Saturday, May 30, 2009

Faşizan Baskı Hangi Azınlığa Uygulandı?
31 Mayıs 2009 Pazar


Başbakanın yıllarca 36 etnik köken söyleminden sonra, “azınlıklar kovulmuş” mealindeki cümlesi mayınların tuzu biberi oldu.

Doğan medyası günlerdir mayın konusuna girmiyor. Neden acaba?( Bu soruyu ikinci soruşum, cevabını hala bilmiyorum.)

Yandaş medya dediğim kesimden bazıları, Erdoğan’a bayrak açtı. “Paranın dini imanı olur” diye.

Azınlıklar konusunda en anlamlı söz Fatih Altaylı’nın. “Burada kaç kilise var, orada kaç cami?”

Hürriyet gazetesinden iki yazarın satırlarını gördükten sonra, “mayın gibi önemli” konu varken, hangi akla hizmetle “azınlıkları kovduk” kısmına atlamışlar ki. Bu kadar da olmaz. İstiklâl Savaşında Fransızlar, İngilizler, Yunanlılar, Ruslara yardım eden azınlık nüfus değil mi komşusunun canını alan. Evine giren karısına, kızına tecavüz eden. Hasıra sarıp yakan.

Bunları sürekli söyleyip, yeni nesilleri yabancı düşmanlığı ile yetiştirmediğimiz için, haksız bir faşist damgası yemekteyiz.

Günün birinde, Başbakan ve yazarçizer takımının çıkıp bu cümleleri edeceğini bilse atalarımız, Sevr’e boyun eğerdi diyemiyorum. Çünkü içlerinde böyle hassasiyet olmayanlar bunu anlayamıyor.

Bugün Ermenistan’da yaşayan Türk var mı? Yunanistan, niçin Türk azınlığı kabul etmiyor?


Binlerce Türk’ü Yunan vatandaşlığından çıkarıp, sınır dışı etti. Mal varlıklarına el konuldu.

Bir tuhaflık yok mu bu işte?


Bizim Başbakanımız, güya ilim adamlarımız, basınımızdan bir kesim kalkmış “Türk’ü linç ediyor.”

Başbakanımız “yanlış anlaşıldım. Ya da maksadını aşan bir cümleydi” dese, buna bile razıyız. Hala yanlışta ısrar ediyor. Faşizan baskı, sayın Apo ve şehitlere kelle demekten daha ağır kaçtı. Ve Uluslararası arenada, Türkiye’nin başını ağrıtacağı kesin.

Faşizan baskının hangi azınlığa uygulandığını, Başbakanın açıklamasını bekliyor millet.

Faşizan baskı ile ilgili örneği Başbakan Erdoğan vermeyecek olursa, bu konuda kendisine yardımcı olacağımdan emin olabilirsiniz.

* * *

Yugoslavya’da Ne olmuştu?

Bazı etnik kökenler vardı, bir arada yaşayamadılar masalı anlatılıyor. Oysa orada batılı gizli servisler, bizzat Soros yandaşları uzun süreli çalıştılar. Etnik kökenleri bilediler. 80 öncesini hatırlayın Türkiye’de. Farklı görüşler, aynı sırada oturamayacak hale gelmişti. O noktaya kendiliğinden gelinmediğini, bizzat yaşayarak görenler biliyor.

Yugoslavya’da önce ekonomi allak bulak edildi. İnsanlar fakirleşti, işini kaybetti. Aynı anda farklı etnik kökenler, silâhlandırıldı. Çıkan iç savaşta en çok Müslüman Boşnaklar hedef oldu. Çağdaş hedefimiz AB, akan kana seyirci kaldı.

Yugoslavya’nın parçalanması iç dinamiklerin birbirinden nefret ettirilmesi ve çökertilen ekonomisi yolu ile oldu.

Allah muhafaza sanki aynı yolda ilerliyoruz.

Yugoslavya önce federe devletlere ayrılmış onlar tarafından dönüşümlü yönetilmiş, son darbe ise iç savaşla vurulmuştur.

Parçala, böl ve yut taktiği tarihler boyunca en çok başvurulan yöntem.

Herkes aklını başına toplasın. Türk olmazsa bu topraklarda, diğer kökenlerde olmaz.

http://www.sonsayfa.com/Kose-Yazisi-fasizan-baski-hangi-azinliga-uygulandi-1292-48.html

Friday, May 29, 2009

HÜRRİYET Gazetesi yazarlarından Sayın Bekir Coşkun’un, Türk Ulusuna dışardan ve içerden yönelen “etnik arındırma yapma” suçlamasını, bu suçlamayı yapanların tümü gibi tek yanlı olarak doğru sayan yazıları dolayısıyla aşağıdaki mektubu göndermiş bulunuyorum:

“Sayın Coşkun,
Önceki gün HÜRRİYET’teki “Ben o günahı gördüm” konulu yazınızda, günahın yalnız ikinci yarısından söz ediyorsunuz.
Günahın bu ikinci yarısının asıl başlatıcısı olan ilk yarısından, Hınçak, Taşnak Ermeni terör örgütlerinin insanları deli edecek vahşetteki cinayetlerinden ise, hiç söz etmemek “günah”ını işliyorsunuz.
Sözünü ettiğiniz günahın asıl başlatıcısı, yapay bir Ermenistan kurmak uğruna, SIRF TÜRK VE/YA DA MÜSLÜMAN OLDUKLARI İÇİN milyonlarca insanı, bin yıllık yurtlarını bırakıp kaçmaktan başka seçenek bırakmayacak ölçüde yıldırmak üzere, onların onbinlercesini akılları karartacak vahşetteki cinayetlerle öldüren Ermeni örgütleri ve onları kullanan Batılı sömürgeciler (Ruslar dahil) olduğu halde, onları yokmuş gibi görmezden geldiğinize göre, acaba Batılılar gibi sizin gözünüzde ve anlayışınızda da öldürülen Türk ise, onlar insandan sayılmazlar mı; hamam böcekleri ezilmiştir, o kadar mı?

ASALA cinayetlerini bile unutmuş görünüyorsunuz!!

Sayın Coşkun, ben, Diyarbakır’da doğup büyümüş bir yurttaş olarak, günahın ilkini de, ikincisini de gören bir insanım:
Van’ın yerlisi iken Ermeni katliamından canını zor kurtarıp Diyarbakır’a gelen ve orada sıkıntılar içinde yaşayan; acı olayların bir başkasında ise, Diyarbakır üzerinden Suriye’ye gönderilen Ermeni ailelerden birinin iki oğullarını yanlarında götürebilmek için 3 yaşındaki kızlarını emanet edecek aile ararken, Van’dan Ermeni tedhişi yüzünden Diyarbakır’a gelmiş bu kadının o küçük kızı evlatlık edip büyüttüğünü de görüş bir insanım.

“...Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu... Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi” diyen Başbakan'ın söyledikleri doğrudur.” diyorsunuz .

“Nasıl inkâr edeceksiniz?..” diye de üsteliyorsunuz.

İnkârcının da, karaçalıcının da kim olduğunu yukardaki olgular ve gözyaşartıcı örneklerden yalnızca biri bile ortaya koyuyor.

Yeri geldiğinde çok kolay ağlayan birisi olduğunuzu yazarsınız.

Birkaç gün önceki (15 ya da 16 Mayıs) HÜRRİYET’in ilk sayfa manşetlerinden birinden de, Kurtuluş Savaşı’nda işgalci Yunan askerlerine İzmir’de ilk kurşunu sıkan Gazeteci Hasan Tahsin’in “sabıkalı” olduğunu okumuştuk.

Türk için ulusal değer mi olurmuş?

Bugünkü yazınızda da, dedelerimizin babaları domatesi bilmediğine göre, mayınlı sınır topraklarımızı yabancıya 44 yıllığına ( gerçekte belki de sonsuza dek) bağışlama karşılığında terketmek, Türk halkının layığıdır; buna karşı çıkmak ise, gördüğünüzü söylediğiniz o günahı işlemek gibi bir şeydir, demiş oluyorsunuz.

Bence bu geniş ufkunuzdan Sayın Başbakan da, Hürriyet Holding Yönetimi de herhalde çok mutludurlar.
İyi dileklerle.
Prof. Dr. Özer Ozankaya
BEYAZ SARAYIN ARAÞTIRMASI: ERMENÝLER 2 MÝLYON MÜSLÜMAN OSMANLIYI KATLETTÝ
Takvim
ABD eski Baþkaný Reagan’ýn danýþmaný Fein: “Beyaz Saray araþtýrma yaptý Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlý’yý katlettiði ortaya çýktý. Ermeniler, kendi arþivlerini açmýyor, çünkü bu gerçeðin ortaya çýkmasýný istemiyor…”

ABD Baþkaný Ronald Reagan’ýn hukuk danýþmanlýðýný yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykýrýmý iddialarýný deðerlendirdi.

Ermenilerin bu iddialarýnýn son derece asýlsýz olduðunu belirten Fein, Reagan’ýn baþkan olduðu 1981′de bu konunun Beyaz Saray tarafýndan araþtýrýldýðýný ve iddialarýn asýlsýz olduðunun belgelendiðini söyledi.

Ýþte sözde Ermeni soykýrýmý konusunda Fein’in açýklamalarý: Osmanlý Ýmparatorluðu’nun azýnlýklara karþý “müthiþ” sayýlabilecek bir özen gösterdiði gerçeðini unutmamak gerekir. Azýnlýklar, kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarýný son derece rahat bir þekilde sürdürdü.

Çeteler, Osmanlýlarý Öldürdü Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaþý sýrasýnda Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlýlarý öldürdü.
Bu rakamýn 2 milyon civarýnda olduðu bir gerçek. Ermeni kayýplarýnýn ise 500 bin civarýnda olduðu araþtýrmalarla kanýtlandý. Burada asýl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlý da kendisini savundu.

Özellikle ABD’de yaþayan Ermeniler, soykýrým yalaný ile büyük rant saðlýyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüðü için Ermenileri karþýsýna almak istemiyor. Ermeniler ýsrarla kendi arþivlerini açmýyor. Çünkü yýllardýr soykýrým yalaný ile dönen rantý kaybetmek istemiyorlar. Arþivler açýldýðý anda gerçek ortaya çýkacak.

http://www.idizayn.com/avim/bultentekli.php?haberid=5080

Thursday, May 28, 2009

Tarihsel Cehalet?../IS

Gecenlerde televizyonu actim, bir acik oturumda konusmacilardan birinin Lozan’i cekistirdigini gordum...
Oteki konusmaci dedi ki:
- Simdi de Lozan’i elestirmeye basladik, yarin obur gun Sevr’i ovmek fasli baslayacak.. .
*
Lozan Antlasmasi’nda gayrimuslimlerle ilgili maddeler vardir; Avrupa, Turkiye’deki azinliklari, hukuklarini guvenceye alarak gozetmistir. ..
Osmanli’da seriat hukuku, daha baska deyisle dinci hukuk gecerliydi, imparatorlugun son donemlerinde gecerli olan Mecelle de bu cercevenin disina cikmamistir. ..
Lozan, savaslardan artakalan Ermenilerin, Rumlarin, Yahudilerin ozel kosullarini korumaya almisti...
Peki, sonra ne oldu?..
Ataturk 1926’da Yurttaslar Yasasi (Medeni Kanun) devrimini gerceklestirince gayrimuslimler azinlik haklarindan vazgectiler. ..
Muslim ve gayrimuslim tum tebaa yurttas oldu...
*
Tarihte Fransiz devrimiyle devreye giren milliyetcilik Osmanli mulkunu de karistirdi; Ermeniler Ruslarla, Rumlar Ingiliz ve Yunanlilarla ittifak ederek Anadolu’yu kana buladilar...
Kapi komsu birbirine dusmanlasti ve Hiristiyanlarla Muslumanlarin ic ice oldugu Anadolu’da yan yana yasamaya olanak kalmadi...
‘Ermeni Tehciri’nin ve ‘Rum Mubadelesi’nin gunahini yalniz Turklere yuklemek ya tarihsel cehaletten, ya kasittan dogmaktadir. ..
*
Cehalet kimilerini de soyle konusturuyor:
- Osmanli’da gayrimuslim nazirlar (bakanlar) vardi, Cumhuriyette boyle bir sey gorulmedi...
Pesss...
1914’ten 1922’ye dek suregelen dis ve ic savastan sonra kurulan milli Cumhuriyette boyle bir seyin olanagi kalmis miydi?..
*
Tarihsel bilincten yoksun bir suru laf ebesi havanda, basinda ve TV’lerde su dovuyor...
Basbakan RTE de bunlardan biri...
Ataturk’ten sonra Turkiye’de azinliklari ulkeden sogutup kacirtacak nahos olaylarin yasandigi dogrudur...
Ama, Anadolu Turklugunun buyuk capta gocmenlerden olustugu da bir gercektir...
Cogu gocmen Turk, Hiristiyan devlet ve toplumlarda yasayamadigi icin Anadolu’ya dondu...
Bunlar da fasizmden mi kactilar?..

Anadolu’dan giden Hiristiyanlarin gunahi vebali Turklerin...
Peki, Hiristiyan ulkelerden kacip gelen Turklerin gunahi vebali kimin omuzlarinda? ..
Son ornek Kibris...
Eger Turk ordusu Kibris’a cikmasaydi, adada Turk murk kalmayacakti...
*
Turkiye bugun disardan kusatilmistir ve ulke dinci fasizm tehdidi altinda yasamaktadir. ..
Basbakan RTE ya bu siyasetin adamidir ya da bilir bilmez konusuyor...

Halk buyuk bir ekonomik krizin pencesinde kivraniyor.. .

Ama, demokrasi masallari soylenirken ‘Turkiye’nin tarihiyle yuzlesmesi’ slogani altinda palavralar gundemi isgal ediyor...

Evet, her ulke tarihiyle yuzlesmeli.. .
Bu yuzlesmede kilavuz, siyaset degil, bilim olmali...

