Friday, December 25, 2009

Dersim halkı Oğuz boylarından gelmiş Türkmenlerdir.

ÖNYARGILARINIZIN TUTSAĞI İSENİZ BU YAZIYI HİÇ OKUMAYINIZ

Dersim’in asıl adı nedir?
Bu bölgede oturanlar nereden, ne zaman gelmişlerdir? Akrabaları hangi ülkede yaşamaktadır? Türk müdürler; Kürt müdürler? Yoksa nedirler? Dillerinin özelliği nedir? Alevi midirler? Eğer önyargılarınızın tutsağı iseniz bu yazıyı hiç okumayınız.
Yok anlamak-öğrenmek istiyorsanız; işte size 10 maddede Dersim gerçeği…Albert Einstein’ın sözünü bilirsiniz:“Önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur.”Ama bu baş belası tabuları yıkmak zorundayız.Çünkü…Hacı Bektaşi Veli’nin söylediği gibi, “ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”Bu arada şu görüşümü tekrarlayayım:Kişi kendini hangi kimlikte görüyorsa, hissediyorsa öyledir. Ve saygındır. Ayrıca, kimileri gibi “alternatif tarih” adına inkarcılık yapacak da değilim.O halde…Gelelim Dersim derslerine…

Madde 1) Dersim’in kökü nereye dayanıyor?Anadolu kavimler kapısıdır…Dersim bölgesine ilk yerleşimin M.Ö 6 binlere kadar uzandığı biliniyor.Subarlar, Hurriler, Asurlular, Hititler, Akadlar, Frigyalılar, Urartular, Medler, Persler, Makedonyalılar, Kapadokyalılar, Romalılar, Sasaniler, Araplar, Bizanslılar, Selçuklular, Moğollar, Akkoyunlular, Osmanlılar gibi kimler gelip kimler geçti.Dersim bölgesine kimi “İşuva” adını verdi: kimi “Supani”…Yaşayanlara kimi “Muştular” dedi; kimi “ Müşkiler”…Ne diyordu koca Ahmet Arif:“Beşikler vermişim Nuh'aSalıncaklar, hamaklar,Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,Anadoluyum ben,Tanıyor musun ?..”

Madde 2) Dersim’in adı nereden geliyor?
Dersim; Farsça, “der” (kapı), “sim” (gümüş) sözcüklerinden oluşan bir isim tamlamasıdır. Türkçe’ye “Gümüşkapı” olarak çevirebiliriz.Güney ağızlarında Dersim, “Darsim” diye telaffuz ediliyor.
Kimi tarihçi bunun sadece söyleniş olmadığını belirtiyor. Onlara göre “Darsım” Zazaca bir sözcük; ‘dar” (ağaç) ve “sim” (gümüş) idi; ve Darsım aslında “Gümüşağaç” demekti.Bu teze göre, Dersimliler “ağaca tapınmaları” nedeniyle bu ismi kullanıyorlardı!Ancak yazdığımız gibi bölgeye birçok uygarlıklar geldi. Ve bunların çoğu isim değiştirdiler.Örneğin Çemişkezek bölgesine; Hititler “Zuhma”; Urartular “ Tamişkiş”; Romalılar “Hieroplis”; Bizanslılar “Tsimisca” dediler…Dersim’in adı uzun yıllar “Daranalis” olarak kaldı. Bu ismin, M.Ö 519’da Doğu Anadolu’yu fetheden Pers Kralı Dara’nın adından kaynaklandığı ileri sürülüyor.Bu noktada “Daranalis” ve Persler’in adını geçirmemizin özel bir nedeni var. Çünkü Dersimlilerin asıl yurtları Anadolu değil; İran.

Madde 3) Dersimliler aslında nerelidir?

Horasanlıdırlar.Hazar Denizi’nin güney batısında (Tahran’ın kuzeyinde) Deylem/Daylam bölgesinde, Pers öncesi halklardan bir topluluk yaşardı: Deylemliler/Daylamlılar!İran’daki Büveyhoğulları Devleti’ni (932-1056) bunların kurduğu biliniyor.Bu halk 13’üncü yüzyılda Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya geldiler. Anadolu’da yaşadıkları bu bölgeye kendi adlarını verdiler.

Madde 4 ) Dersimlilerin akrabaları kimler?

