğunu ortaya çıkardığı takdirde, pek çok konuda, pek çok kişiyle ilgili suçlamaların gerçek yüzü ortaya çıkacak.
Öldürülme korkusunu bahane ederek Türkiye’ye gelmekten kaçınan Güney’in maskesi mutlaka indirilmeli.
Bu, bir temenni!
Gerçekleşebilir mi? Yargı gerçekten siyasallaşmadıysa… savcılık sadece ve sadece doğruları saptamayı ve iktidarın havasına uygun çalıştığını içeren yaygın kanıları yalanlamak istiyorsa…
Neden gerçekleşmesin? Niçin gerçekleştirilmesin?

Cümleten geçmiş olsun

İstanbul depremi ne zaman?

Ergenekon hahamı açıklıyor...

Azzzz sonra!

*

Hiroşima'yı Baykal mı vurdu?

Ergenekon hahamı açıklıyor...

Azzzz sonra!

*

Ben böyle kepazelik görmedim.

*

Saygın sivilleri darbeci ilan ediyor, genelkurmay başkanlarına çeteci, işadamlarına eroinci, anamuhalefet liderine ajan diyor; Kudüs Paktı'ndan giriyor, Şanghay Beşlisi'nden çıkıyor.

*

Ne belge var.

Ne kanıt.

Resmen ağız ishali.

Bulaştır bulaştırabildiğin kadar.

Bir kişi de çıkıp...

"Kim lan bu lavuk?" demiyor.

*

Demedikleri gibi, devletin televizyonuna canlı yayına çıkarılıyor... Muz ortalar yapılıyor, boş kaleye goller attırılıyor...

Bu memlekette bakanlık yapmış adam, utanmadan oturmuş oraya, "sayın" filan diyerek, otorite muamelesi yapıyor... E o da "sayın" dedikleri için, sayıyor!

*

Dünü belirsiz sahte haham "hukuk manifestosu" haline getirilirken...

"Darbecilikten" içeri tıkılmaya çalışılan Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu odama giriyor.

"Geçmiş olsun" diyorum.

Gülümsüyor:

"Eğer bu ülkede, ucu açık soruşturmanın savcısı siyasi iktidarın başı ise... Eğer bu ülkede, yargının bağımsızlığı tam ve gerçek anlamıyla ortaya konmamış ise... Eğer bu ülkede, 70 milyon kişi, izleme imkánına kavuşturulan bir siyasi iktidar ile karşı karşıya ise... O zaman ben de, 70 milyon yurttaşıma geçirdikleri her gün için geçmiş olsun diliyorum!"

Yılmaz ÖZDİL yozdil@hurriyet.com.tr
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10787933&yazarid=249

Thursday, January 15, 2009

'Atatürk' İtalya'da

Fabio Grassi'nin 'Atatürk' adlı kitabı, Atatürk üstüne İtalya'da yazılan ve yayımlanan ilk kitap. İtalya'da herkesin elinin altında bulabileceği bu denli ayrıntılı bir Atatürk biyografisi salt bizi değil, İtalyan okurlarını da mutlu edecektir. Fabio Grassi ele aldığı konuları derinliğine irdeleyen bir yazar. Türkiye gerçeğinin Atatürk gerçeğiyle ör-tüştüğünün ayrımında; bir başka deyişle, kimileri kabul etmese de, Cumhuriyet Türkiyesi'nin, Atatürk demek olduğunun altını çiziyor ve daha da öteye giderek, tarihte yaşanmamış bir dönüşümün mimarı olarak gördüğü Atatürk'ün, devrimlerini yaparken dünyada egemen olan tarihsel gerçekliği gözden uzak tutmadığının ayrımında olduğuna da işaret ediyor.
MNetBanner("cumhuriyet_anasayfa_468x60");