Ve tarihiyle yuzlesen toplum -Hukumetin Baskani basta olmak uzere- tarihine sahip cikmali...

kaynak:
Bedii Nezih Oz
bediinezihoz@me.com
Yilmaz OZDIL
28 Mayis 2009

Okurlar siparis veriyor:“Mayin konusunu yaz.”
*Aslina bakarsaniz, pek “uzerinde durulmamasi gereken” bir konu bu
…Denk gelirseniz bas’mayin!
*Ama gene de yazayim…Sat’mayin.Sattir’mayin.
*Sus’mayin…Is isten gectikten sonra agla’mayin.
*Savunma Bakani diyor ki:“Kibris buyuklugunde arazideniyor, degil, abartiyorlar.”
*Siz Bakan’a bak’mayin…*
Sakin ola kan’mayin.Keriz yerine kon’mayin.
*Evet, Kibris buyuklugunde degil.Ama, Istanbullular kiyaslasin:Uskudar…
Kadikoy…
Kartal…
Maltepe’nin yuzolcumunu topla…
Dordunu birden.O buyuklukte.
*Uyu’mayin.*Ankaralilar, unut’mayin…
Kecioren’den buyuk!
*Izmirliler, aldan’mayin…
Karsiyaka’nin uc misli.Konak arti Buca kadar.
*Komple Turkiye’nin 4500’de 1’i kadar bu arazi… 300 milyon dolar verecek, mayinlari temizleyecek, sonra da bu araziyi 49 yilligina tepe tepe kullanacak.
*O halde sunu diyebiliriz:Komple Turkiye topraklarinin49 yillik fiyati ne eder?
1.3 trilyon dolar…
Yillik kirasi kaca geliyor?27 milyar dolar.
*Hic kafayi yor’mayin…
Bastirsin biri 27 milyar dolari…Bitsin bu askin istirabi.
*Adamin asabini boz’mayin.
ORTA ASYA TÜRK EFSANELERİNDE SÜMER EFSANELERİNDEN İZLER:

İlk olarak Promete’nin insanlara yazıyı, matematiği, astronomiyi, tıbbı, hayvanları evcilleştirmeyi, gemi yapmayı, kâhinliği öğrettiği efsanesi nedeniyle, batı dünyasında, bütün kültürlerin Yunanlılardan kaynaklandığı inancı yüzyıllar boyu süregelmiştir. Diğer taraftan, Tevrat da bir kısmı tanrı tarafından yazdırılmış, bir kısmı İsrailliler tarafından yaratılmış ilk dinsel ve edebî kitap olarak kabul edilmişti. Geçen yüzyıl içinde, Mezopotamya’da yapılan kazılardaki buluntular, çıkan binlerce yazılı belgenin çözülüp okunması ile her iki inanç da kökünden sarsıldı. Çünkü Promete’den an az 2000 yıl önce Sumerliler bunların hepsini bulmuşlar, yapmışlar ve kullanmışlardı. Diğer taraftan Tevrat’taki birçok konuların Sumerlilerden kaynaklandığı, metinler okundukça meydana çıkmış ve çıkmaktadır.
Bilindiği gibi Sumerlilerin en önemli bulgularından biri, dillerine göre bir yazı icat etmeleri, onu geliştirmeleri ve kil üzerine yazarak zamanımıza kadar ulaşmasını sağlamaları olmuştur. Bulunan belgeler arasında büyük değeri olanlar edebî yazıtlardır. Bunlar daha çok Sumerlilerin tanrıları ve dinleri ile ilgili konuları kapsamaktadır. Sumer yazarları ve ozanları tanrılarıyla ilgili çeşitli efsaneler yaratmışlar, şiirler yazmış, ilâhiler bestelemişlerdir. Bunlardan başka, destanlar, ata­sözleri, hikâyeler gibi konular da bulunuyor bunlar arasında.
Sumerlilerin dinleri ve edebî yapıtları gerek kendileri zamanında yaşayan, gerek daha sonra gelen Ortadoğu milletlerini etkisi altına alarak izleri, bir taraftan Yunanlılar yoluyla Batı dünyasına, diğer taraftan Tevrat ve Kur’an’a kadar ulaşmıştır.
Sumerlilerden Tevrat’a geçen konular üzerinde Batıda bazı yayınlar yapılmışsa da bu hususta ülkemizde bir yayın yoktu. Aynı konuların Kur’ an’da bulunup bulunmadığı, bulunuyorsa ne düzeyde olduğu soruları beni bir hayli meraklandırmıştı. Bu nedenle geçtiğimiz aylarda Sumer edebiyatından ve efsanelerinden Tevrat ve Kur’an’a geçen konuları karşılaştırmak suretiyle oldukça ayrıntılı bir yazı hazırladım.(1)
Sumerlilerin dillerinin Türkçeye benzediği ve dağlık yerden göç ettikleri kamsı gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu nedenle Orta Asya Türk Kültürü ile onların kültürü arasında bir bağlantı bulabilir miyim, düşüncesi ile Prof. Bahaâttin Ögel’in Türk Mitolojisi (2) kitabını zaman zaman incelemekte idim. Hakikaten bazı parellellikler tesbit ettim. Bunları bir başlangıç olarak bu kongrede sunmaya karar verdim. Fakat araştırmalarım ilerledikçe konunun daha genişleyeceğini ve kongre süresini aşacağım anlayarak araştırmayı kısa kesmeye mecbur oldum.
Bahaattin Ögel, Türk Mitolojisi temelinin uzay ve dünya ile ilgili inanış ve anlayış olduğunu yazmış. Sumer mitolojisinde de böyle. Sumerliler yaradılış ve evrenle ilgili düşüncelerini toplu bir halde yazmamışlar. Ancak bunlar, destanların baş kısımlarında veya ortalarında kısım kısım anlatılmış. Aynı geleneği Türk destanlarında da buluyoruz.
Sumer yaradılış efsanesine göre, önce her taraf derin ve geniş bir su ile kaplıydı. Bunun adı Tanrıça Nammu. Bu tanrıça sudan bir dağ çıkarıyor. Oğlu Hava Tanrısı Enlil onu ikiye ayırıyor, üstü gök, altı yer oluyor. Göğü, Gök Tanrısı An, yeri de Yer Tanrıçası Ninki ile Hava Tanrısı Enlil alıyor.(3) Buna göre önce evreni meydana getiren suda olan Ana Tanrıça ile Hava Tanrısı’dır. Gök ve Yer birer tanrı değil onların sahibidirler.
Türk efsanelerinde çok çeşitli yaradılış motifi var. (4 ) Buna rağmen ana motif birbirlerine benziyor. İlk olarak evren büyük bir sudan oluşuyor. Tanrı Ülgen, bazısında insan olan kişi, bazısında şeytan olan Erlik ile bu suların üzerinde uçuyor. Birinde denizden bir taş çıkarak Ülgen’e konacak bir yer oluyor. Başka birinde Erlik, diğerinde kişi, bir diğerinde ise yaban ördeği suyun içinden toprağı çıkararak yeri meydana getiriyor.
Bir başkasında ise su içindeki Tanrıça Akana veya Ak-ene, Ülgen’e yeri ve göğü nasıl yaratacağını söylüyor (Ogel-s. 332). Ülgen de yere ve göğe “ol” diyor, onlar da oluyorlar (Ogel-s. 433).
Ülgen’in yer ve göğe “olun” demesi ve evreni 6 günde yaratarak yedinci gün dinlenmesi Tevrat ve Kur’an’daki Allahın “ol” diyerek yeri göğü 6 günde yaratması ve yedinci günü dinlenmesi motifi ile paraleldir.
Sumer’de İnsanın yaradılışı: Sumer’de tanrılar çoğalmaya başlayınca kendi işlerini yapıp yetiştiremediklerinden yakınıyor ve bütün tanrıların yaratıcısı Tanrıça Nammu’ya gelerek işlerini yapacak kimseler yaratması için yalvarıyorlar. O da oğlu Bilgelik Tanrısı Enki’yi derin uykusundan uyandırarak tanrıların işlerini görecekleri yaratmasını söylüyor. Enki de annesine derin sudan çamur almasını, ona tanrıların görüntüsünde şekil vermesini, ona bu işte yer tanrıçası ile doğum tanrısının yardım edece­ğini söylüyor. Enki, ” Ey anneciğim! Yeni doğanın kaderini söyle “, diyor, sonunda o bir insan oluyor. (5)
Türk efsanelerinde insanın yaradılışı: Bunların birinde tanrı Ülgen deniz yüzünde toprak parçası görüyor. Bu toprağa “insan olsun” diyor, o insan oluyor. Adı Erlik. Bu tanrı ile kendini bir tutmaya kalkınca, tanrı etleri çamurdan, kemikleri kamıştan 7 insan daha yaratıyor. Türk Memlük efsanesinde, bir mağaraya dolan çamurlardan, yağmur ve sıcak etkisiyle 9 ay sonra ilk erkek meydana geliyor. Buna “Ay Atam” demişler, tekrar mağaraya dolan çamurlarla 9 ay sonra da bir kadın dünyaya gelmiş. Buna da “Ayva-akyüzlü” demişler. Başka bir efsanede tanrı insan şeklinde 7 erkek ve 4 kadın yapmış. Diğer bir Altay efsanesine göre tanrı Ülgen insanın etlerini topraktan, kemiklerini taştan yapıyor. Kadını da erkeğin kaburgasından. Kadının, Tevrat’a göre Adem’in kaburgasından yaratılması, Adem ile Havva’nın cennetten kovulması motifi hakkında Ögel kitabının 475′inci sahifesinde bazı yorumlar yapmışsa da yine bu hikâyenin kaynağı Sumerlilere dayanmaktadır.
Sumer’de Dilmun adında saf temiz tanrıların yaşadığı bir ülke var. Hastalık, ölüm bilinmeyen yaşam ülkesi. Fakat orada su yok. Su Tanrısı, Güneş Tanrısı’na, yerden su çıkararak orasını tatlı su ile doldurmasını söylüyor. Güneş Tanrısı istenileni yapıyor. Böylece Dilmun meyva bahçeleri, tarlaları ve çayırları ile tanrıların cennet bahçesi oluşuyor. Bu bahçede Yer Tanrıçası 8 şifa bitkisi yetiştiriyor. Bunlar meyvelenince Bilgelik Tanrısı Enki hepsinden tadıyor. Yenmesi yasak olan bu meyveleri yiyen Tanrı’ya, Tanrıça çok kızıyor ve onu ölümle lânetleyerek ortadan yok oluyor. Diğer tanrılar büyük güçlüklerle Yer tanrıçası’nı bularak tanrıyı iyi etmesi için yakarıyorlar. Tanrıça, Tanrının 8 bitkiye karşı hasta olan 8 organı için birer şifa tanrısı yaratıyor. Bunlardan 5 tanesi Tanrıça. Hasta olan organlardan biri kaburga. Onu iyi eden tanrıçanın adı, ” Kaburganın Hanımı” anlamına gelen Nin.ti’dir. Bu kelimede Nin hanım, -ti kaburgadır. -ti’nin diğer anlamı “yaşam” dır. Bu hikâye Tevrat’a geçerken kaburgadan bir kadın yaratılmış ve -ti kelimesinin ikinci anlamı alınarak “kaburganın Hanımı” yerine İbranicede ” Hayat Veren Hanım” anlamına gelen “Havva” adı verilmiştir. (6)
Özbeklere göre İnsanın ilk atası ” Kil Han ‘ imiş. Ögel, bunun İran’da ki ” Kil Şah ”ın bir devamı olduğunu söylüyor. Tevrat’taki ” Adam “ın anlamı da kırmızı toprak.
Görüldüğü gibi gerek tek tanrılı dinlerde, gerek Türk efsanelerinde, Sumer’de olduğu gibi, evren sudan, insan topraktan meydana gelmiştir.
Türklerin Yeraltı Dünyası hakkındaki inanışları da Sumerlilerin inanışına benziyor. Sumerlilere göre Yeraltı Dünyasında ölüler nehir yoluyla götürülüyor. Nehrin sonunda Yeraltı Tanrıçası Ereşkigal’ın 7 kapıdan geçilen sarayı bulunuyor. Oraya gitmek isteyenler için bazı yasaklar var. (7) Aynı motif Türk efsanesinde de bulunuyor. (8) Ögel Kur’an’daki Cennetin Irmağı olarak yorumlamak istemişse de bunun Sumer’deki Yeraltı Nehri olduğu kuşkusuz. Aynı nehir Tevrat’ta, Şeol, Yunan’da Hades olarak bulunmaktadır.
Sumer metinlerinde gök gürültüsü bulutlarını simgeleyen ” İmdugud ‘ adlı kutsal bir kuş var. Bu kuş kaderleri veriyor, sözüne karşı gelinmiyor ve yardımlar yapıyor. O’nun kanatları açılınca bütün göğü kaplıyor.(9) Bu kuş Akadlılarda ” Anzu ” adını alarak birinci yüzyıla kadar çiviyazılı metinlerde varlığını korumuştur. Bazen kartal olarak da algılanan bu kuş ve yılanla ilgi bazı hikâyeler var Sumer metinlerinde. Bunlardan birinde Aşk Tanıçası İnanna, Tanrılar Bahçesinde dalsız budaksız bir ağaç yetiştiriyor. Ağacın tepesine Imdugud Kuşu, ortasında “ Lilit ” isimli bir cin ve köküne de bir yılan yuva yapmış. Bu yüzden tahtasından yapmak istediğini yaptırmak için ağacı kestiremiyor. Gılgameş imdadına yetişip onları kaçırıyor ve ağacı keserek Tanrıça’ya veriyor. (10)
İkinci hikâye: Kral Etana’nın çocuğu olmuyor. Çocuk yaptıran bitki gökte imiş ama göğe çıkma imkânı yok. O, bir gün bir çukura düşmüş kartal yavrularını bir yılanın yemesinden kurtarıyor. Kuş buna çok seviniyor. Buna karşılık olarak, kralın otu alabilmesi için kanatlarının üzerine bindirerek göğe çıkarmaya başlıyor. Kuş her yükselişte aşağıda ne gördüğünü sorması üzerine kral evvelâ geniş bir alan olduğunu, gittikçe onun küçüldüğünü, en sonunda da birşey göremediğini, korktuğu için hemen indirmesini söylüyor. (11)
Üçüncü hikâye: Kahraman Lugalbanda, Zabu ülkesinden kendi şehri olan Uruk’a dönmesi için, İmdugud kuşunun dostluğunu kazanmak istiyor. Kuş yuvasında bulunmadığı zaman yavrularına yağ, bal, ekmek veriyor ve onlara bakıyor. Kuş yavrularına böyle güzel bakana candan dost olmaya, ona yardım etmeye karar veriyor ve Lugalbanda’nın şehrine rahatlıkla dönmesini sağlıyor. (12)
Bu üç hikâyedeki kuş ve yılan motifi Asya efsanelerinde çeşitli şekilde bulunuyor. Telüt Türkleri arasında Merküt soyundan bir boya göre sağ kanadını güneş, sol kanadını ay kaplayan kutsal bir gök kuşu var (B. Ögel, s. 599). Sibirya’da şehirlerin ve yurtların yanında bir sırık üzerinde ağaçtan yapılmış bir kuş resmi bulunuyor. Kuşa ” Gök Kuşu ” , direğe de ” Göğün Direği ” deniyor. Orta Asya ve Sibirya efsanelerinde bu direk “Hayat Ağacı” gibi anlatılmış. Hayat ağacı yerle göğü birleştiriyormuş (B. Ögel, s. 598). Bu kuş ve ağaç İnanna’nın bahçesine diktiği dalsız budaksız ağaca benziyor. Sibirya ve Orta Asya şamanları kartalı tanrı elçisi olarak görmüşler, esasen Şamanlığın babası da kartal imiş. Altaylıların Kögütey destanında kahraman Karabatur, atlarını çalan ” Kaankerede “ adındaki kuşu ararken onun iki yavrusunu ejderden kurtarıyor. Kuş da Karabutur’a atlarını geri veriyor. Yolda düşmanları tarafından öldürülen kahramanı, kuş hayat suyu vererek canlandırıyor. (13)
Kırgızların kahramanı Ertöştük, tepesi göklere uzamış bir çınar ağacı üzerinde Alp Karakuş’un yavrularını yemeye gelen ejderi öldürüyor. Kuş da ona birçok iyilik yapıyor. (14)
Başka bir efsanede Ertöştük’ü kuş yeraltından yeryüzüne çıkarıyor. Çıkarken yiyecekleri bitiyor. Adam etlerinden koparıp veriyor. Yeryüzüne çıktıklarında adamın etlerini iyi ediyor kuş. ” Bu iyileştirme, kuşun hayat ağacı üzerinde olmasındandır “, deniyor (B. Ögel, s. 541).
Bir Uygur efsanesinde, Bilge Buka’nın atalarından birinin dibinde yattığı ağaca bir kuş gelerek ötmeye, daha sonra adamı tırmalamaya başlamış. O sırada ağaçtan zehirli bir yılan indiğini görerek adam kuşu bırakmış. Bu kuşa Uygurlar, Tanrı gözüyle bakıyorlarmış (B. Ögel, 86).
Ögel, bu kuş motifinin eski İran Zend Avesta’dan gelmiş olabileceğini söylüyor. Bunda Hazer denizi ortasında bir ağaç üzerinde bir kuş bulunduğu yazılı imiş. Tahmuruf ve Zal’in tılsımları bu kuştan geliyormuş. İranlılar buna Sireng veya Simurg diyorlar. Araplar da adı Anka, Zümrüd-ü Anka. (15) Bunun Araplardan İran’a geçtiği de söyleniyormuş. Buna karşılık Ögel’e göre Türklerdeki Hüma kuşu, peygamberin hadislerinde Cennet Kuşu olarak bildirilen kuşmuş. Bu Cennet’te oturuyor, zaman zaman 7 kat göğe çıkıp tanrıya gidip geliyor, deniyormuş. İranlılar bunun Çin topraklarında yaşayan bir kuş olduğunu, savunuyorlarmış. Çin edebiyatında “Cennet Kuşu” motifi büyük önem taşıyormuş. Bu kuş motifinin, ” Gök Gürültüsü Kuşu “ adı altında Alaska’dan Güney Amerika’ya kadar bulunduğunu müşahade ettim. Çeşitli adlar almış ve efsanelere karışmış bu tanrısal kuş hikâyesinin İ.Ö. en az 3000 yıllarında Sumerlilerde başlamış olduğunu gördük. Hüma kuşunun da aynı kaynaktan geldiği kuşkusuzdur Çünkü Sumer’in tanrısal bahçesinde, cennet bahçesindeki dalsız budaksız bir ağaç üzerine tünemiş bu kuş 7 kat göğe çıkıyor.
Görüldüğü gibi, Sumerlilerin İmdugud kuşu, Akatlılarda Anzu, Araplarda Anka, Zümrüd-ü Anka, İran’da Simurg, Hindlilerde Garuda, Türklerde Hüma, adları altında çeşitli efsanelere konu olarak sürmüştür. Amerika yerlileri arasına kadar uzanan bu kuş motifi de Sumerlilere mi dayanıyor, yoksa hepsi birden daha önce var olan bir kültürden mi alınmıştır, bunu şimdi söyleyemiyoruz.
Sumer’de kahramanlar tanrılarla bağlantılı, insanüstü güçlere sahip. İlk işleri ülkeye zararlı olan büyük güçteki hayvanı öldürmek. Aynı motifi Türk kahramanlarında da buluyoruz.
Sumer’de “ 7 “ temel sayı olarak görülüyor. 7 dağ aşmak, 7 kapı geçmek, 7 kat gök, 7 tanrısal ışık, 7 ağaç, gibi. Türklerde temel sayı ” 9 ” olmasına karşın 7 sayısı da bulunuyor. Ögel’e göre bu Mezopatomya’dan Batı Türkleri’ne geçmiş. Göktürk devrinde Kozmolojik bir anlam kazanmış. 7 iklim, 7 yıl, 7 gün, 7 gök kısrağı gibi (B. Ögel, s. 314).
Türklerde Tanrı ülkeyi uygarlaştırıyor. Sumer inanışına göre de tanrılar şehirleri, kurumları yapıp insanlara vermişlerdir.
Türk Kaganı, tanrı tarafından çeşitli güçler verilerek insanları idare etmek üzere tahta oturtulmuştur. Sumer’de tanrılar şehir beylerini kendileri seçerek ve güçler vererek kendileri yerine ülkeyi idare ettiriyorlar.
Türklerde dağlar tanrıya yakın sayıldığından kutsal olmuşlar. Kurbanlar verilmiş dağlara. Sumer’de de dağlar tanrılarla insanlar arasında bağlantı kurdukları düşüncesiyle kutsal sayılmış. Onun için dağ olmayan Mezopotamya’da Sumerliler tanrı evlerini yapay tepeler üzerine yapmışlardır.
Sumerliler kendilerine “Karabaşlı” derlerdi. Bu deyimin Türkler’de olup olmadığını merak ediyordum. Divan-ı Lûgat-it Türk, cilt III, s. 222′de, Türkler arasında erkek ve kadın kölelere “Karabaş” deyimi kullanıldığı yazılı. Manas destanında ise Manas ziyafete yalnız çağrıldığında ” Karabaşlı Kişiyiz” demiş. Bu yalnız başımıza “Yiğidiz” demekmiş (B. Ögel, s. 513). Alanguva hikâyesinde, Alanguva, ışıktan olan çocukları için onların Tanrı Oğlu olduklarını, ” Karabaşlı ” insanlarla karıştırılmamalarını söylüyor. (16)
Sumer’de birbirine karşıt olan nesnelere kendi özelliklerini saydırarak atışmalar yaptırılmıştır. Kuş - Balık, Bakır - Gümüş, Kazma - Saban, Yaz - Kış…gibi. Bu Türklerde de varmış. Buna ” Aytışma ” deniyor. Bunun örneğini Divan-ı Lûgat-it Türk’te Yaz ile Kış’ın atışması olarak buldum. (17) Konu değişik ama motif aynı. Türklerde de Sumer’de olduğu gibi yaz ve kış tanrıları bulunuyor.
Sumer bilgin ve yazarları vaktiyle yaratılmış ve düzenli olarak işleyen kozmik varlıkları ve kültür olaylarını ” me “ kelimesi altında toplamışlardır. Bir tablet üzerinde 100′den fazla ” me ” bulunmuşsa da bunların ancak 60 kadarı okunabilmiştir. Bu kelimenin anlamı bilinmiyor. Birbirlerine karşıt kavram ve nesneleri içeriyor gibi görünüyor. Kavga - Barış, Doğru - Yanlış, Beylik- Tanrılık, Krallık - Cobanlık, Yalancılık - Doğruluk, Fahişelik - Gök Cenneti Fahişeliği… gibi. (18) Bu tarz Türklerde de var: Tanrı - Şeytan, iyilik * Kötülük, Bilgi * Cehalet, Sadakat - Vefasızlık, Yükseklik - Alçaklık, Ölüm * Yaşam… gibi. Buna dualizm deniyor. Ögel’e göre İran mitolojisinden girmiş Türklere. Eski Türk Maniheizminde bunlar ” İki Yıldız ” , daha doğrusu ” İki Kök “ sembolü ile ifade edilmiş. ” Hayat ve Ölüm Ağacı Kökleri ” olabileceği söylenmiş (B. Ögel, s. 421).
Burada Sumer Kültürü ile Türk Kültürü arasındaki parelellikleri elimden geldiğince özetlemeye çalıştım. Bunlara daha birçoklarının eklenebileceğinden kuşkum yok. Rahmetli Prof. Bahaeddin Ögel’in belirttiği gibi, Türk efsane ve destanlarında, komşularından, Mani dininden, Budizmden, Lama dininden, İran’dan, Hrıstiyanlık ve Müslümanlıktan birçok etkiler bulunduğu anlaşılıyor. Sumer etkisi bunlar yoluyla mı gelmişti, yoksa vaktiyle aynı Topraklar üzerinde yaşamış olmalarından mı kaynaklanıyordu?
Bunu bugün söyleyecek durumda değiliz. Yalnız şunu belirtmeden geçemeyeceğim; Sumerlilerin yaradılış efsanesinden biraz farklı olan Babil yaradılış efsanesinden Türklerde bir iz bulamamam oldukça ilginç.
Aziz Atatürk’ün büyük bir içtenlikle arzuladığı bu tür araştırmaları, daha derin ve kapsamlı olarak genç kuşakların yapacağı ümidiyle sözlerimi bitiriyorum. Teşekkürlerimle.
MUAZZEZ HILMIYE CIG
SUMERELOG
Başbakan Özür Dilemeli
28 Mayıs 2009 Perşembe