Günümüz İran’ın Kuzey Horasan Eyaleti’nde Deylaman bölgesi vardır. Lahican, Siya, Kal, Koh, Mazendaran, Rast, Gibal, Pir Pulur, Fumen, Gerekerd, Gilan, Teberistan, Chalus, Kalar, Enzeli, Varemin, Bar, Tufem, Rudsa, Muvaz, Kohaman, Hasan Rud, Emurluh gibi yerlerde yaşayanlar Dersimlilerin akrabalarıdır.Konuştukları dil ise Zazacadır.“Dersim’de Kökler” adlı kitabından yararlandığımız Ali Kara, İran’daki “Dersimliler” konusunda araştırma yaptı. Anadolu’daki Dersimlilerle konuşma, türkü söyleme, inanç, yaşam tarzı konusunda aynı olduklarını yazdı. Kadın-erkek eşitliğini; kadınların başlarını kapatmadığını, isimlerin doğa adları olduğunu gözlemledi. “Cem”lerine katıldı. Aslında Şamanizm’in, Zerdüştlüğün hala yaşatıldığını fark etti.

Madde 5) Dersim dilinin kökeni nedir?Persler’in “Bisitun Kitabeleri”nde Deylemlilerin konuştukları dile “Zuzu” deniyor. “Zuzu” bugünün anlamıyla Zaza!Kimi dilbilimcilerine göre bu dilin adı, Deylem’den türeyen “Dımılıce”dir.Bu nedenle bilimsel sınıflandırmada bu dil ailesinin "Kuzeybatı İranî diller" grubunda yer aldığı belirtilmektedir.Dil bilimcileri ve Zazalar, Zazaca/Dımılıce’yi bir dil olarak kabul eder.Keza İranoloji dilbilimine göre de, Zazaca başlıbaşına bir dildir.Kürdolojinin babası sayılan V. Minorsky; ve David Mc Kenze, Prof, Goiche Kojima, Susani, Oskar Mann ile Karl Hadank gibi bilim adamları Zazaca'nın bir Kürt lehçesi olmadığını kanıtlamışlardır.

Zazaca; eski dillerden Partça’nın devamı olarak kabul edilirFakat bazı Kürdologlar bu durumu kabul etmezler; Zazaca'yı Kürtçe'nin dört lehçesi arasında sayarlar.Bütün Kürtler meseleye “milliyetçilik penceresinden” bakmazlar; “Kürdistan Milliyetçilik ve Dil” kitabının yazarı Amir Hassanpour gibi kimi Kürt dilbilimciler, Zazaca’nın Kürt lehçelerinden yapısal olarak farklı olduğunu yazar.Yine de bazı Kürt “aydınlar”, Zazalar’ın Kürt olmadığını iddia edenlere ateş püskürürler. Ebubekir Pamukçu, Ali Kaya veya Kürt M Şerif Fırat gibi yazarları “inkarcılıkla” suçlarlar!Şurası bir gerçektir ki, Zazalar’ın önemli bir bölümü günümüzde Kürt kimliğini benimsemişlerdir.Bu arada…

Bazı Türkologlar da, Zazaca'yı Türkçe'nin bir lehçesi varsayar ve; Zazaların Horasan'dan gelen Türk boyu olduğunu iddia ederler. Bunlara göre Zazalar, Dersim’e gidince Kürtleşmişlerdir!Devletin resmi tarih tezi de böyledir.Kuşkusuz bu “resmi tarihtir ve mutlaka yanlıştır” anlayışı doğru değildir.

Madde 6 ) Zazaca konuşulan iller hangisi?
Tunceli(bütün ilçeler); Bingöl (bütün ilçeler); Elazığ (Batı bölgesi hariç); Diyarbakır (Ergani, Çermik, Dicle, Lice, Çüngüş, Hani, Kulp, Eğil, Hazro); Urfa (Siverek, Bucak); Muş (Varto); Sivas (Zara, İmranlı, Ulaş, Kangal, Hafik, Divriği, Gürün) Adıyaman (Gerger); Erzincan(merkez ve Tunceli'ye yakın yerlerde); Batman (Merkez, Sason); Bitlis(Mutki,Tatvan); Malatya (Pötürge, Doğanyol, Arguvan); Ardahan(Göle); Uşat Eşme gibi Batı’daki bazı ilçe ve köylerde de sürgünler nedeniyle konuşulmaktadır.Zazaca sadece Türkiye’de konuşulmuyor. İran’da da en az 1 milyon insanın Zazaca konuştuğu biliniyor. Bunların küçük bir bölümü, Çaldıran Savaşı’ndan sonra Anadolu’dan kaçan Türkmen aşiretleridir.