Necdet Adabağ
Kitap / Cumhuriyet- Yabancı ülkelerde 'Türk'üm' dediğinizde insanların aklına hemen Atatürk gelir. Ardından, biraz edebiyat karıştırmış olanların da Nâzım Hikmet. Atatürk'ün, Cumhuriyet Türkiyesi'nin kurucusu olduğunu, yalnız Türk toplumuna değil, dünya kamuoyuna mal olduğunu herkes bilir. Herkes, yeni bir devleti yoktan var ettiğini yoksulluk ve yoksunluktan kurtardığını, dahası, insan hak ve özgürlükleri için emperyalizme karşı savaş verdiğini, bilir. Ülkesine ve dünya ülkelerine yapmış olduğu hizmetten ötürü de adının belleklerden silinemeyeceğini ve akıllardan çıkarılamayacağını da bilir. Çıkarılamayacaktır, çünkü ülkesini, dahası, dünya insanlarını bu denli seven ve çıkar gözetmeksizin ülkesi uğruna savaşım veren böylesi özgeci insanlara artık rastlamak olanaklı değil de ondan. Günümüz liderlerine bakmak yeterli bizim bu söylediklerimizin inandırıcılığını görmek için. Kurduğu cumhuriyetin özünü oluşturan laik düzeni bugün bile Batı'da aşamamış çoğu ülke varken ya da geçmişteki yanılgılarını görerek bugün Atatürk'ün seksen beş yıl önce getirmiş olduğu uygulamalara öykünerek yeni düzenlemelere giden birçok Batılı ülke varken, Atatürk'ü unutmak olanaklı değil. Doğrudur, Batı da özgürlükleri, insan hakları ve geleceği için çok savaşım vermiştir. Din savaşları, kardeş kavgaları. Ama hiçbiri Atatürk devrimlerinin oluştuğu bir ortamda gerçekleşmemiştir. Batı'da herkes, tüm bunları bilir de Atatürk'ün verdiği savaşımın evrelerini, o günlere gelinceye kadar geçirdiği aşamaları, özveriyi ayrıntılı bilmez. Bilmez çünkü okumamıştır. Atatürk üstüne yüzlerce kitap yazılmıştır. Ama kendi dilinde olmadığı için çoğu kez okuma olanağını bulamamıştır. O çok önemli bir etmendir. Kendi dilinde yazılmış olmak. Herkes İngilizce bilmez, Türkçe de bilmez.Bu açığı bugünlerde İtalya'da çıkan bir kitap kapatacağa benziyor. Bugüne dek İtalya'daki Türkologların yazdıklarına bakılacak olursa, Alessio Bombaci, Ettore Rossi, Anna Masala ve Gianpiero Bellingeri'nin yaptıklarını anımsamamak olanaklı değil. Sözünü ettiğimiz bilim adamları daha çok edebiyatımız ve dilimizle ilgilenmişler ve değişik yönleri üstüne çalışmalar yapmışlardır. Cumhuriyet Türkiye'si üstüne yazanlar da var: Antonello Biagini gibi. Ama, Fabio Grassi'nin(*) 'Atatürk' adlı kitabı, Atatürk üstüne İtalya'da yazılan ve yayımlanan ilk kitaptır. İtalya'da herkesin elinin altında bulabileceği bu denli ayrıntılı bir Atatürk biyografisi salt bizi değil, İtalyan okurlarını da mutlu edecektir. Bugün, maalesef, demokrasi adına, içte ve dışta, Atatürk'ten uzaklaşılması gerektiğini savunan dar kafalılara bir gerçeği her dilde anlatmanın gereğine inanıyorum. O da Atatürk'ün Çanakkale, ardından Kurtuluş Savaşı'nı ve daha sonra devrimlerini macera uğruna, durup dururken yapmadığını ve her devinimin arkasında haklı bir gerekçesinin olduğunu ayrıntılı bir yaşamöyküsünde görmelerinin daha kolay olduğunu düşünüyorum. Fabio Grassi'nin Atatürk kitabını okurken bunları saptadım. Kılı kırk yaran bir incelemeci yaklaşımıyla ele aldığı konuları derinliğine irdeleyen Grassi Türkiye gerçeğinin Atatürk gerçeğiyle ör-tüştüğünün ayrımında; bir başka deyişle, kimileri kabul etmese de, Cumhuriyet Türkiyesi'nin, Atatürk demek olduğunun altını çizmekte.

Olağanüstü bir kişilik

Grassi daha da öteye giderek, tarihte yaşanmamış bir dönüşümün mimarı olarak gördüğü Atatürk'ü, devrimlerini yaparken dünyada egemen olan tarihsel gerçekliği gözden uzak tutmadığının ayrımında olduğuna işaret eder.