Cumhuriyetle kavgalı oldukları Anayasa Mahkemesinden tescilli iktidar tarafından yönetilen Türkiye, dönüşüme tabii tutuluyor. Bunu sadece Anayasa mahkemesi ya da bizler söylemiyoruz.

A takımından Egemen Bağış:“AKP hükümetinin son 7 yılda en önemli yatırımların demokrasiye yönelik olduğunu söyleyerek, `Bugün sessiz devrim olarak görülen başarıları hep birlikte başardık” Diyor.

Sessiz devrim denen olgunun içini başörtü seferberliği ve artan muhafazakârlığın doldurduğunu sanmasın kimse. Türk nüfustan oluşan ülkemizde öncelikle Türklerin his dünyası budanıyor. Sonra geriye kalan 35 etnik köken parlatılıyor.

Sessiz ve sinsi bu mücadelenin adı siyaseten “AB Devlet Politikası”. Türkiye’yi zayıflatan, bölünmenin arifesine taşıyan gelişmelerin farkında olmayan liderler, oyuna girmeye çalışıyor. Ülke bazen zenginlikleri özelleştirilmesi, bazen de sınır boylarında mayın temizleme adına yabancılara teslim edilmek isteniyor.

Ülkeler fakirleşirken bankalar artar. Bizde de öyle oluyor, bir sürü yabancı banka elde avuçta kalan son parayı almak için yoldan geçene kredi kartı dağıtır oldu. Türkiye, gitgide daha çok kontrol altına giriyor. Halk fakirleşirken devlet siyaseten çöküyor.

Bizde bunlar olur “su uyur düşman uyumazken”, birilerinin “komşu” diyerek sinir uçlarımızda yaratmaya çalıştığı sevgi hisleri ile bakın Yunanistan ne yapıyor?

Yunanlılar akıllı millet. Yunanistan’ı tek kurşun atmadan kuran komşunun hedefinde, Kıbrıs, Ege Bölgesi ve D. Karadeniz üzerinde hak kazanma çalışması var. Her sene eylül ayında meclislerince kabul edilmiş günde “Küçük Asya Soykırımı” anma günü düzenliyor.

Geçtiğimiz 19 Mayıs’ta da Yunanistan Pontuslular Federasyonu(POU), Pontus soykırımı adlı toplantı yaptı. Osmanlı’nın son döneminde D.Karadeniz’de Rum devleti kurmak isteyen yerli Rumların, bunu başaramamış olmasını bugün “soykırım” adı altında anıyorlar.

* * * Sahte Soykırım Toplantısına Avustralyalı Parlamenter Toplantıya her seferinde başka devletlerden konuklar davet ediliyor ve tanıtımı yapılıyor.

Bu senenin konuğu Güney Avustralya Adalet ve Çok Kültürlü İsler Bakanı Michael Atkinson. 19 Mayıs 2009 tarihinde yapılan Pontus Sözde soykırımının 90. yıl etkinliğine katıldı.

Bakın neler söyledi?

1- Bugün burada erkek, kadın ve çocuk mağdurların anısına onları anmak-onurlandırmak için sizlerleyim ve onların hatıraları için sizin için dua ediyor, sizinle ağlıyorum

.2- 30 Nisan 2009 da gecen yüzyılımızın ilk çeyreğinde vuku bulmuş Anadolu’da katliama uğramışların ruhlarının anısına saygıyla önce Osmanlı devleti tarafından daha sonra Mustafa Kemal tarafından 1915–1923 yılları arasında Ermeni, Helen, Süryani ve diğer Hıristiyan azınlıkların Anadolu’daki yok edilişlerini insanlığa karsı islenmiş en büyük kiyim olarak tanınması için Parlamentoda önerge sundum.

3- Hıristiyan oldukları için öldürülen 353 bin Eski Yunan Pontus’ların ve tarihin karanlık sayfalarının mirasına sahip çıkmak, imha edilmiş ve sürgün edilenlerin hayatta kalanlarının yakınları adına saygımı ödemek üzere buradayım.

4- Osmanlı rejimine karsı olan tüm azınlıkların planlı bir şekilde imha edildikleri konusunda hemfikirler. Çoğu Eski Yunan Ermeni, Süryani politik, dini ve kültürel liderler 23 Nisan 1915 de İstanbul’da tutuklandılar ve öldürüldüler. Yârım milyondan fazla Pontos Helen Yunanistan’a kaçtı.

5- Avustralya’daki akademik araştırmacılar savaş arşivleri üzerinde çalışmalar yapıyorlar ve devamlı bir şekilde Türklerin esir aldığı Avustralyalılar tarafından şahit olunan bu katliamlar üzerindeki yeni bulgulara erişiyorlar.

6- Burada Ayeea Sofeea meydanında toplanan hepimiz gibi 90 yıl önce yaşanan trajedinin tanınmasını istiyoruz Yunanistan’da yapılan hayali anma günleri ve katılan devletlerin resmi görevlilerin söylediklerinin bir kısmı böyle.

Türkiye Yunanistan’a ne yapıyorsunuz diye soruyor mu? İngiltere adına işgal için Çanakkale’de savaşan Anzakların torunlarının, bugün hangi amaçla geldiği de netleşmeye başladı bu arada. Başbakan’ın talihsiz azınlık açıklamasının verdiği tahribat ile Yunanistan’daki toplantı çakıştırıldığında, yakın gelecekte karşımıza “(sözde)Pontus ve Küçük Asya soykırımı” iftirasının çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Yunanlılar “İstiklal savaşımızı” telin edip, Anadolu’yu işgal ederken Türklerin karşı duruşunu “soykırım” olarak anlatıyor. Bizim Başbakanımız ise “azınlıkları kovdu faşistler” diyor. Vatanı kurtarmak için savaşmasaydık mı?
Tayyib Erdoğan, Türk Milletinden özür dilemelidir.

Not: Dış İşleri Bakanlığı 8 Mayıs 2009 tarihinde Avustralya’yı kınamış.
Benim demek istediğimse Yunanistan ile olup bitenin birebir görüşülmesi üzerinedir.
nevalkavcar@yahoo.com
http://www.sonsayfa.com/Kose-Yazisi-basbakan-ozur-dilemeli-1284-48.html

Tuesday, May 26, 2009

..) - Yav bırak Mustafa abi yaa, sen mi kurtarıcan memleketi Allah aşkına!

- Ama işgal zırhlıları...

- Boşver şimdi sen işgal zırhlılarını filan... Gün gelir, memleketin malını mülkünü tapusuyla İngiliz'e satar bunlar.

- Yok canım!

- Yeminle söylüyorum, İngiliz vatandaşı bakan bile getirip koyarlarsa şaşma.

- Ama ahval ve şerait...

- Güzel abim yaranamazsın... Bak şimdi binicez bu dandik gemiye, taaa Samsun'a gidicez, savaş, boğuş, kendimizi paralayacağız, diyelim becerdik, devrim mevrim, anlata anlata dilinde tüy bitecek, sonra sen kahırdan ölücen, önce biraz ağlıycaklar, sonra gene "Son Osmanlı Padişahı" diye pankart açacaklar, mezarında dönücen.

- Saltanat kalsın diyosun yani...