Madde 7) Dersimliler Alevi midir?

Zerdüşt/Yezidi olan Deylaman halkı 873’te Müslüman oldu.917’de ise Caferi Sadık mezhebini / Aleviliği kabul ettiler.Kimi tarihçiye göre Zaza Aleviliği; Şii inancıyla, Zerdüştlüğün gelenek ve göreneklerinin bileşiminden oluşmuştur.Gelelim Anadolu’daki Dersimlilere…Dersim denince akla 126 aşiret ve boyun birleşmesi geliyor. Bunların hepsi Zaza değil. İçlerinde Türkmen aşiretleri de var.Bu aşiretlerin hepsinin tarihsel hikayesi farklı olduğu için hepsini ayrı ayrı ele almak gerekir. Bölgeye geliş tarihleri bile farklılıklar gösterir. Örneğin Hz. Muhammed soyundan geldiklerini iddia eden Kureyşan Aşireti, Melihşah döneminde Dersim’e geldi.Geliş tarihleri farklı olsa da Dersim bölgesindeki Zazalar’ın büyük çoğunluğu Alevi’dir. Fakat Sünni olan Zazalar’ın bulunduğunu da eklemeliyiz:Örneğin Cibranlı Halit Bey Sünni bir Zaza Kürdü’ydü.

Madde 8) “Tunceli” adı ne zaman verildi?

Vakit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak 1937-38 Dersim İsyanı’nı bastıran askeri harekatın adının “Tunç- Eli” olduğunu ve operasyondan sonra Dersim’e “Tunceli” adının verildiğini yazdı. Doğru değildir.
Osmanlı, Tanzimatla birlikte yeni idari yapılanmaya gitti.O tarihe kadar “başına buyruk olan” Dersim sancaktı.1847’te; Hozat merkez olmak üzere Erzurum vilayetine bağlıydı;.1859’da; Harput eyaletine; 1867’de ise topraklarının bir bölümü Erzincan sancağına dahil edildi.1879’da ayrı bir vilayet oldu.1886’da tekrar mutasarraflığa indirildi.1892’de Elazığ’a bağlandı.

Görüldüğü gibi Osmanlı, Dersim’i hep bölerek yönetmek tavrı içinde oldu.

Gelelim Cumhuriyet dönemine:Dersim 1923’te ilçe yapılarak Elazığ’a bağlandı.Ancak…25 Aralık 1935’te, 3195 sayılı, 2884 no’lu kanunla “Tunceli” adıyla il yapıldı.
Sünniliği devletin resmi ideolojisi haline getiren Osmanlı’nın Dersim’e bakışı belliydi.
Peki ya Cumhuriyet’in?

Bunu İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın isteğiyle sadece 100 adet basılan “Dersim” kitapçıktan anlayabiliyoruz:“Dersim’in coğrafi ve toplumsal yapısı, çapulculuk ve isyana teşvik edicidir. Halk bu yüzden vergi vermiyor, yasa dinlemiyor ve askerlik hizmeti yapmıyor. Toprağı tarıma elverişli olmadığı için çapulculuk yapıp çevre bölgelerdeki halka baskın yapıyor. (2700 kaçak vardı.)Halkın gerçek efendileri; şeyh, seyyid, dede, ağa ve bey takımıdır.
Dersim mutlaka devletin egemenliğine girmelidir. Ancak bölgede sadece asker ve jandarma bulundurmakla itaat sağlanmaz. Köklü ıslahat şarttır.
Dersim halkı Oğuz boylarından gelmiş Türkmenlerdir.
Sonradan Kürtleşmişlerdir.
Türk kökenlerine çevirmek için kışlaların yanına okul yapılmalıdır.Ağalar ve Seyyidler bölgeden Türklerin yoğun olduğu bölgelere sürülmelidir.”Cumhuriyet, Dersim’i merkeze hükümetin kontrolüne alıp çağdaşlaştırmak istiyordu.

Madde 9) Atatürk’ü seviyorlar mı?