Atatürk'ün yaptıklarında farklı bir karakterin izlerinin saptandığını ve olağanüstü bir kişilik göstergesinin görmezden gelinemeyeceğini belirtirken yaşamının her aşamasında muhafazakârlığa karşı bir yaklaşımın var olduğunu, ayrıca annesinden çok babasının özgürlükçü yaradılışının kendisine yol gösterdiğinin belirtilmesinin gereği üzerinde durur.
Bu karakterinden ötürüdür ki Atatürk, Grassi'ye göre, Abdülhamit'in baskıcı siyasalarına karşı koymak gereği duymuştur.

Mustafa Kemal'in Çanakkale Savaşları'nda ortaya koymuş olduğu başarım, Grassi'nin gözünde, düşmanın ülke topraklarından kovulmasında çok önemli bir katkı sağlamıştır. Öteki paşaların, Enver, Cemal paşaların, birinin doğuda, ötekinin güneydeki başarısızlıklarına karşın, Mustafa Kemal'in Çanakkale'deki başarısı, Türk toplumunun bağımsızlığına giden yollar üstündeki kapıları aralamıştır.

Bir başka deyişle Çanakkale Savaşları, Kurtuluş Savaşı için bir başlangıçtır ve ülkenin düşmandan temizlenmesi için bir moral kaynağıdır.Grassi, ayrıca, Atatürk'ün yaman bir diplomat olması nedeniyle Sovyetler'i, kendisine Kurtuluş Savaşı'nda yardım etmeye ikna etmiş olduğunu belirtir.

Diplomatlığının yanı sıra iyi bir strateji uzmanı olması nedeniyle çok farklı fikir gruplarını kendi ülküsü doğrultusunda düşünmeye itmiş olduğunu satır aralarında belirtir. Yazar, girişimlerinin tek yanlı bir destek alarak başarıya ulaşmasının olanaklı olmadığının ayrımında olarak değişik kaynaklara başvurmasının gereğini Atatürk'ün zaman yitirmeden duyumsadığını ve başarısında dikkatli olması gibi kararlı bir kişiliğe sahip olmasının da payı olduğunu söyler. Çabuk anlayan ya da algılayan, karar veren ve yaşama geçiren bir kişilik olarak başaramaması diye bir şeyin olamayacağının bilinmesi gerektiğini söyler.

Sevr gibi cehennemi bir ateşin ortasından ülkesini Lozan'a taşıyan bir liderin gözünü kırpmadan Kurtuluş'tan sonra Kuruluş'a geçmesi ve yeni bir ulus oluştururken ilk iş olarak hilafeti kaldırmış olması görülmedik bir yüreklilik göstergesidir.

Bunu başaran Atatürk'ün yeri geldikçe zor kullandığını da söylerken ülkesi adına başvurduğu bir yol olduğunu da söylemekten geri kalmaz. Machiavelli'nin dediği, ki dediği kuşkulu, 'Başarı için her yol mubahtır' sözü bir tek devletin bekası (devletin sürekliliği) açısından önemlidir.

Atatürk'ün yaptığı da budur. Eskimiş, pörsümüş bir devlet yapısının yerine öz ve biçim değişikliği yaparak yeni bir siyasal ve toplumsal dizge ile devletini ayakta tutmak içindir. Yoksa diktatör karakterli olmasının bir sonucu değildir.

Atatürk ve Ermeniler
Bu kitapta Ermeni konusu çok işlenmemiş. Doğaldır. Kitabın adı üstünde: 'Atatürk'. Ermeni sorunu Atatürk'ü görece ilgilendiren bir sorundur. Bir komutan olarak Doğu'ya gönderilir ve görevi gereği ne yapması gerektiği kendisine dikte ettirilir. Bu nedenle karşılıklı savaş durumunda olan Rus-Ermeni birlikleriyle Türk birliklerinin kapışmasıdır söz konusu olan. Atatürk'ü töhmet altında bırakacak hiçbir şey olmamıştır.

Grassi, bu konuda duyarlıdır. Yabancı araştırmacılar sözde Ermeni katliamından söz ederken Türklerin uğradığı kıyımdan, Ermeni tehcirinden söz ederken Türk tehcirinden söz etmelidirler diye düşünüyorum.