- Alışmadık kıçta don durmaz abi, egemenlik megemenlik vereceğine, iki çuval kömür ver, daha iyi... Aha buraya yazıyorum, açlıktan nefesleri kokarken padişahlarına saltanat uçakları alırlar, bu gemiyi de jilet yaparlar, söylemedi deme.

- Efkárlandım be...
- Yakma o cigarayı gözünü seveyim, yarın öbür gün belgesel yaparlar, keş gibi gösterirler seni haberin olsun.
- Hal çaresi nedir peki?
- Al padişahın kızını, yırtalım.
- Millet ne olacak?
- Onlar da ulemaya sorsun artık ne olacaklarını, bize ne, kendi düşen ağlamaz.
- Laik olmasınlar mı, birey olmasınlar mı, kendi lisanları olmasın mı, şıhlara şeyhlere mi bırakalım kaderlerini?
- Bak ne güzel söylüyorsun, kader der geçerler, takalım takkemizi bakalım dalgamıza, iş çıkarma başımıza...
- İyi de, yazık olmaz mı?
- Asıl bu yaptığını yaparsan yazık olur... Bazıları sana inanacak, etkilenecek, senin fikirlerini yaşatmaya kalkacak, hayatları kayacak, evleri basılacak, içeri tıkılacaklar, kimine saçını örtmediği için fahişe diyecekler, kimine milletin malını Arap'a satmayın dediği için komünist diyecekler, kimine Ne Mutlu Türküm Diyene dediği için faşist diyecekler, darbeci diyecekler... Yorma ahaliyi, kula kulluk edelim, rahat edelim.
- Yok arkadaş, ben bi deniycem.
- E sen bilirsin.

Yılmaz Özdil

Monday, May 25, 2009

Batı, Atatürk’ü Yargılıyor…
Erol Manisalı13 Nisan 2009

- Yargılanan Türkiye Cumhuriyeti, devrimlerimiz…

- Yargılanan bağımsızlığımız, özgürlüğümüz…- Lozan yargılanıyor, emperyalizme karşı kazandığımız savaş yargılanıyor…

- Halkımız, ulusumuz yargılanıyor sömürgeciler tarafından…

- Kimliğimiz, değerlerimiz ve varlığımız yargılanıyor…

- Kurtuluşumuz ve onun önderi Mustafa Kemal Atatürk yargılanıyor sömürgeciler ve onların maşaları tarafından…

En büyük suçlu Atatürk; çürümüş, emperyalizmin arka bahçesi ve oyuncağı olmuş, fiilen işgal edilmiş Osmanlı’dan, bağımsız bir ulus ve Cumhuriyet yaratmış, Avrupalı müstevlilere karşı.
Ezilen ve sömürülen dünyada bağımsızlığın simgesi olmuş bir Türkiye; hem de dünyanın en sorunlu bölgesinde. Hindistan’ın İngiltere’ye başkaldırmasında, Afrika ülkelerinin Avrupa’ya karşı savaşında; dün Castro’nun, bugün Chavez’in Amerika’ya meydan okuyan duruşunda örnek olmuş Mustafa Kemal Atatürk.

Sömürgeciler onu hiç sevmediler ve sevmiyorlar. Bundan dolayı Atatürk’ü yargılıyorlar, yermek istiyorlar. Yeniden o kaosa, Sevr’i kabul ettirdikleri Osmanlı’ya dönmek istiyorlar.
- Çağdaş değerler, çağdaş hukuk düzeni ve toplumsal haklar yerine siyasal İslamın egemen olduğu bir cemaat düzensizliği istiyorlar bu coğrafyada.

- Cemaatin başına bir kukla yerleştirip, onu yönetmek niyetindeler…
Obama’nın hafızası…
- Obama Afrikalı dedelerini hatırlıyor mu?
- Amerika’nın pamuk tarlalarına taşınamayan Afrikalıların bugün sömürgeciler tarafından ne hale getirildiklerini, “Sudan’a yeni askeri operasyonlar planlarken” hiç mi hatırlamıyor?
- Amerika’nın Irak, Lübnan ve Afganistan’ı kan gölüne çevirdiğini göremiyor mu?

Görememiş ki Türkiye’ye ve Irak’a gelişinde, “izlenen politikanın devamını” istiyor.

Afganistan’da kendisi için “savaşacak Türk askeri” istiyor. Amerika yenilmiş, “gel benim yerime sen savaş” diyor, kendi emperyalizmine alet ediyor…

Amerika için Kore’ye, Somali’ye, Yugoslavya’ya, Afganistan’a, Lübnan’a asker gönderdik. Dün Kurtuluş Savaşı’nda Batı’nın bize yaptıklarını bugün sömürgeciler tekrarlarken, neden onlara yardım ediyoruz? Bindiğimiz dalı neden kesiyoruz?

Dün İngilizin Çanakkale’ye getirdiği Afrikalı ve Asyalıların durumuna düşmedik mi? Türk halkı bizim, “Amerikalıların Gurka’ları olmamızı istemiyor”. İngilizlerin getirdiği Gurka’ları 1915’te Çanakkale’de gördük, 1974’te Kıbrıs’ta gördük. Şimdi bizi “Gurkalaştırmak” istiyorlar.
Obama’nın Anıtkabir’i ziyareti ve yazdığı sözcükler yalnızca, Batı’nın Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü yargılamakta oluşunu gizlemekten başka hiçbir anlam taşımaz. Bugün yaşamakta olduğumuz inanılmaz olayların arkasında kimlerin olduğu artık apaçık biliniyor. Televizyonları açın, gazetelere bakın, görürsünüz…

- Afganistan’da, Lübnan’da, Irak’ta, Gürcistan’da yeni Gurka’lara ihtiyaçları var. Soros söylemedi mi?Emperyalistlere göre “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü bizim insanımız, askerimizmiş”!..

- Soros bir simge, Batı penceresinden Türkiye’nin görünümü; Türkiye’nin ayakta kalması ve onlar tarafından yıkılmaması için insanını, askerini emperyalizmin çıkarları için kullandırması gerekiyormuş. En iyi Türk yöneticimiz onların Cola şirketinin başına getirilecek; en iyi doktorlarımız onların sağlık kurumlarında görev alacak; en iyi askerlerimiz onların Asya’daki, Afrika’daki ve Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyacak.
- Batı Türkiye’yi ancak bu koşulla kabullenir, bu koşulla yanında tutar, diyorlar.
Obama geldi, bir öpücük kondurdu. Bush gibi “sırtımıza vurmadı”.
Ermenistan’da, Kürdistan’da, Afganistan’da sizden hizmet bekliyoruz dedi. Mustafa Kemal bütün bu taleplere hayır dediği için sevilmedi, sevilmiyor.

Emperyalizm Mustafa Kemal’i, Cumhuriyet’i, bağımsızlığımızı, kurtuluşumuzu yargılıyor. Türkiye’de toplumsal hakların geliştirildiği gerçek ve katılımcı bir demokrasi istenmiyor. Sevr’i ve Osmanlı’yı işbirlikçileriyle birlikte, geri getirmek istiyorlar.

Reagan, baba Bush, Clinton, oğul Bush ve Obama Türkiye’ye bu gözle bakıyorlar. Amerika’daki ve Türkiye’deki danışmanları iyi hizmet vermişler.

Ama, güneş balçıkla sıvanmaz ki; siyah Obama bile karartamaz, ortada apaçık duran gerçekleri…
www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

EROL MANİSALI ÖLÜME Mİ TERKEDİLDİ

Ergenekon Operasyonu nedeniyle tutuklanan Erol Manisalı'nın sağlık durumundan endişe ediliyor. Manisalı'nın cezaevine girmeden önce bir çok hastalığının olduğu ve cezaevinde hastalığının ağırlaşma riskinin olduğu aylardır konuşuluyordu. Ancak Milliyet Gazetesi yazarı Nail Güreli durumun ciddi olduğunu anlattı. Güreli'nin Manisalı'nın sağlık durumunu anlattığı yazısı şöyle:

Bizim öteden beri Ümraniye operasyonu diye adlandırdığımız, bazı çevrelerin ise Ergenekon dediği dalgaların 12'ncisinden sonra (22 Nisan 2009) bu köşedeki yazının başlığı "İntikam" idi. Neden?Yargılama sürecinin dışında; yapılanlara, basına özellikle sızdırılanlara ve bunların yankılandığı çevrelere bakılınca, kaynağında bir karşı devrim niyetinin kıpırtıları görülüyordu. İş o noktaya geldi ki, geri adım atsalar hukukun kapsama alanı içine girecekler ve karşı devrim süreci sekteye uğrayacak. O nedenle, bu fırsat bir daha gelmez diyerek, hukuk dışı, hak ve adalet dışı, insaf ve vicdan dışı giriştikleri uygulamalar intikam duygusunu akla getiriyordu.Tutuklananların geniş bir bölümünün ortak paydası Atatürkçü düşüncelere sahip olmaları, yazılarıyla, söylemleriyle ve demokratik eylemleriyle AKP iktidarına karşı çıkmalarıydı. Prof. Dr. Erol Manisalı'nın bunlara ek bir özelliği daha var: Bir elma şekeri gibi sunulan küreselleşmenin boyasını kazıyarak, içyüzündeki sömürüyü ve ABD emperyalizminin vahşi yüzünü göstermesi.Daha önce, 2003-2006 arasında iki kez kalp krizi geçiren Manisalı'nın ciddi sağlık sorunlarının olduğu biliniyor. Kalp krizleri ardından sağ tarafı "inme" denilen kısmi felç geçiren ve beyninde bir tümör oluşan Manisalı'nın halen aşırı yüksek tansiyonun ve ritm bozukluğunun yanı sıra, kalp büyümesi, aort genişlemesi ve bel fıtığı var.Bütün bunlara karşın, avukatlarının tutuksuz yargılama istemleri reddediliyor. Böyle bir hastanın adım adım ölüme terk edilişi izlenimi pekişiyor. Uzun sözün kısası: Doğru ve dürüst yapıldığında, dünyanın en erdemli mesleklerinden üçü olan adalet, tıp ve medya tarihi bir sınavdan geçiyor.

Odatv.com13 Mayıs 2009

Saturday, May 23, 2009

Cumhuriyet 23.05.2009
Ünlü yazar Amin Maalouf yeni kitabında Atatürk’ten övgüyle söz ediyor
Halka onurunu geri verdi’


© Yeni kitabında batının yazdığı tarihle hesaplaşırken Atatürk’ten övgüyle söz eden Amin Maalouf, Türkiye’nin İslam âlemine örnek olduğunu vurguluyor.

Kültür Servisi - Türk okurunun daha çok tarihsel romanlarıyla tanıdığı Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf dün Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan yeni kitabında, tarihi kendi çıkarları doğrultusunda yazan Batı’yı eleştirirken bir zamanlar uygarlığın beşiği sayılan Doğu’nun geri kalma nedenlerini ele alıyor.

Uzun zamandır beklenen “Çivisi Çıkmış Dünya/Uygarlıklarımız Tükendiğinde” adlı kitabında, tarihle hesaplaşırken Atatürk’e de önemli bir rol veriyor.

“Çivisi Çıkmış Dünya”, içinde yaşadığımız “horgörü çağı”nda, bir yandan küresel ısınma, enerji kaynakları ve doğal felaketlerle, bir yandan da çıkarcı politikaların doğurduğu ekonomik ve siyasal bunalımlarla mücadele eden insanlık için bir ‘yol haritası’ niteliği taşıyor.

Kitapta, II. Dünya Savaşı sonrası Batı’nın ikiyüzlü yaklaşımı ve neden olduğu karmaşa eleştirilirken, Arap uluslarının 20. yüzyıldaki politikalarının başarısızlığı ve Ortadoğu sorunu gözler önüne seriliyor.

Maalouf, Atatürk’ten övgüyle söz ediyor ve Türkiye’nin İslam âlemine örnek olduğunu vurguluyor: “I. Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli itilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles’da ya da Sevres’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahip olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiplere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır.”

Atatürk’ün kısa sürede “ulusun kurucusu” konumuna geldiğini, halifeliği kaldırıp din ile devlet işlerini birbirinden ayırdığını, laik bir sistem kurduğunu, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koyduğunu belirten Maalouf, şöyle diyor:

“Halkı da onu izlemiştir. Çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. (...) Doğu’da pek az insan Atatürk’ün bir yandan Avrupalılara karşı canla başla mücadele verirken, bir yandan da Türkiye’yi Avrupalılaştırmayı düşlemesini bir çelişki olarak değerlendirir. O, herhangi bir tarafa karşı savaş vermemiştir, bir yerli olarak değil, diğer herkesle eşit bir insan olarak saygı görmek adına mücadele etmiştir; Mustafa Kemal ve halkı haysiyetlerini kurtardıktan sonra, modernlik yolunda çok ilerilere gitmeye hazırdırlar artık...”
kaynak: CUmhuriyet/ izzet Ozturk-au_ataturk@yahoogroups.com.au

Thursday, May 21, 2009

IŞIKLAR İÇİNDE YAT ÇAĞDAŞ SAVAŞÇI

BEKİR ÇOŞKUN-HÜRRİYET
Kadınlar gittiğinde...
Türkan Hoca o yazımı çok sevmişti:
"Kadınlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde ’yetim-öksüz’ kalan çok olur.
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler.. .
Çekmecenin dibinde artık kimsesizdir eski tarak.
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker ’sarıkız’.
Teki kalmış o eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir.
Koridor kimsesiz.
(.......)
Bir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci.. .
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur aslında, bir kadın gittiğinde..."
*
Oysa ben o yazımı sevmemiştim.
Çünkü bir kadın gittiğinde, aslında çok şey bırakıyordu arkada.
Bugün televizyonunuzu açıp bakın; bu kadar ifade, anlam, mesaj, söz... Bugün ağlayan o kendisi gibi binlerce yüz, kaç insan bırakabilir arkasında?..
Diyelim ki "çağdaş yaşam"ın anlamını bu topluma kim bu denli anlatabilmişti?.. Ya da içine düştüğümüz felaketin boyutlarını?..
*
Yine de o yazıyı sevmişti Türkan Hoca:
"...Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki ’Dikkat et...’ler duyulmaz, annesi gitmiştir ’geç kalma...’nın.
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında. Ve bir kadın gittiğinde pek çok ’yetim’ bırakmıştır arkasında..."

CAN DÜNDAR- MİLLİYET
O öldü, utanıyor musunuz şimdi? Utanıyorlar mıdır acaba şimdi? Hani o, ziyaretine gelenleri selamlamak için başını, boynunu sarıp cama çıktığında,
“Hayatını örtü düşmanlığına adadı. Ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı” diye yazanlar...
Evi basıldığında ağır hasta görüntüsü vermişti, tarikatlara söverken ise turp gibiydi” diye yalan düzenler...
“Konu Müslümanlık olunca hastalığını unutuyor” diyerek onu hedef gösterenler.. .
“Battaniyesini atıp konsere koştu” başlığıyla onu kendileriyle karıştırıp takiyeci ilan edenler...
Evini basıp 20 yıllık ajandalarını götürenler...
Din, her şeyden önce vicdansa...
Yürekleri hepten çöl olmadıysa...
Şeytan ruhlarını esir almadıysa...
Vicdan azabı çekerler mi?
Bir özür dilerler mi?
* * *
Türkan Saylan, bu ülkenin yüz akıydı.
Ancak samimiyetle inanmış insanlarda rastlanabilecek bir feda kültürünün son temsilcisi.. .
İnsanların yardımına koşmak, cehaletle savaşmak uğruna koşulsuz kendinden vazgeçecek bir örnek insan...
İçi boşaltılmış “ahlak” kavramının etten, kemikten hali... Demokrasiden taviz vermeyen laiklik hassasiyetinin sesi...
Bir eğitim mücahidi...
“Annesi Hıristiyan, kendisi misyonerdir” diyenler annesinin Müslümanlığa geçiş belgesi karşısında başlarını öne eğmişler midir acaba?
“Kendini acındırmak için hasta taklidi yaptığını” söyleyenler ölümü karşısında günaha girdiklerini fark edip hicap duymuşlar mıdır?
* * *
Tek başına bir toplumun kaderini değiştiren insanlar vardır; Türkan Saylan, onların başında anılacaktır.
Onunla ilk görüşmemiz, 15 yıl önceydi. “Sarı Zeybek”e Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin verdiği ödülü onun elinden almıştım.
Son görüşmemizde “Kardelenler” için bir kampanya filmi planlıyorduk birlikte... Ve o yine, hepimizi hayranlığa sürükleyen bir enerjiyle,
Anadolu’daki kızların durumunu anlatıyordu.
“Anadolu’yu küçücük katkılarla değiştirmek mümkün” diyordu.
“Bir kızın özgürlüğünün bedeli 200 YTL” idi.
Bulabildiği her kuruş, onun için kurtarılmış kızlar demekti.
* * *
Hasta halinde evinin basılması ve derneğinin yöneticilerinin, arşivinin götürülmesi, Ergenekon’un dönüm noktası oldu;
soruşturmanın zihni arka planını ortaya koydu.
“Çağdaş Yaşam”, cami duvarıydı soruşturmanın...
Saylan’a dokunulmasını kimse onaylamadı; birkaç vicdansız hariç... Onlar da bir süre insafsızlıkları yla hatırlanacak, sonra unutulup gideceklerdir.
Radyoaktiviteyi keşfeden, iki Nobelli Marie Curie, 1911’de Fransız Bilimler Akademisi’ne üyelik için davet edildiğinde bir gazete “O Fransız değil, Yahudidir” diye yazmıştı. Yayın etkili olmuş, Madam Curie Akademi’ye alınmamıştı.
Ne oldu?
Fransız Bilimler Akademisi’ne ilk kadın üye, ancak 68 yıl sonra, 1979’da seçilebildi.
Yalan kampanya yürüten gazete, halen tarihin çöplüğünde serili...
“Madam Curie” adı ise tarihi ışıtıyor. Türkan Saylan için de öyle olacak.
Adı, imdadına yetiştiği kızların yüreğinde ve hayatını adadığı ülkenin vicdanında yaşayacak.
Ruhu ise, ancak cehalete karşı açtığı savaş sonuçlandığında huzura kavuşacak.

EMRE KONGAR-CUMHURİYET
Kim Ölümden Korkmaz?
Ölüm, yaşamın en değişmez gerçeğidir...
Herkes er veya geç öleceğini bilir..
Kimi insan ölümden korkar ...
Kimi korkmaz...
Kimi onu vakur bir biçimde karşılar...
Kimi zavallılaşır, ölmeden ölür.
***
Eğer hayal kurmayı biliyorsan.. .
Eğer kurduğun hayalleri gerçekleştirmek için plan yapabiliyorsan. ..
Eğer kendini demokrasinin ve insan haklarının geliştirilmesine adamışsan...
Eğer “Ne şeriat ne darbe” demişsen...
Eğer binlerce öğrenci, asistan, meslektaş yetiştirebilmişsen…
Eğer önleri kapalı on binlerce umutsuz gence yepyeni ufuklar açabilmişsen…
Eğer sana yapılan bütün haksızlıklara, atılan bütün iftiralara sırtını dönebilmişsen… en umutsuz zamanlarda insanlara umut aşılayabilmişsen…
Eğer bu yozlaşan toplumda, gençler için bir örnek, bir model olabilmişsen…
Eğer hastalandığında, sağlık mücadeleni de “örnek bir hasta” olarak yapabilmişsen…
Eğer son sözlerin olarak “Randevularımı yerine getirdim, görevlerimi yaptım” diyebilmişsen…
İşte o zaman ölümden korkmazsın!
Işıklar içinde yat Türkan Saylan!
Güngör UrasOlayların içinden

Mayınları temizleyenler topraklarımıza 44 yıllığına sahip olacak
21 Mayıs Perşembe 2009

Kaçakçılığı önlemek için 1954 yılında Suriye sınırına mayın döşenmiş. Köylünün sahip olduğu topraklar kamulaştırılmış. Açık anlatımıyla, toprak köylünün elinden alınarak mayınlanmış. Şimdi hükümet, sınır boyundaki mayınları temizleyene, bu toprakları 44 yıllığına vermek için kanun çıkarıyor. Türkiye’de bu işi TSK’dan (Türk Silahlı Kuvvetleri) başka yapabilecek olan yok. Daha önce iki defa açılan (sonuçlanamayan) ihalede olduğu gibi, bu amaçla açılacak yeni ihaleye de sadece yabancı (büyük olasılıkla bu işin uzmanı İsrail) firmaları katılacak. İhaleyi kazanan yabancılar (eğer 44 yıl sonra çıkmayı kabul ederlerse) 44 yıllığına toprağa sahip olacak. O toprağı istediği gibi kullanacak. (Avrupa’da ülke sınırları arasında küçük topraklarda kurulmuş küçük devletler var. İster misiniz bizim mayın ihalesini kazananlar da Suriye ve Türkiye sınırı arasındaki topraklarda bağımsızlıklarını ilan etsinler!)
Bu işin uzmanı TSK Şimdi tartışılan sorunlar şunlar:
- Bu araziyi mayınlayan TSK.
Arazinin neresine ne mayın döşendiğini gösteren haritaya sahip olan TSK. Dünyanın 55 ülkesinde, ülkeye döşedikleri mayınları temizleyen o ülkelerin kendi silahlı kuvvetleri. İyi de bizde neden TSK mayınları temizlemiyor? - 2001 yılında hükümetin mayınları temizleme görevini Genelkurmay’a verdiği, Genelkurmay’ın ise temizlik giderleri için hükümetten 35 milyon dolar talep ettiği belirtiliyor.

NATO’nun Namsa isimli uzmanlık bölümünün Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesinin 50 milyon dolar harcama gerektirdiğini hesapladığı söyleniyor.

- Hükümetin TSK’ya 50 milyon dolar tahsisat verecek yerde, mayın temizleme işini yabancılara ihale etmek istediği ileri sürülüyor.

Bu gerekçeye karşı ise Onur Öymen (TBMM’de 13 Mayıs 2009’da yaptığı konuşmada), ”Başbakanına uçak almak için 60 milyon doları bulabilen ülkemiz, kendi döşediği mayınları temizlemesi için TSK’ya verecek 50 milyon doları nasıl bulamaz?” diyerek sorgu sual açıyor.
- Mayınlı arazinin büyüklüğü konusunda da farklı söylentiler var. Ama anlaşılan şu ki çok geniş bir toprak söz konusu. Sınır boyu, 510 km uzunluğunda (genişliği tartışmalı) toprak mayınlanmış.

MÜSİAD’çılar, Kıbrıs büyüklüğünde, 3.5 milyon dönümden söz ediyor.

TBMM’deki tartışmalarda sınır boyunda mayından temizlenecek arazinin 216 bin dönüm olduğu belirtiliyor.
Topraklar köylünün toprağı
- Onur Öymen’in bir uyarısı daha var. Suriye sınırındaki mayınları temizleyen yabancılara bu toprakları 44 yıllığına vereceğiz...
İyi de ülkenin başka yerlerindeki mayınlarını ne yapacağız?
Bunları kim temizleyecek? Açıklamalara göre, Suriye sınırındaki topraklarda 615.419 adet mayın var. Ama Türkiye topraklarının bütününde temizlenecek mayın sayısı 921.080 adet. Kalan 305.661 mayını kim temizleyecek?
- Mayın temizleme ihalesine katılabilecek yabancı firmalar, bu işte uzmanlaşmış firmalar olacak.

Toprakları mayından temizleyecek bu firmalar temizlikten sonra toprakları kendileri işleyemeyeceğine göre ne yapacaklar?
Kimlere, nasıl kullandıracaklar? Bizim kamulaştırma etiğimize göre, kamulaştırmayı gerektiren nedenler ortadan kalktığında gayrimenkul eski sahibine (kamulaştırmada ödenen bedel tahsil edilerek) iade edilir. Suriye sınırındaki toprakların kamulaştırılma nedeni ortadan kalktığına göre, eski sahiplerine, (kamulaştırılırken ödenen paraların tahsili şartıyla) iadesi gerekir.
Meral Tamer

Bir başsağlığını esirgeyen AKP hükümetine yazıklar olsun!
21 Mayıs Perşembe 2009

Türkan Hoca’nın hizmetlerinin Sağlık Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı için hiç mi önemi yok? Artık ölüler de mi laik-muhafazakâr diye sınıflandırılıyor?

Dün gazeteleri okuduğumda gözlerime inanamadım: Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Prof. Dr. Türkan Saylan’ın öldüğü sabah saat 10.56’da Anadolu Ajansı aracılığıyla başsağlığı mesajını yayınlıyor: “Prof. Dr. Türkan Saylan’a, bütün hizmetleri ve gayretleri için ülkem adına, hükümet adına teşekkür ediyorum.” Ancak bu mesajdaki “hükümet adına teşekkür”, Başbakan Erdoğan ve kabine arkadaşlarını ziyadesiyle rahatsız etmiş olmalı ki, 4.5 saat sonra yine AA tarafından geçilen düzeltme yazısıyla “hükümet adına teşekkür”, “milletimiz adına teşekkür” olarak değiştirilmiş. Anlaşılan Başbakanımız bu işten hiç hoşlanmamış!

Bu mudur Müslümanlıktaki hoşgörü, herkesi kucaklama?
Bu mudur sizin ölüye saygınız?
Bu mudur sizin topluma hizmet anlayışınız?

Sağlık Bakanı’nın borcu
Toplumun en dezavantajlı kesimlerine hizmet götürülmesine bile laiklik-muhafazakârlık ekseninden bakıyorsanız, yazıklar olsun size!Kimse dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ya da Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu’ndan Türkan Hoca için başsağlığı mesajı beklemiyor.
Ama Türkiye’de 20 yıllık bir uğraş sonucu cüzzamın kökünü kurutmuş, hayatını hastalarına -üstelik hastaların da en dezavantajlı kesimine- adamış, Anadolu’yu karış karış dolaşmış bir doktora Sağlık Bakanlığı’nın bir teşekkür borcu hiç mi yok?
Sizin hastanelerinizde başhekimlik yapmış bir mensubunuz için bu kadar mı duyarsızsınız Sayın Recep Akdağ?Eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Türkan Hoca’dan nefret ettiğini saklamıyordu. Hatta kız çocuklarının okullaşmasına yönelik Baba Beni Okula Gönder eğitim seferberliğini, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile yürütmekten vazgeçmemiz için epey ısrarcı olmuştu.

Yapılan 29 kız yurdunun, eğitime başladığı an Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim edileceğini bildiği halde, yurdun yoktan var edilme sürecinde bile ÇYDD adını duymaya tahammülü yoktu

.Çubukçu’yu kim engelledi?

Peki ya yeni Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya ne demeli? Onbinlerce kızı çocuk yaşta evlenmekten kurtarıp eğitimle buluşturan Türkan Hoca için, bakanlığı adına bir teşekkür mesajı yayınlayamaz mıydı?

Çubukçu önceki akşam NTV’de “Neden?” programında, Can Dündar’ın bir sorusu üzerine Prof. Saylan’a, eğitime verdiği katkılardan dolayı teşekkür etti; ama sözler uçar, baki kalan yazılardır.

Dahası ekranda gençlerle birlikteyken “Onun katkıları hükümetimizi ilgilendirmiyor” da diyemezdi herhalde...

AKP hükümeti, onbinlerce hastayı tedavi eden, onbinlerce kızı okutan bu bilim insanı ve sivil toplum önderinin ölümüyle hiçbir şekilde ilgilenmeyerek, ne kadar angaje olduğunu bir kez daha gösterdi.

Bu olay, Türkiye’deki bölünmenin, kırılmanın, hükümet eliyle nasıl derinleştirildiğini gösteriyor. Böyle bir cenazede birlikte ağlayabilmeliydik demiyorum; ama topluma malolmuş bir ölüye hükümet asgari saygıyı göstermeliydi.AKP hükümetindeki tarafgirlik, ölüleri bile laik ve muhafazakâr diye ayırmasına kadar vardıysa, ben bu ülkenin geleceğinden korkarım.

Wednesday, May 20, 2009

TRT’DE TÜRKAN SAYLAN AYIBI

“Bu kadar da olmaz” sözünü söylemekten artık sıkıldık.
Kimseye habercilik dersi de vermeyeceğiz.
Tek tek, madde madde haberciliğin etiğinden de söz etmeyeceğiz…
Ancak görünen köy kılavuz istemez diye bir söz vardır.

On binlerce insan bugün Lütfi Kırdar’daydı.
Teşvikiye Camii’ndeydi
Zincirlikuyu mezarlığındaydı…
Yollar insan seli oldu.

On binler bir bilim insanını, hayatını çocukların okuması için adamış, cüzzamla savaşmış, ödüller almış, laik, Cumhuriyet kadını Prof Dr. Türkan Saylan’ı son yolculuğuna uğurladı.

Hemen hemen bütün kanallar cenaze törenini canlı yayından verdi. Ana haber bültenlerine taşıdı. Çünkü cenazede bulunamayan, gelemeyen bir çok insan bu töreni izlemek istedi.

İzledi de…

Peki TRT ne yaptı? TRT1, TRT2…
Üstelik TRT2 haber kanalı.
Hiç…
Gündemden haberleri diğer kanallara TRT vermiyor mu? Hatta saat başı muhabirine bağlanmıyor mu?
Cenazede canlı yayın aracı bile yoktu.
Sadece ana haberde bir dakika verdi…

İster sevin ister sevmeyin…
İster fikirlerine karşı olun, olmayın.
TRT haberciliğin kurallarını hiçe saydı.
Hadi habercilik, etik… Geçtik…
TRT düşmanca davrandı.

Bir hatırlatma yapalım: Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili TRT2 iki gün yayın yapmıştı.