Katledilen bir dedenin torunu, tehcire boyun eğen bir anne ve babanın evladı olarak, Ermeni desteğindeki Rus işgaliyle birlikte, ilk ağızda, katliama uğrayan ve tehcire boyun eğenlerin Türkler olduğunu bilen biri olarak bu gerçeğin herkes tarafından öğrenilmesine çaba göstermemiz gerektiğini anımsatmak istiyorum.

Dahası, Biagini'nin dediği gibi, Osmanlı İmparatorluğu ile köprüleri atan bir Cumhuriyet'in çocuklarını Osmanlı'nın yaptığı varsayılan sözüm ona 'soykırım'ından ötürü sorgulamamak gerektiğini de belirtmekte yarar var. Dediğim gibi, Grassi bu konuya girmiyor. Girmiyor ve doğrusunu yapıyor. Çünkü Atatürk'ü ilgilendiren bir şey yok.Ama daha doğru bir konuyu gündeme getiriyor ve Türkiye'nin Avrupalılığını tartışmaya açıyor.

XIX. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa topraklarında at koşturan bir imparatorluğun dört yüz yıl egemenliği altında tuttuğu ülkelerin AB'ye üye olmalarına karşın Türkiye'nin AB'den uzak tutulmuş olmasını anlayamadığını dile getiren yazar, Türkiye AB'ye girmediği sürece bu ülkelerin de üyeliklerinin tartışılacağını söyler. Bu yaklaşım Türkiye'nin lehine bir yaklaşımdır. Çünkü Türkiye'nin Avrupalılığı yalnızca Trakya'dan ibarettir sözünün geçerli olmadığını doğrularcasına oldum olası Türkiye'nin 'Avrupa'nın bir parçası' ya da 'Avrupa'nın hasta adamı' tanımlarının gene Avrupalılar tarafından kullanıldığını ve boşuna söylenmiş sözler olamayacağını belirtmiştir.

AB'nin eşiğindeki bir ülke olarak bir Batılı tarafından Türkiye için söylenmiş ve yazılmış bu sözler çok önemlidir.Önemli olan bir başka şey de Atatürk'ün kadın haklarına yönelik yapmış olduğu devrimlerin öne çıkarılmasıdır. Peçenin, çarşafın kaldırılması, kadın haklarından kalkarak insan haklarına ilişkin en tarafsız ve en ciddi girişimin bu kitapta anlatılması önemlidir. Grassi, Atatürk'le ilgili tartışmalı olduğu sanılan kimi konuları da gündeme getiriyor. Örneğin, Samsun'a kendi istenciyle mi yoksa Padişah'ın emriyle mi gittiği konusu' Bu konuda yazar hiçbir yorum yapmıyor. Ama günümüze ilişkin doğru bir yorum yapıyor ve Menderes hükümetlerinin başlattığı karşıdevrimin Atatürk devrim ve ilkelerinin yıpratılmasına yönelik olduğunu savunuyor.

Kitap dokuz bölüm ve ayrıntılı bir kaynakçadan oluşuyor.
Bölümler sırasıyla:
Bir 'Jön Türk'ün yetişimi (1880/1881-1908); Devrimler, savaşlar, diplomasi ve siyasa (1908-1914); Çanakkale Kahramanı (1914-1918); Bir devlet adamının isyanı (1918-1919); Ankara (1919-1921); Komutan (1921-1922); Barış, Cumhuriyet ve büyük reformlar (1922-1930); düş ve gerçek insanı (1930-1938); Atatürk'den sonra Kemalizm. Atatürk, Il fondatore della Turchia moderna/ Fabio L. Grassi/ Salerno Editrice, Roma, 2008/ 444 s.Dr. Fabio Grassi İtalyan tarihi uzmanı. Türk-İtalyan ilişkileri üzerine çalışmalar yaptı. Cumhuriyet Türkiyesi konusunda çalışmaları var. On yıldan bu yana Türkiye'de yaşıyor ve öğretim üyeliği yapıyor. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi'nde çalışıyor. Başlıca yapıtları: L'Italia e la questione turca 1919-1923 (İtalya ve Türk Meselesi 1919-1923); Opinione pubblica e politica estera ( Kamuoyu ve dış siyasa ) ve Atatürk, Il fondatore della Turchia moderna.

http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=29960

Birinin Gerçek Dostunuz Olup Olmadığını Öğrenmek için Altı-Yıldız Testi

Gunumuzun kosullarinda ve bati egitiminden kaynaklanan kisisel alanlarimizi yeniden tanimlayarak eskiye nazaran oldukca farkli sekilde bicimlendirdigimizden dolayi asagidaki testten gecememis olabiliriz, ama bu temel noktalari bilmekde yarar var galiba! ...