Uzun sözün kısası: TRT Türkan Saylan’a ayıp etti.
Hem de çok büyük ayıp…

Odatv.com

Tuesday, May 19, 2009

Yılmaz Özdil / Cuma, 15 Mayıs 2009

Hürriyet

Okurlar merak ediyor: "Açılımları niye yazmıyorsun?"
*Yazayım..."Türk" açılımı yapılsın.
*Kürt açılımı var.
Ermeni açılımı var.
Rum açılımı var.
Hamas açılımı var.
*Fikri striptiz yapılıyor...Bize açılan bi şey yok.
*Bu ne zulümdür kardeşim?
*Şeş tivi'yi açıyorlar, gözünün üstünde kaşın var diye, bizim televizyonları kapatıyorlar...
Ne bankamız kaldı, ne limanımız; malımızı mülkümüzü el áleme sattıkları yetmiyormuş gibi, açılım yapıp telefonumuzu verdikleri Arap bile "Türk" Telekom diye ortalıkta geziniyor, biz ise, "Türk'üm" bile diyemiyoruz artık.
*- Kimsin?
- Türk'üm.
- Olmadı...
- Ya nasıl olacak?
- Kürt'sen Kürt'sün, Laz'san Laz.
- E değilim...
- Türkiyeliyim de o zaman.
- Manyak mısın birader...
- Irkçısın sen!
*Bir ülkede kimin sesi çıkmıyorsa, ezilen odur...
Bizim ülkede kimin sesi çıkmıyor?
Bizim. Çünkü, herkes konuşunca "demokratik hak" oluyor, biz konuşunca "faşist!"
*Herkese tolerans...
Bize tahammül sıfır.
*Türk sorunu var bu ülkede.Empati lütfen...
Türk açılımı yapılsın.

Wednesday, May 13, 2009

Önce alıştırmanız gerekir.

Görüntüye.
Seslere.
Hareketlere.
Sessizliğe.
Çevrenizde olup bitenlere.
Yavaş yavaş alıştırırsınız.
Alışırlar.
Türbana.
Çarşafa, peçeye.
Taşyapı'ya.
Oğulların gemilerinin olmasına.
Çocukların televizyon kurmasına.
Yakınların yolsuzlukları na.
Sevgililere alınan evlere.
Çokeşliliğe.
Erkeklerin, kadınların ayrı ayrı oturmasına.
Ramazanda öğle yemeği verilmemesine.
Beyaz takkeyle gezenlere.
Hem de öyle alışırsınız ki size çok doğal gelmeye başlar.
Bizde böyle deyip geçmeye başlarsınız.
'Galiba demokrasi bu da biz mi anlamıyoruz?' diye
kuşkulanırsınız.
Sonra da uyuşursunuz.
Yavaş yavaş uyuşursunuz.
İçinizden bile tepki duymaz olursunuz.
'En az üç çocuk yapın' derler, dinler geçersiniz.
'Bizi azaltmaya çalışıyorlar' derler, gülme duygunuz
bile kaybolmuştur.
'Batı'nın ahlaksızlığını aldık' derler, öyle dinler
durursunuz.
Uyuşturmuşlardı r sizi.
Bir yandan Çanakkale zaferini kutlarsınız.
Öte yandan Çanakkale savaşını yıllar sonra
kaybettiğinizi bile fark etmezsiniz.
Başbakanınız planlarını Amerika'ya açıklar.
Siz burdan dinlersiniz.
Amerika Ankara'yı işgal etmektedir.
Siz İngilizce öğrenmeye çalışırken durumu
göremezsiniz.
***
Alışırsınız ve uyuşursunuz.
Geçmişe dalıp gitmişken, geleceği kaybetmekte olduğunuzu fark edemezsiniz. .
Plan da bunun için yapılmıştır.
Önce alıştırma.
Sonra uyuşturma.
Yüzünüze demokrasi derler, arkanızdan gülerler.
Yüzünüze çok kültürlülük derler, arkanızdan bölerler.
Yüzünüze değişim derler, arkanızdan soyarlar.
Yüzünüze gelişim derler, arkanızdan bakarlar.
Alışırsınız.
Uyuşursunuz.
Tehlikenin farkında mısınız?
Önce Alıştırma - Sonra Uyuşturma...

PROF. DR. ERDAL ATABEK
"Mustafa" filmi için savcılığın belirlediği saptamalar hiç kuşkusuz önemli. Ancak filmin asıl amacını, dolayısıyla işin özünü yakalayamıyor.

Ötesinde, saptanan yanlışlar Can Dündar’ın "iyi niyetli" diyemeyeceğim keyfi belgesel anlayışını da sadece ayrıntıda sergiliyor.

Anımsanacaktır, Can Dündar bu konuda, “Hayattaki her şey gibi, belgeseller de sübjektif” diyebilmiştir. “Mustafa” filmindeki sübjektifliğini ise şöyle açıklamıştı:

“Önünde 500 belge vardır, sen sana yakın olan 5’ini seçersin, ben bana yakın olan 5’ini. Aynı belgelere bakarak Bekir Coşkun farklı bir belgesel çekerdi, Yılmaz Özdil farklı çekerdi. Bu, benim Atatürk’üm, bana ait bir Atatürk yorumu. Bunun "gerçek Atatürk’e daha yakın biri olduğunu belgelerle kanıtlamaya çalışıyorum.” *

Oysa belgeseller kimsenin işine gelenleri kullanıp, işine gelmeyenleri görmezden gelerek yapılmaz. Yapılırsa, özellikle de bu iş olumsuzluklara odaklanmak, bulunabilen insani zaafları abartmak kastıyla olursa, gerçekte bir belgeselden söz edilemez. Çünkü yapılan iş gerçek Atatürk’e yakınlaşmak değildir. Ondan uzaklaşmak, en hafif deyimiyle Atatürk’ü ve yaptıklarını saptırmaktır, çarpıtmaktır. Savcılık saptamaları olayın bu yanını, yapımcıların bu yöndeki kasdını ortaya koyamamaktadır.

Ben filmdeki onlarca saptırma ve çarpıtmadan özellikle 7 örneği önemsiyorum. Şöyle:

1. Vahdettin ile ilişkiler

Filmde Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a "devleti kurtarmak" için gönderdiği iddia ediliyor. Bunu yabancı bir gazeteciye anlatan Atatürk'ün kendisidir. Ancak bu röportajda Atatürk, Vahdettin'in kurtarılacak devlet anlayışı ile kendisinin uğruna savaşacağı devlet anlayışının farkını da vurgular. Vahdettin'in İngilizlere yaranmak uğruna Pontus Rumlarıyla çatışan, uğradıklara saldırılara karşı direnen Karadenizli Türk ve Müslümanların kontrol altına alınmasını "devletin" yani yani İstanbul'daki saltanatının "kurtarılması" olarak algıladığını özellikle belirtir.

Can Dündar'ın röpartajın özünü görmezden gelmesi, böylece olaya ister istemez farklı bir anlam yüklenmesi sonucunu yaratması; deyim yerindeyse "belgede sahtecilik" anlamındadır.

Ötesinde, Vahdettin ile ilişkiler bu noktada bitmez. Vahdettin, Atatürk Samsun’a çıktıktan hepsi hepsi 21 gün sonra Atatürk'ü İstanbul’a geri çağırır. Dönmeyince önce Şeyhülislam Fetvası ile sonra gıyabi Divan-ı Harp kararıyla Atatürk'ün idamına hükmeder.

Bir belgeselde bunlar görmezden gelinir, Vahdettin olayı sadece Atatürk'ü Anadolu'ya vatanı kurtarmak için görevli gönderdi denilirse, tarihe saygılı olunduğu, gerçeklere bağlı kalındığı söylenebilir mi?

2. Can Dündar Atatürk'ün 1930'da halkın arasına çıktığını, gördüğü yoksulluk nedeniyle "biz bu işi başaramadık" diyerek bunalıma düştüğünü aktarıyor. 1930'lu yılları kapsayan sonrası için de akşam oturduğu rakı sofrasından ancak sabah olunca kalkan ve yatıp akşam rakı vaktine kadar uyuyan bir adam portresi çiziyor.

Atatürk'ün, 1930'da Türk halkının yaşam koşullarını sokakta, bire bir halk katmanlarıyla temas ederek araştırdığı ve tanık olduğu yoksulluktan etkilendiği, moralinin bozulduğu doğrudur. Ancak bu olay bir belgeselde anlatılırken, 1930'un 1929 dünya ekonomik buhranı ortamı olduğunun, Atatürk'ün bu buhranın Türkiye'deki yansımalarını bizzat gözlemlemek istediğinin yansıtılması gerçeğe saygının gereğidir. Nitekim Atatürk, "Biz bu işi başaramadık" derken, 1923'de henüz Cumhuriyet ilan edilmeden toplanan İzmir Kongresi'nde çizilen "kapitalist (özel kesim eliyle) kalkınma" yolunun pek işe yaramadığını, dünya buhranı sonrasında ise hiç işe yaramayacağını özellikle vurgulamıştır.

Bu nedenle Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kapitalist kalkınma arayışından, 1930'lu yılların hemen başında devletçilik ilkesinin kabulüyle karma ekonomi modeline geçilmiştir. Atatürk'ün direktifini vermenin ötesinde tartışmalarına bizzat katılıp sonuçlarını adım adım takip ettiği ve bütün sonuçlarına 4 yılda ulaşılan 5 yıllık sanayi planı, dünya ekonomik buhranının olumsuz etkilerini gidermek için başlatılan bir çalışmadır. Hala özelleştirme portföyünde tüketilemeyen çok sayıdaki devlet sanayi kuruluşu bu süreçte kurulmuş ve yurdun dört bir yanında işletmeye alınmıştır.

Bir anlamda büyük buhran sonrasında dünya teorik olarak Keynesci refah devleti arayışına yönelirken, Türkiye Atatürk'ün önderliğinde bu teorinin pratiğini yapmıştır. “Mustafa” filmine göre Atatürk rakı sofrası ya da yataktayken herhalde gıyabında okuduğu, satır altlarını çizdiği ve sayfalarına eliyle tartışma notları yazdığı 4.150 kitabın bu döneme ait olanları da çoğunlukla ekonomi üzerinedir.

Atatürk gördüğü yoksulluk nedeniyle yılmamıştır, havlu atmamıştır. Yeni bir sanayi hamlesiyle hala satıp satıp bitiremediğimiz kamu iktisadi teşebbüslerinin kurulup üretime geçmesi sürecinin bu dönemde başında ve içinde olmuştur.

Bu dönemi sadece rakı ve yatak muhabbetiyle geçiren sözde canlandırma belgeleriyle geçiren bir filme ne denir? Böyle bir film inandırıcı olabilir mi?

3. Filmde ikide bir, İzmir suikastı davasına atıf yapılarak, Atatürk'ün gözünü kırpmadan arkadaşlarını darağacına gönderdiği dillendiriliyor. Peki, kimdir bunlar? Kazım Karabekir mi, Ali Fuat Cebesoy mu, Rauf Orbay mı, Refet Bele mi?

Atatürk’ün bu arkadaşlarıyla yolları ayrılmıştır ama hiç biri idam edilmemiştir. İdam edilenlerden Atatürk'ün arkadaşıydı denilebilecek bir tek "Ayıcı" Arif vardır.

Bir devrim sürecinde yol ayrılmasını darağacı edebiyatına dönüştürmenin anlamı ne olabilir?

4. Filimde Atatürk'ün adeta Kürtlere özerklik verilmesini, eyalet sistemi istediği gibi bir izlenim zorlanıyor. Oysa burada Atatürk 1921 Anayasa'sının yerel yönetim modeline atıf yapmaktadır. Bu model de, sadece Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları için değil bütün ülke için geçerli bir yönetim modelidir.

5. Kurtuluş gerçekleşmiş, kuruluş sürmektedir. Cumhuriyet ilan edilmiş, Hilafet kaldırılmış, Latin harflerine geçilmiş, Miladi takvim kabul edilmiştir. Bunları anlatan Can Dündar, medreselerin de kaldırıldığını söyler ve müstehzileşen bir ses tonuyla ekler: "Böylece medresede Kaymak Hafız'dan yediği dayağın intikamını almış oldu..."

Can Dündar bu konudaki eleştiriler karşısında, “Ben bunu filme gayet masumane koydum. Keşke koymasaydım, pişman olduğum cümlelerden biri... Amacını aşan bir cümle…” diyerek bir tür özeleştiri yapsa da bu benim acımı dindirmedi. Can Dündar'ın “Mustafa” filmini bilemem ama Türk devrim tarihi Kaymak Hafız'ın iki tokadı kadar ucuz değildir.
bu
6. Filmin başındaki ve sonundaki "Dört Mevsim Tablosu" esintili "geliş ve gidiş" sahneleri ile bir korku filmini andıran mezardaki ceset yiyici çakal sahnesine gelince... Benim bilebildiğim kadarıyla, Atatürk'ün doğmadan önce ölen ağabeyinin cesedinin çakallar tarafından yenmesi, doğruluğu son derece kuşkulu bir tevatür. Bu konu kaynaklarda bir tek Şevket Süreyya Aydemir'in "Tek Adam" kitabında, o da bölgedeki yoksulluğu ve zor yaşam koşullarını antatmaya dönük bir "rivayet" olarak vardır.

Böylesi şüpheli bir rivayetin filmin hemen başında özellikle vurgulanması hangi amaçla olabilir?

Biz Türkler ölülerimizi deniz kenarına, kuma gömmeyiz. Can Dündar bu rivayete böylesine abartılı biçimde sarılırken, Atatürk'ün Türklüğü, Müslümanlığı konusunda yersiz bir kuşku yaratmayı amaçlamış olabilir mi?

Doğrusu, filmin başındaki ve sonundaki "Dört Mevsim Tablosu" esintili "geliş ve gidiş" sahneleri, Türkiye'ye ait olmayan bir yerden geldi, ölümüyle de o yere döndü türü bir kötü niyetli mesaj içerebileceği kaygısıyla bende böylesi bir rahatsızlık yaratttı.

7. Filmdeki, Atatürk Dolmabahçe'de hasta yatarken kendisine tezahurat yapan askeri öğrenciler için pencereye çıkarken yalnızlık sahnesini anımsayın. Aynı sahne Can Dündar'ın Sarzeybek filminde de var. Ancak bir farkla... Atatürk'ün yanı kalabalıktır. Sadece sağlık personeli de değil, dostları da yanındadır.

Bu sahne "Mustafa" filminde niçin değişmiştir? Atatürk niçin yalnız bir adam gibi gösterilmek istenmiştir? Böylesi bir çifte standardın ne anlamı olabilir?

Can Dündar ceza yasası kapsamında gerçerkten de bir suç işlememiş olabilir. Ancak, tarihi kasıtlı ve amaçlı olarak çarpıtmıştır. Dolayısıyla tarihe karşı suç işlemiş, gazeteciliğe ve belgeselciliğe ihanet etmiştir.

En iyi dileklerimle.


Uluç Gürkan

HERKES İÇİN FIRSAT
HERKESTEN SORUMLULUK
HERKESİN TOPLUMU

www.ulucgurkan.net
ulucgurkan@ulucgurkan.net
0090 312 4198777 - 0090 532 2180758
EROL MANİSALI ÖLÜME Mİ TERKEDİLDİ

Ergenekon Operasyonu nedeniyle tutuklanan Erol Manisalı’nın sağlık durumundan endişe ediliyor. Manisalı’nın cezaevine girmeden önce bir çok hastalığının olduğu ve cezaevinde hastalığının ağırlaşma riskinin olduğu aylardır konuşuluyordu. Ancak Milliyet Gazetesi yazarı Nail Güreli durumun ciddi olduğunu anlattı. Güreli’nin Manisalı’nın sağlık durumunu anlattığı yazısı şöyle:

Bizim öteden beri Ümraniye operasyonu diye adlandırdığımız, bazı çevrelerin ise Ergenekon dediği dalgaların 12’ncisinden sonra (22 Nisan 2009) bu köşedeki yazının başlığı “İntikam” idi.