*İlgi

Bir arkadaşı tanımlayan önemli bir kriter, sizin yaşamınızla ne kadarilgilendiğidir. Hayatınızda olup biten bir şeyi anlatın ve sonra sizi arayıpgelişmeleri merak edecek mi, bakın. Aramazsa bakalım, sizi arayıp konuyuaçacak mı? Eğer konuyu da açmazsa, konuyla ilgili bir ipucu verin ve dahaönce konuştuğunuzu hatırlayıp hatırlamadığını öğrenin.

*Sadakat

Arkadaşınıza, ortak bir arkadaşınız hakkında bir sır verin ve ortakarkadaşınızdan duyup duymayacağınıza bakın. Gerçek arkadaşlar, ilişkidegüvenin önemini bilirler. Ancak arkadaşınıza bu sırrı vermeden önce, diğerarkadaşınıza haber vermeyi unutmayın.

*Gurur

Gerçek arkadaşlarınız başarılarınızdan gurur duyar, kıskançlık değil.Yalnızca kötü değil, iyi haberleriniz olduğunda da, arkadaşınız sizidinliyor mu, bakın. Bir şeyler ters giderken, bizi mutlu etmek isteyecek pekçok insan vardır. Ancak her şey iyi giderken bizi tebrik edecek birilerinibulmak zordur.

*Dürüstlük

Gerçek bir arkadaş, size duymak istemediklerinizi de söyler. Eğer sizeyardımcı olacaksa, ona kızmanıza râzı olur. Ona kızacağınızı bile bile,size, sizin yararınıza olacak şeyler söylüyor mu?

*Saygı

Ona, hayatınızda inanılmaz bir şey-iyi yönde-olduğunu, ama şu anda busoruyla ilgili konuşmayı tercih etmediğinizi söyleyin. Bakalım, size baskıyapacak mı? Merak ile kaygı arasında fark vardır. Eğer "bilmesi gerekiyor"ise, o zaman sizle değil, dedikoduyla ilgileniyor demektir. İyi bir arkadaşsizin isteklerinize saygı duyar ve sizi rahat bırakır.*FedakarlıkSizi mutlu edecekse, bir şeyden vazgeçmeye hazır mı? İşler kötüyegittiğinde, eğer bu durum ikinizi de etkileyecekse pek çok insan kendiçıkarlarını korumak ister.
(Herkese Her İstediğinizi Yaptırın -Dr. David J. LIEBERMAN)

Wednesday, January 14, 2009

En büyük dileğim toplumun korkuyu yenmesi

Cumhuriyet
Mustafa Balbay
Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay, Çağdaş Drama Derneği ve Ütopya Bilim Sanat Merkezi'nin birlikte düzenlendiği 'Salı Söyleşileri'ne katıldı.

Ankara- Ankara Sanat Tiyatrosu’ndaki “Türkiye’de Aydın Olmak” konulu söyleşide Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay, “Bu ülkede aydınlar çok zor koşullarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Altan Öymen uçak kaçırmaktan, dünyaca ünlü Nazım Hikmet darbe girişimiyle suçlanmıştır. Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali’nin nasıl yaşam sürdüklerini ise biliyorsunuz.

Şair Orhan Veli ise belediyenin açtığı çukura düşerek yaşamını yitirdi. Bu durum bile bugün yerel yönetimlerin bir ülke için ne derece önem taşıdığını gösteriyor” dedi. Bugün aydınların Ergenekon soruşturması çerçevesinde gözaltına alındığını vurgulayan Balbay, davanın artık iyice birbirine karıştığını, ilgili ve ilgisizin aynı kapsamda yargılandığını söyledi.

“Aydın yaşadığı çağın tanığıdır, ülke geleceğine harç taşıyan insandır” görüşünü dile getiren Balbay, bugüne dek Irak’ta 4 milyona yakın insanın yaşamını yitirdiğini, Filistin’de ise insanların bombaların hedefi olduğunu belirterek, “Çağımızda bu tür olaylar yaşanırken ben bugün 1915’i imzaya açanları aydın saymıyorum. Bugün olan olayların adını koyabiliyor muyuz ki” diye konuştu. 1990’lı yıllara gelindiğinde Türkiye’nin önde gelen aydınları Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’nın katledildiğine dikkat çeken Balbay, “Katledilen bu aydınlar bugün yaşıyor olsaydı ülkenin içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendirirlerdi sizce?” diye sordu.

Balbay ayrıca çağın iletişim çağı olarak tanımlandığını, bu çağda medyanın çok önemli bir güç olduğunu ancak dünyanın aslında bir ortaçağı yaşadığını söyledi. Balbay, “Ortaçağ’da kilise diyor ki dünya dönmüyor. Şimdi on tane kanal bir kişiye katil dedi mi katil oluyor. Medya da artık kendi uzmanlarını yaratmaya başladı. Bir tür bilgi kirliliği sürecinden geçiyoruz” dedi.

Balbay söyleşide, bir okurun “Ergenekon davasının sonucunu nasıl görüyorsunuz” sorusuna, “Ben Ergenekon’un sonucunu toplumun toplam gücüne dönük olarak görüyorum. Bu dava için umutluyum da umutsuzum da diyemiyorum. En büyük dileğim toplumun korkuyu bir an önce yenmesidir” yanıtını verdi.

Tuesday, January 13, 2009


Yılmaz ÖZDİL


Kemal Costner
Bu kevın kostnır Ergenekoncu galiba... Deve kesilen THY’nin reklamında oynasın diye getirdiler, kafasında "Ne mutlu Türküm diyene" şapkasıyla geldi!
*
Şapkanın arkasında da Türk bayrağı var, iyi mi... Cami önündeki mitinglerde Türk bayrağı açanların linç edildiği bir ülkede, provokasyon değil de, nedir bu?
*
Üstelik...
Kaba bi adam.
Bi milyon yuro vermişler THY’yi tanıtsın diye, "Ne THY’si birader?" diyor basın toplantısında, "Hayatımda binmedim, binmeye de niyetim yok!"
*
Ben, Arabistan’dan terlikle gelen THY müdürünün yerinde olsam, gözünün yaşına bakmam, gözaltına aldırırım bunu.
*
Çünkü...
Eşşek yükü para verdin, getirdin, dinci medya nasıl haber yapsın şimdi bunu?
*
Atatürk posterinin önünde konuşsa, bantlarsın posteri, atarsın karenin dışına...
Atatürk tişörtü giyse, kolayı var, sadece kafasının fotoğrafını koyarsın...
Ama öyle böyle değil ki.
Herif alnına yazmış Atatürk’ü!
Şapkadaki yazıyı silip, bilgisayar montajıyla "durmak yok, yola devam" yazsan, olmaz, AKP’liler bile yemez.
Şapkayı kessen...
Sadece gözünü koysan...
Atatürk gibi bakıyor, daha fena.
*
"Kurtlarla Dans" filminde oynamasından belliydi zaten... Bakın, iddia ediyorum, bas bunun otel odasını, ruhsatsız lav silahı çıkmazsa, ne olayım.


13 Ocak 2009

Sunday, January 11, 2009

Egip bukmeden soralim...

Yilmaz Ozdil
Kararlilik mesaji cikti ya daha ne istiyorsunuz?

*Son 5-6 yilda...PKK'li mi tiktik iceri?Subay-astsubay mi?
*Eli silahli teroristlere habire af cikarirken; Istiklal Madalyasi sahibi Jandarma Genel Komutani'ni hapse atip, beyin kanamasi gecirene kadar icerde tutmadik mi?

PKK'ya yataklik yaptigi icin hapiste yatan kadini, cikarip, Meclis'e sokarken, Cumhurbaskani'nin masasina davet ederken; 1'inci Ordu Komutani'ni "teror orgutu kurmak"tan iceri tikmadik mi?

Sehide "kelle" dedigi icin tazminat odemeye mahkûm olan, "Askerlik yan gelip yatma yeri degildir canim kardesim" diyen Basbakan'a, "Bravo, aynen devam" deyip, yuzde 47 oy vermedik mi?