Neden?Yargılama sürecinin dışında; yapılanlara, basına özellikle sızdırılanlara ve bunların yankılandığı çevrelere bakılınca, kaynağında bir karşı devrim niyetinin kıpırtıları görülüyordu. İş o noktaya geldi ki, geri adım atsalar hukukun kapsama alanı içine girecekler ve karşı devrim süreci sekteye uğrayacak. O nedenle, bu fırsat bir daha gelmez diyerek, hukuk dışı, hak ve adalet dışı, insaf ve vicdan dışı giriştikleri uygulamalar intikam duygusunu akla getiriyordu.

Tutuklananların geniş bir bölümünün ortak paydası Atatürkçü düşüncelere sahip olmaları, yazılarıyla, söylemleriyle ve demokratik eylemleriyle AKP iktidarına karşı çıkmalarıydı.

Prof. Dr. Erol Manisalı’nın bunlara ek bir özelliği daha var: Bir elma şekeri gibi sunulan küreselleşmenin boyasını kazıyarak, içyüzündeki sömürüyü ve ABD emperyalizminin vahşi yüzünü göstermesi.Daha önce, 2003-2006 arasında iki kez kalp krizi geçiren Manisalı’nın ciddi sağlık sorunlarının olduğu biliniyor. Kalp krizleri ardından sağ tarafı “inme” denilen kısmi felç geçiren ve beyninde bir tümör oluşan Manisalı’nın halen aşırı yüksek tansiyonun ve ritm bozukluğunun yanı sıra, kalp büyümesi, aort genişlemesi ve bel fıtığı var.

Bütün bunlara karşın, avukatlarının tutuksuz yargılama istemleri reddediliyor. Böyle bir hastanın adım adım ölüme terk edilişi izlenimi pekişiyor.

Uzun sözün kısası: Doğru ve dürüst yapıldığında, dünyanın en erdemli mesleklerinden üçü olan adalet, tıp ve medya tarihi bir sınavdan geçiyor.

Odatv.com13 Mayıs 2009

Tuesday, May 12, 2009

Mustafa'da suç yok, 28 hata var Savcılık Can Dündar'ın olay yaratan filmiyle ilgili kararını verdi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gazeteci Can Dündar’ın “Mustafa” filmiyle ilgili soruşturmayı tamamladı. Savcılığın yaptırdığı bilirkişi incelemesinde, Atatürk’ün hayatını anlatan söz konusu filmin “gerçeği” yansıtmadığı belirtildi.
Aynı zamanda Deniz Feneri soruşturmasının da savcısı olan Nadi Türkaslan, bilirkişinin belirlediği 28 yanlışı tek tek sıralarken, bütün bu yanlışlıklara rağmen, “Atatürk’e hakaret ve aşağılama unsurları bulunmamıştır” diyerek takipsizlikkararı verdi.

BİLİRKİŞİYE GÖRE DÜNDAR’IN YANLIŞLARI ŞÖYLE:


1- Atatürk’ün Erzurum’a gidişinde Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’in, Atatürk’e “Emrinizdeyim” dediği anlatılıyor. KazımKarabekir’in Erzurum’daki Kolordu Komutanlığı’na, Atatürk’ün kendisi ile görüşmesi sonucunda atandığı belirtilmiyor.
2- Yine ulusal hareketi tek elde örgütleyen “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin” kurulmasıyla sonuçlanan Erzurumve Sivas kongrelerinden ve “Amasya Tamimi”nden hiç söz edilmiyor.
3- İşgal anlatılırken sadece Yunanlıların Ege’yi istilasından söz ediliyor. Aynı dönemde Fransızlar Güneydoğu’yu, Ermeniler Doğu’yu ve İtalyanlar Güney Batı Anadolu’yu işgal etti. ancak eserde söz edilmiyor.
4- Atatürk için “Artık Mareşal ve Gazi’ydi” açıklaması bulunuyor, bu sıfatların Atatürk’e TBMM tarafından verildiği gösterilmiyor.
5- Atatürk’ün medreseleri kaldırması ve eğitimi laikleştirmesi, çocukluğunda “Kaymak Hafız” adlı öğretmenden dayak yemesine bağlanıyor.
6- Tarihimizde “Rum” ayaklanması yoktur. Yunandan Rumlar olarak söz ediliyor.
7- Atatürk’ün Şam’a “sürgün” edildiği anlatılıyor. Oysa Şam’ın o tarihte sürgün yeri olmayıp, döneme göre çok canlı ve ileri bir kent olduğu belirtilmiyor.
8- Atatürk’ün Şam’a sürgün edilmekle karamsarlığa düştüğü ifade ediliyor…
9- Atatürk’ün Sofya’da yalnızlık ve bunalım içinde olduğu anlatılıyor; Atatürk’ün oradaki Türkler’i örgütlemeye çalıştığı ve iki Türkçe gazete çıkarmalarını sağladığı anlatılmıyor.
10- Atatürk’ün Çanakkale’deki başarılarından kimsenin haberinin olmadığı anlatılıyor. Oysa o günlerin tanınmış gazetecisi Ruşen Eşref tarafından Atatürk ile “İstanbul’u kurtaran kumandan” olarak röportaj yapıldığı belirtilmiyor.
11- Atatürk’ün Diyarbakır’da 8 yaşındaki bir çocuğu evlat edindiği anlatılıyor; oysa Atatürk’ün bu çocuğu çok daha önce evlat edindiği belirtilmiyor.
12- Atatürk’ün Anadolu’ya ordu müfettişi olarak görevlendirilmesi sıradan bir iş olarak gösteriliyor.
13- Atatürk’ün ordudan istifasından sonra gösterilen sivil fotoğrafın, bu olaydan iki ay sonra Sivas Kongresi’nden sonra çekildiği belirtilmiyor.
14- Atatürk’ün Ankara’ya gelişinde Meclis önünde karşılandığı ifade edilmekle birlikte, gerçekte o tarihte Meclis binası inşaat halinde yarım bir bina olduğu gibi, karşılandığı yer de Meclis binası önü değil, Dikmen sırtları…
15- “Millet’in O’na karşı olduğu” ifade ediliyor; ancak gerçekte böyle olsa Ankara’ya gelişinde Ankaralılar tarafından coşkuyla karşılanmaması gerekirdi.
16- Sakarya Savaşı’na ait olarak gösterilen fotoğraflar daha sonraki dönemlere ait.
17- Büyük Taarruz’dan önce hazırlıkları gizlemek için verdiği davet “çay ziyafeti” olduğu halde, “ziyafet” olarak gösteriliyor.
18- Büyük Taarruz’dan önce büyük birliklerin taarruz yerlerini almasına, sadece ufak bir bölümün taarruz günü yürüyüş yapmasına karşın “bütün ordunun” yürüyüş yapıp savaşa başladığı anlatılıyor.
19- İzmir’in kurtuluşunda kullanılan Atatürk’ün sivil fotoğrafları o güne ait olmayıp, yıllar sonra çekilmiş fotoğraflardır.
20- Şapka Devrimi Atatürk’ün en radikal devrimi olarak gösteriliyor. Oysa Cumhuriyet’in ilanı, Hilafetin kaldırılması, Latin alfabesine geçiş daha radikal devrimlerdi.
21- Nutuk, Atatürk yazmayıp yazdırmış, sadece ‘Gençliğe Hitabe’yi kendisi yazmıştır.
22- Atatürk’ün yapılacak heykel için verdiği pozda kullanılan şapka, o döneme ait olmayıp günümüzde kullanılan şapkalardan…
23- Atatürk için “Artık her söylediği kanundu” ifadesi kullanılıyor. Oysa kanun yapma görevi TBMM’ye ait.
24- Atatürk için “en yakın arkadaşlarını bile gözünü kırpmadan idama yolladığı” yakıştırması yapılıyor. Oysa Atatürk’ün bir tek arkadaşının İstiklal Mahkemesi’nce suçlu bulunduğu belirtilmiyor.
25- Atatürk’ün hastalığı nedeniyle ayağa kalkamamasından dolayı dışarıdaki öğrencilere odada bulunan Kılıç Ali’ye el sallattığı, (doğru değil…)
26- Anlatılanın aksine Atatürk’ün vasiyetnamesini özel kalem müdürüne yazdırmadığı, vasiyetnameyi kendisinin yazdığı, zaten aksinin Medeni Kanunun vasiyetnamenin düzenlenmesine ilişkin düzenlemesine de aykırı olacağı…
27- Bilirkişi raporunda, Atatürk’ün son zamanlarında da maddi ve manevi yönden yalnızlık çekmediğinin kanıtı olarak; ölümü sırasında onu tedavi eden hekimlerin tümünün ve yakınlarının yanında bulunduğu, cenazesinin Ankara’ya naklinde her istasyonda trenin durması ve halkın onu yaşlı gözlerle uğurlaması, Ankara’daki cenazesine büyük bir kalabalığın katılmış olması gösteriliyor.
28- Atatürk’ün “bağ evinin” Milli Savunma Bakanlığı’na verilmesi onun dürüstlüğünü gösterecek bir uygulama iken hiç söz edilmiyor.

Monday, May 11, 2009

TURKAY ILICAK:
( Avustralya'daki Kibris Turk Radyosundaki sunumu )

Merhaba sayın dinleyiciler 11 mayıs 2009
Bir taraftan Gazete ve televizyonlarımızda rezillik düzeyinde dedikodu programları, düzeysiz magazın programları ve insanlara hiçbir katkısı olmayan, insanı insan yapan değerleri işlemeyen, yayınlar devam ederken, bir taraftan Türkü ebedi düşman bilen birileri adım adım hedefine yaklaşmakta ve Türkiyeyi her yönden çembere alarak sıkıştırmaya devam etmektedir.
Evet biz bizler başörtülerle Ergenekonlarla her gün birbirimizi gırtlaklarken ve Mustafa filimleri çevirip Atatürkü sıradanlaştırırken, birileri dünyayı bizlere dar etmek için uğraşıyor. Ve başarıyor da.
Evet sayın dinleyiciler, Geçen hafta bahsettiğim Avrupa Birliği Adalet Divanı kararıyla şimdi neredeyse Kıbrıs davası Rum ve Yunanlıların lehine en azından yarı yarıya çözülmüş durumdadır. İngiltere yüksek mahkemesi bu kararı onayladığı zaman Neler olacak biliyormusunuz? Kuzey Kıbrısta kendisine Rum malı veya evi tahsis edilen herkes, gerek herhangi bir AB ülkesine gerek Rum kesimine geçtiği zaman tutuklanabilecektir. Veya AB ülkelerinden birinde malı veya evi varsa el konulacaktır. Artı bunca zaman bu Rum emlakini elinde tuttuğu için bir de yüksek miktarda para cezası ödeyecektir.
Bu kanun öncelikle Güney Kıbrıstan Rum zülmünden kaçarak Kuzey Kıbrısa bir Rum evine yerleşen insanlarımızı kapsar.
Ama ayni zamanda Kuzey Kıbrısa gelip yerleşen gerek Türkiyeli gerekse tüm diğer yabancıları da kapsar. Kıbrısta kendisine bir Rum emlaki tahsis edilen Türkiyeli bir vatandaş da artık Avrupaya seyahat edemiyecektir. Aksi halde tutuklanacaktır.
Şimdi biraz daha ileri gidelim ve Türkiyenin AB ye girdiğini Kabul edelim. O zaman Türkiye de Rum emlakinde oturan gerek Kıbrıslı Türkleri gerek Türkiye asıllı vatandaşı tutuklama mecburiyetinde kalacaktır.
Yani 1974 Barış harekatı yapılmamış olacak ve belki de böyle bir harekete giriştiği, yani Kıbrıslı Türkleri kurtardığı için Türkiye ceza da yiyecektir. Kim tarafından? Tabii ki Ab mahkemeleri tarafından. Çünkü Rum Yunan, çok önceleri gerekli plan ve programlarını yapmışlar, biz kendi kendimizle boğuşurken AB mahkemelrine hakimler yerleştirmişler. Tıpki burada ve Amerikada kilit yerlere yerleştikleri gibi.

Şimdi Rum Yunan, hem kuzeyde bıraktığı mallarına geri dönüyor hem de yüklü tazminatlar alıyor. Ama durum daha bitmedi; Rumlar Güney Kıbrıstaki Türk mallarını da yol yapılacak devlet binası yapılacak baraj yapılacak bahanesiyle istimlak ediyor. Yani artık Kıbrıs sorunu çözülse de Birleşik Kıbrıs olsa da ve en son çare olarak Kıbrıs Türkü Güneydeki malına evine geri döndüğü takdirde orada da açıkta kalacak.
Bundan sonra sıra büyük bir ihtimalle Kuzey Kıbrıstaki Üniversitelere gelecek. Rum Yunan ikilisi bu üniversiteleri de kanunsuz ilan edebilir ve kapatabilir. Tabii ki Türkiyenin de uymağa mecbur olduğu ABirliği mahkemeleri kararlarıyla.

Kıbrısı bu ABirliği üyeliği kartıyla yutmak üzere olan Rum Yunan ikilisi, sonra yine ayni kanallardan Heybeliada Ruhban okulu ve Ege konularına girecek… Bir taraftan da Ermeni lobisiyle işbirliği yaparak dünyanın her yerinde gerek Ermeni gerek Pontus gerek Süryani vs soykırımları ile Türkiyeyi sıkıştırmaya devam edecek. İşte geçenlerde Güney Avustralya Parlamentosunda aynen yaptığı gibi.

Sayın dinleyiciler Başbakan Recep Tayyip Erdoğanın baskısıyla geçen gün Bizim Cumhurbaşkanı Talat Rumlarla görüşmelere devam kararı aldı.

Çünkü masadan kalkınca Denktaşın başına gelenleri düşünüp Barış karşıtı görünmek istemiyor. Aslında bu da bir Yunan korkutmacası. Tüm bu olanlardan sonra Türk tarafı nedense bir oyalama masası olan görüşmelerden kalkmayı bir türlü göze alamıyor. Rum ise görüşür gibi yaparak AB kanalı vasıtasıyla işini sonlandırmak üzere.

Galiba ayni taktiği Abirliği Türkiye için uygulamakta.. Bunun da yorumunu sizlere bırakıyorum.