PKK, hastalanmamasi icin serce parmaginin tansiyonu bile olculen Abdullah Ocalan'in saci kesildi diye, kalkisma provasi yapip, Diyarbakir'i yakip yiktiginda, polisin-askerin elini tutup, "Cana gelecegine mala gelsin" diyen Diyarbakir Valisi'ne "aferin" deyip, Basbakanlik Mustesari yapmadik mi?

Kafamizda Amerikan cuvaliyla gezerken, koordinator sacmaligi icat edip, "Amerika bizi cok seviyor, istihbarat verecek" demedik mi?

"Amerika istedi diye harekáti kisa kestik, icerde parca biraktik, o kamplari tutmamiz gerekirdi" dedigi icin, neredeyse "vatan haini" ilan edilen Deniz Baykal, o kamplardan gelen teroristler onceki gun Aktutun'u bastiginda hakli cikmadi mi?

Irak'taki hacivat "Kedi bile vermem" derken; yarali PKK'lilarin tedavi edildigi Kuzey Irak'taki hastaneyi bile kendi ellerimizle yapmadik mi?Vatandasa zam ustune zam gecirirken, PKK'yi koynunda besleyen Barzani'ye, Talabani'ye yari fiyatina elektrik vermiyor muyuz?

Istanbul'da, Ankara'da, Izmir'de kadinlari cocuklari havaya ucurduklarinda; besleme medyadaki arkadaslar utanmadan, "Ne malum PKK'nin yaptigi" demedi mi?

Sehit cocuklari ciplak ayakla gezerken, tabut basindaki karni burnunda tazeler Allah'iyla bas basa kalmisken; fitreleri zekátlari Mehmetcik Vakfi yerine, Almanya'da din-iman hortumcusu oldugu alenen tescillenen Deniz Feneri'ne vermiyor muyuz?

Gariban ailelerin cocuklari sakir sakir sehit duserken, subay-astsubay cocuklari oradan oraya tayin edilip, lise mezunu olana kadar 28 tane sehir degistiriyor; yasadiklari travma nedeniyle universite kazanamiyor ve onlara hicbir ayricalik taninmiyorken; "Babamin parasi var, benim de bokumda boncuk var, onun icin yurtdisinda okuyorum" diyenler askerlikten yirtmiyor mu?

Bir zamanlar bu memlekette askerlik yapmayana kiz bile verilmezken, "Popomda sivilce cikti, bak bu da raporu" diyenler, askerlikten siyirmiyor mu?

*Genelkurmay, 68 kere basilan 46 sehit verdigimiz gecekondudan bozma dandik karakolu, parasizlik nedeniyle 100 metre ileriye tasiyamadigimizi aciklarken; Genelkurmay eski Baskani'na, korgeneral refakatinde askeri ucakla tasiyarak, 1 trilyon liralik zirhli Audi almadik mi?
*Neymis efendim, teror zirvesi toplanmis, kararlilik mesaji cikmis...
Yerim ben sizin o kararlilik diyen dillerinizi.
yozdil@hurriyet.com.tr

Saturday, January 10, 2009

Maskeleri Düşüyor

Asagidaki yazinin ilk paragaraflarindaki ovgunun son zamanlarin ABD projesi Osmanli ozleminine yakilan bir ozlem olmadigini dusunuyorum...
Ilginize;

Vural Savaş
Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı

Bugün bombaların patladığı Filistin toprakları, 1516 yılından 1917 yılına kadar tam 401 yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresinde barış ve huzur içinde yaşamıştı.
Peki, Osmanlılar bunu nasıl başarmıştı?
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bir anısını şöyle anlatıyor:
“Eski Belçika Başbakanı Tindeman bana geldi:
— Osmanlı Balkanlar’ı 500 sene savaşsız nasıl idare etmiştir? Diye sordu.

Ben de dedim ki:
— Herhalde Osmanlı’yı geri istemiyorsunuz. Çünkü Osmanlı’yı devirmek için her şeyi yaptınız. Nasıl idare etmiştir, bakın size söyleyeyim: Sınır yok, toprak kavgası yok, ticari menfaat yok, güvenlik var ve adalet var… Çünkü devletin temeli adalet…
Sonra İsrail’e gittik. İsrail-Filistin çatışmasının nasıl durdurulabileceğini araştırdık. Barak geldi bizim yanımıza ve dedi ki:
— Biz burayı idare edemiyoruz. Çünkü biz burada ne yapsak kavga çıkıyor. Osmanlı, küçük şeritli jandarma onbaşısı ile buraları idare etmiş, bunun sırrı nedir?

Ben de dedim ki:
— Bunun sırrı, o koldaki şerit var ya, o, imparatorluğun işaretidir. O, senin sandığın gibi küçük bir işaret değil. Onun arkasında sultan var, hak var, adalet var. Eğer ona zarar gelirse, zarar vereni anasından doğduğuna pişman eden var, yani güç var, bir devlet olayı var, bir otorite var, işte odur mesele… (Rahmi Turan, Gözcü Gazetesi/06.04.2002.)
Gazze’de olanları anlayabilmek için; Ortadoğu’daki Türkiye dâhil bütün ülkeleri paramparça etme projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi’ni ve bu projeye destek veren işbirlikçileri iyi tanımak gerekiyor.
ABD, son operasyonunu Türkiye’de yaptı. Çünkü ülkemizdeki yöneticileri güdümüne sokmadan bu projenin hayata geçmesine olanak yoktu.
AKP iktidarı, İsrail ve dolayısıyla ABD’nin güdümünde bir iktidar mıdır?.. İşte bu konuyu açıklığa kavuşturacak bazı belgeler:

Der Spiegel’in 17 Mart 2003 tarihli sayısının 102. sahifesindeki bir cümle çok dikkat çekici: “Türkiye’nin güçlü adamı Erdoğan, ABD ile yapılmış gizli bir anlaşmanın arkasındaki adam…”
Wall Street Journal Gazetesi’nde, 31.03.2003 günü yayınlanan makalesinde Recep Tayyip Erdoğan: “Türkiye’nin tercihi savaşla barış arasında değil, müttefiki olan ABD’nin yanında yer almak şeklinde olmuştur” diyor.
Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan sıfatı ile ABD’ye Ocak 2004’te gerçekleştirdiği ziyarette “Cesaret Ödülü” aldı.
Taha Kıvanç (Fehmi Koru), 5 Şubat 2004 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yazdığı “JINSA ve AJC Üzerine” başlıklı makalesinde, bu ödülü ve veren kuruluşu şöyle değerlendiriyor.

“Tayyip Erdoğan’a ‘Cesaret Ödülü’ veren kuruluşun adı ‘American Jewish Congress (AJC)’… Thedore Herzl tarafından 19. yüzyıl sonunda kurulmuştu ve birkaç yıl önce 100. yıldönümü kutlandı. Dünya Musevileri’ni bir “ulusal yurda” kavuşturma amacı ile kurulmuş ve İsrail ile amacını gerçekleştirmiş örgütün bir türevi Amerika’daki… Daha önce AJC tarafından 10 kadar kişi ödüle layık görülmüş; bunlar arasında İsrailli ve Musevi olmayan tek kişi Recep Tayyip Erdoğan. Listede İsrail’in önemli bütün başbakanları yer alıyor. Türkiye Başbakanı’na böyle bir ödülün verilmesi bayağı anlamlı…”

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı iken:
“Amerika’nın Irak’taki başarısı bizim başarımızdır… Irak’ta yaşananlar bölgeye ders olsun… Şunu açıkça söyleyeyim, Ortadoğu’da bütün rejimler değişecek… BOP kapsamında amacımız, İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi götürmek…” diyebilmiş bir kişi…

24 Mayıs 2004 tarihli Vatan Gazetesi’nde yayımlanan, gazeteci Sedat Sertoğlu ile yaptığı söyleşide, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül şunları söylemiştir:
“Ben bu gezileri yapmadan önce, şimdi senin oturduğun koltukta ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla iki sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben bunların hepsini açıklayamam ki…

Bu demeçler ortadayken, ABD ve İsrail’in AKP iktidarına verdiği destek artarak devam ederken; Recep Tayyip Erdoğan’ın Gazze’deki olayları kınayan demeçleri ve ülke ülke dolaşması, bazı gerçekleri örtbas etme çabasından başka bir şey değildir.
Ortadoğu’daki işbirlikçi yönetimler devrilmedikçe; bu coğrafyadaki hiçbir ülke huzura kavuşamaz… Müslümanların kaderi “Ağıt yakmakla” özdeşleşir.

Sözcü Gazetesi – 9 Ocak 2009
Atila Vanlioglu