Thursday, May 7, 2009

Prof.Dr. Mehmet Haberal
1944

Rize'nin Pazar ilçesi Subaşı Köyü'nde doğdu

1967

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi

1971

Genel Cerrahi alanında uzman oldu, Ekim

1973

Shriner's Yanık Enstitüsü (Shriner's Burns Institute) ve John Seally
Hastanesi'nde yanık tedavisi üst ihtisası yaptı, Galveston, Texas, ABD

1974-75

Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi, Transplantasyon Merkezi'nde
transplantasyon üst ihtisası yaptı, 1 Ocak 1974 - 30 Haziran 1975

1975

Hacettepe Üniversite Hastanesi, Genel Cerrahi Bölümü'nde Yanık ve
Organ Nakli Ünitelerini kurdu, Temmuz

Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde Türkiye'de ilk kez canlı donörden
böbrek naklini gerçekleştirdi, 3 Kasım

Dünya Yanık Derneği ulusal temsilcisi seçildi

1976

Genel Cerrahi alanında Doçent oldu

1978

Avrupa Organ Nakli Vakfı'ndan (Eurotransplant) temin edilen organla
Türkiye'de ilk kez kadavradan böbrek naklini gerçekleştirdi, 10 Ekim

1979

Organ ve doku nakli yasasının çıkmasını sağladı (3 Haziran'da
yasalaşan 2238 sayılı kanun)

Türkiye'de ilk kez yerli kaynaklı kadavradan böbrek naklini
gerçekleştirdi, 27 Temmuz

1. Ulusal Yanık Kongresini Ankara'da düzenledi, 26-27 Mayıs

1980

Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı'nı kurdu, 4 Eylül

1982

Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı'na bağlı Ankara'da ilk
Hemodiyaliz Merkezi'ni kurdu, 12 Mart

Genel Cerrahi Profesörü oldu

Dünya Yanık Derneği Yürütme Kurulu üyesi ve aynı derneğin Doğu Akdeniz
Bölge temsilcisi seçildi

1983

Ankara'da ilk organ nakli kongresini düzenledi

O zamana değin tüm dünyada en fazla 36 saat saklanabilen kadavra
böbreklerin soğuk iskemi sürelerini 111 saate kadar uzatılmasını
sağlayan çalışma

Tıbbi alandaki başarılı katkılarından dolayı Sedat Simavi Vakfı,
Sağlık Bilimleri Ödülü'nü aldı

1984

Akdeniz Yanık Kulübü kurucu üyesi

Orta Doğu'da organ paylaşımı ve teminini kolaylaştırmak için Orta Doğu
Diyaliz ve Organ Nakli Vakfı'nı kurdu

1985

İstanbul'da Orta Doğu Diyaliz ve Organ Nakli Vakfı'nın ilk kongresini
düzenledi 17-20 Kasım

Ankara'da Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı Hastanesi'ni kurdu, 16 Eylül

Amerikan Yanık Derneği "EVERETT IDRIS EVANS ÖZEL ÖDÜLÜ"nü aldı

1986

Dünya Yanık Derneği Genel Sekreter Yardımcısı seçildi

Haberal Eğitim Vakfı'nı kurdu, Eylül

Amerikan Cerrahi Derneği üyesi seçildi (Fellow of the American College
of Surgeons - FACS)

1987

Orta Doğu Organ Nakli Derneği Kurucusu ve Başkanı

İstanbul'da ilk Bölgesel Doğu Akdeniz Yanık Kongresi'ni düzenledi

1988

Ankara'da ilk Orta Doğu Organ Nakli Derneği Kongresi'ni düzenledi, 2-4 Kasım

Türkiye'de ve bölgede kadavradan ilk başarılı karaciğer naklini
gerçekleştirdi, 8 Aralık

1990

Türkiye Organ Nakli Derneği Kurucusu ve Başkanı, Ekim

Türkiye, Avrupa ve bölgede bir ilk olan, çocuklarda canlıdan kısmi
karaciğer naklini gerçekleştirdi, 15 Mart

Dünyada bir ilk olan, erişkinde canlıdan kısmi karaciğer naklini
gerçekleştirdi, 24 Nisan

1992

Dünyada bir ilk olan aynı canlı donörden kısmi karaciğer ve böbrek
naklini gerçekleştirdi, 16 Mayıs

New York Bilim Akademisi üyesi oldu

1993

Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı ve Haberal Eğitim Vakfı ile
birlikte Başkent Üniversitesi'ni kurdu.

Üniversite, 10 fakülte (Fen-Edebiyat, Hukuk, İktisadi ve İdari
Bilimler, Mühendislik, Tıp, Sağlık Bilimleri, İletişim, Diş Hekimliği,
Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık ile Eğitim Fakülteleri), 7 enstitü
(Organ Nakli ve Gen Bilimleri, Fen Bilimleri, Eğitim Bilimleri, Sağlık
Bilimleri, Sosyal Bilimler, Yanık, Yangın ve Doğal Afetler, Avrupa
Birliği ve Uluslararası İlişkiler) ve 5 Meslek Yüksek Okulu ile
İngilizce Hazırlık Okulu'ndan oluşmaktadır.

Ankara'da Başkent Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi'ni açtı

1994

İzmir'de Başkent Üniversitesi Zübeyde Hanım Araştırma ve Uygulama
Merkezi'ni açtı, 3 Eylül

1995

Türkiye'de Yanık ve Yangın Afetleri Derneği'ni kurdu

1998
Yalova'da, Türkiye'de kırsal kesimde hizmet veren ilk Diyaliz Merkezi'ni açtı.

Adana Başkent Üniversitesi Hastanesi'ni açtı, Haziran

Orta Doğu Yanık ve Yangın Afetleri Derneği'ni kurdu
1999

Ankara'da Başkent Üniversitesi Ayşeabla Okulları'nı açtı

2000

Alanya Başkent Üniversitesi Hastanesi'ni açtı, Temmuz

Dünya Transplantasyon Derneği'nin Roma'daki kongresinde kendisine
Türkiye ve dünyada organ naklinin gelişimine yaptığı katkılardan
dolayı "MİLENYUM MADALYASI" verildi, Ağustos

Ankara'da yeni Başkent Üniversitesi Hastanesi'ni açtı, 20 Kasım

Transplant Olimpiyatları Derneği, 20 Nisan

2002

Başkent Üniversitesi Adana Seyhan Hastanesi'ni açtı
Klinik ve Deneysel Araştırmalar Derneği, 14 Ocak

2003

Amerikan Cerrahi Birliği (American Surgical Association - ASA) Onursal
Üyesi seçildi

Başkent Üniversitesi Konya Hastanesi'ni açtı

2004

Cerrahi Araştırmalar Akademisi (Academy of Surgical Research) Üyesi ve
Türkiye Temsilcisi

"Kanal B", "Radyo Başkent", ve "Başkent Haber Ajansı" nı kurdu.

2004 yılı Ağustos ayında Japonya'da yapılan Dünya Yanık Derneği
(International Society for Burn Injuries-ISBI) kongresinde 2006-2008
Dönem Başkanlığı'na seçildi

2005

Uluslar arası Cerrahlar Birliği üyesi seçildi (Fellow of the
International College of Surgeons - FICS), Eylül, Prag

2006

Massachusetts General Hospital ve Johns Hopkins Hospital'da ders
vermek için davet edildi, 15-23 Mayıs

Dünya Organ Nakli Derneği'nin Orta Doğu ve Afrika bölge encümeni
olarak seçildi, 4 Mayıs

Azerbaycan Tıp Üniversitesi'nde Fahri Doktora unvanı verildi, 15 Mayıs

Pakistan Karaçi Üniversitesi tarafından Bilimsel Doktora unvanı
verildi, 15 Mayıs

Orta Doğu Yanık ve Yangın Afetleri Derneği (the Middle East Burn and
Fire Disaster Society-MEBFDS) Başkanlığı'na seçildi, Haziran

Dünya Yanık Derneği (International Society for Burn Injuries-ISBI)
2006-2008 dönem başkanı oldu, Eylül

Brezilya Yanık Derneği Yönetim Kurulu Onursal Üyesi seçildi, Eylül

Uluslararası Cerrahlar Birliği üyeliğine seçildi

Kuveyt Sağlık Bakanı Şeyh Ahmad Al-Abdulla Al-Sabah tarafından "Ömür
Boyu Başarı Ödülü" verildi, 26 Kasım

2007

Doğal Bağışıklık Derneği Toplantısı'nı ( Society of Innateimmunity
Meeting) Ankara'da düzenledi, 13-15 Mayıs

Organ Nakli Derneği' nin Yeni Fikir Lider Toplantısı'nı ( The
Transplantation Society New Key Opinion Leader Meeting ) Ankara'da
düzenledi, 01-07 Temmuz

Başkanlığını yaptığı Türkiye Organ Nakli Derneği'nin 9. Bilimsel
Kongresi'ni (9th Meeting of the Turkish Transplantation Society)
Ankara'da düzenledi, 04-06 Temmuz

Ankara' da Cerrahi Müdahelede Kalite ve Eğitim Konulu Sempozyum (
Symposium on Surgical Education and Quality) düzenledi, 17 Eylül

Uluslararası Cerrahlar Birliği Avrupa Federasyonu Türkiye Bölümü
Toplantısı' nı (International College of Surgeons European Federation
Turkey Section Meeting) Antalya'da düzenledi, 18-19 Ekim

Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ tarafından Organ Bağışı ve Organ
Nakli alanında yapılan çalışmalarda verdiği destekten dolayı ödülü
takdim edildi, 2 Kasım

Birinci Uluslar arası Yanık Haftası'nda (First National Burns Week)
Dubai'de ödülü takdim edildi, 4 Kasım

Almanya Münih'de bir irtibat ofisi kurdu.

2008

Böbrek nakli alanındaki öncülüğü ve böbrek nakli alanına yapmış olduğu
değerli katkılarından dolayı ödülü Prens Abdulaziz Bin Salman
tarafından takdim edildi, 18 Şubat

Karaciğer nakli alanındaki öncülüğü ve karaciğer nakli alanına yapmış
olduğu değerli katkılarından dolayı ödülü Prens Raad Bin Zeid
tarafından takdim edildi, 13 Mart

Organ Bağışı ve Organ Nakli alanında yapılan çalışmalarda verdiği
desteklerden dolayı ödülü Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fikri
Canoruç tarafından takdim edildi, 27 Mart

Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Ümitköy Semt Polikliniği' ni
açtı, 02 Haziran

Washington Universitesi Konuk Profesörlüğü (Washington University
Visiting Professorship) ödülü aldı, 5 Eylül

Uluslararası Yanık Derneği (International Society for Burn Injuries)
2006-2008 yılları arasındaki başkanlık görevinin sona ermesiyle
beraber deneğe yapmış olduğu katkılardan dolayı ödül aldı, 10 Eylül

Prague Yanık Merkezi'nde (Prague Burn Center) Prof. Dr. Radana
Königova tarafından Onursal Üyelik Ödülü takdim edildi, 30 Eylül

Sindh Üroloji ve Organ Nakli Enstitüsü ( Sindh Institute of Urology
and Transplantation) tarafından Onursal Konuk Plaketi ödülü aldı

İran Medikal Bilimler Akademisi'nden ( Academy of Medical Sciences of
Iran) Onursal Üyelik Ödülü aldı

Orta Doğu Organ Nakli Derneği ( Middle East Society for Organ
Transplantation) tarafından organ nakli ve bağışı alanında yapmış
olduğu katkılarından dolayı ödülü takdim edildi

Editörlük çalışmaları:

Türkiye Organ Nakli Derneği ve Türkiye Yanık ve Yangın Afetleri
Derneği tarafından yayımlanmakta olan tıp dergisi "Diyaliz,
Transplantasyon ve Yanık" dergisi Editörü
Ortadoğu Organ Nakli Derneği'nin yayın organı olan "Experimental and
Clinical Transplantation" dergisi Editörü
Dünya Organ Nakli Derneği'nin yayın organı olan Transplantation Proceedings,

1996 Misafir Editörü
1998 Misafir Editörü
2000 Misafir Editörü
2002 Misafir Editörü
2004 Misafir Editörü
2005 Misafir Editörü
2006 Misafir Editörü
2008 Misafir Editörü

· International Medical Journal" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
· Investigative Surgery" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
· Clinical Transplantation" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
· Transplantation Proceedings" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
· Saudi Journal of Kidney Diseases" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
· Burn Care and Rehabilitation" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
· Urology Journal" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
· Archives of Iranian Medicine" dergisi Yayın Kurulu Üyesi
22 Kasım 2008 itibarıyle

1730 böbrek, 320'den fazla karaciğer nakli yaptı
22'den fazla ulusal ve uluslararası bilimsel kongre düzenledi
35 ulusal ve uluslararası tıp derneği üyesi
1428 Türkçe ve İngilizce bilimsel yayının yazarı. 2 İngilizce, 4
Türkçe kitabı bulunmakta
Tıp alanında 25 ulusal ve uluslararası ödül sahibi

8500 çalışanı olan Başkent Üniversitesi bünyesinde 10 hastane, 1
poliklinik, 13 diyaliz merkezi, biri Adana biri Ankara'da olmak üzere
2 kolej, 2 otel, 6 vakıf, 4 vakıf iktisadi işletme bulunmaktadır.
Ataturk’un hayali "toprak reformu"nu gerceklestirmezsen, "koy enstituleri"ni kapatirsan... Bin yil bile gecse, cika cika ayni kapiya cikarsin....

Yilmaz OZDIL /yozdil@hurriyet.com.tr

Torerizm...


Huseyin Kanco yigit adamdi.

Agaydi.

Hamidiye alayi reisi.

Araplar akin yapardi...

O korurdu Mardin’i.

*

Kontrol ettigi topraklari, Ibrahim Pasa bagislamisti ona... Ibrahim Pasa, aslinda Berho Aga... Sultan Abdulhamid’den aldigi "pasa" unvaniyla kurmustu Hamidiye alaylarini... "Gazeteci" ayaklariyla bolgeyi karis karis gezen ve etnik-dini haritayi cikaran Ingiliz ajani Mark Sykes, cadirinda gorusmustu Ibrahim Pasa’yla... Ingiltere Kralicesi tarafindan "sir" unvani verilen Mark Sykes, soyle yazmisti Ibrahim Pasa icin:

"Feodal baron!"

*

Neyse...

Ibrahim Pasa’nin en sevdigi adamlarindan biriydi Huseyin Kanco... Kurt’tu. Devlete sadikti. Mustafa Kemal’i o kadar severdi ki, kizinin adini "Turkiye" koydu... Gel zaman git zaman, kiz buyudu, aga kizidir, alamazsin, baba verir, kendi gibi yigit birine vermek istedi Huseyin Kanco... Bir oduncu vardi, gariban ama, bilekli, Haci Sinan... Cagirdi Huseyin Kanco, "Bak" dedi, "malimi mulkumu sana birakacagim, tek sartim var, damadim olacaksin!"

*

Evlendi Haci Sinan ile Turkiye.

Sene geldi 1934’e...

Soyadi Kanunu cikti.

Haci Sinan, kayinpederi gibi devletine bagliligini kanitlamak icin, "Turk" soyadini aldi. Sinan Turk oldu, esi de Turkiye Turk... Yillar gecti, Sinan bir evlilik daha yapti. Ikinci esinden Ahmet dogdu.

(DTP Esbaskani Ahmet Turk...)

Turkiye cok uzuldu, uzerine kuma getirilmesini kabullenmedi. Kacti evden, Derik’e, babasinin dostu Necmioglu Asireti’ne sigindi... Turkiye’nin evlatlari da, analarinin baska bir asirete siginmasini kabullenemedi... "Tore" vardi... Haci Sinan ile Turkiye’nin buyuk oglu, gitti Derik’e, oz anasini vurup oldurdu.

*

"Torerist" oldu yani...

*

Her sey bir dugunle baslamis...

Cenazeyle bitmisti.

*

Sene 2009...

Mardin, asiret, dugun, cenaze.

*

Demem o ki, "oradaki Turkiye"yi kavrayabilmek icin, "gelin Turkiye"nin neden olduruldugunu unutmayacaksin.

*

Ataturk’un hayali "toprak reformu"nu gerceklestirmezsen, "koy enstituleri"ni kapatirsan... Bin yil bile gecse, cika cika ayni kapiya cikarsin:

Ya terorizm, ya torerizm.



6 Mayis 2009