Dersimliler, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in yanında yer aldı.Sivas ve Erzurum kongrelerinde 250 Zaza gönüllü koruyuculuk yaptı.Kongrelere Diyap Ağa ve Hasan Basri’yi milletvekili olarak gönderirler.23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’ne ise altı milletvekiliyle temsil edildiler.
Şeyh Said isyanına katılmadılar.
Dersimlilerin Atatürk sevgisinin iki nedeni vardır:Birincisi, Cumhuriyet Aleviler’i özgürleştirmişti.İkincisi Aleviler Atatürk’ün Alevi olduğunu düşünüyordu. Kimi Alevi’ye göre ise Atatürk “mehdi” idi.

Madde 10 ) Dersimliler niye ayaklandı?
Temel sebep; ülkenin batısını siyasi, iktisadi ve kültürel olarak “modernize eden” Cumhuriyet yönetiminin, artık ülkenin doğusuna da el atmasıydı.Cumhuriyet bölgedeki yoksulluğu-geri kalmışlığı ortadan kaldırmak istiyordu.

O küçük bütçesine rağmen 4 milyon lira ayırmıştı. Bununla yollar, köprüler yapmayı planlıyordu.Bölgeye “el atma”nın siyasi nedeni ise; Cumhuriyet’in, ağa ve şeyhlerin hüküm sürdüğü feodalizmi tasfiye etmek istemesiydi. Atatürk aşiret sisteminin yıkılmasını ve toprak reformu yapılmasını istiyordu.Meselenin kültürel ayağı da vardı. Dersim halkını Kürtleşmiş Türk olarak görüyorlardı. Mecburi iskan yasası çıkarılarak, Dersim aşiretlerinin Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere göndererek Türkleşmesinin sağlanacağını planlıyorlardı.

Ankara’daki bazı bürokrat ve siyasilerin Osmanlı döneminden kalma, “Sünniler devlete bağlıdır, Aleviler kötülüklerin başlıca nedenidir” şeklindeki Alevi düşmanlığıyla yaptıkları yönlendirmeler “reformların” sert olmasına yol açtı.Cumhuriyet kadroları reformları hayata geçirme konusunda ikiye bölündü; Vali Cemal Bey gibi uzlaşmadan yana olanlarla, Umum Müfettişi İbrahim Tali gibi sert tedbirlerin alınmasından yana olanlar arasında.En sert görüşler Mareşal Fevzi Çakmak’a aitti; Kürt memurlara bile karşıydı!

Diğer yanda…Şunu da eklemem gerekiyor; 1937-38 askeri harekatı Dersim’e yapılan ilk operasyon değildi.1861’den başlayarak Dersim’e sürekli askeri harekatlar düzenlendi.Yazdığım gibi bunun temel nedeni iktisadiydi.Tanzimat’ta da, II. Meşrutiyet’te de, Cumhuriyet’te de aynı durumla karşılaşılmıştı: Aşiret ağaları yeniden yapılandırılan merkezi yapının kontrolüne girmek istemiyordu. Kendi kanunlarını kendilerinin koyduğu feodal düzenin yıkılmasına karşı çıkıyorlardı.Bölge halkının yoksul ve cahil olması, feodal düzenin sürmesini isteyenler tarafından hep kullanılmıştır.Kuşkusuz onlarca zulme uğramış Dersimlilerin merkezi iktidarlara güvensizlikleri de bunda etken olmuştur.Aynı bugün olduğu gibi…

Soner Yalçın
Odatv.com
http://www.odatv.com/n.php?n=eger-onyargilarinizin-tutsagi-iseniz-bu-yaziyi-hic-okumayiniz-1912091200

Wednesday, December 23, 2009

Anagnostopulos:'Hıristiyanlar için böyle çalışan bir Başbakan görmedim'

Arslan Bulut

Alman Süddeutsche Zeitung gazetesinde yazan Kai Strittmatter, Tayyip Erdoğan ile ilgili övgü, muhalefet için iftira niteliğini taşıyan bir yazı yazdı.
Alman yazar, “Erdoğan Türkiye’de bir devrim başlattı. Bu sebeple hem seviliyor hem de kendisinden nefret ediliyor” diyor.

Yazar, Şahin Alpay, Ümit Fırat ve Cüneyt Zapsu’nun Erdoğan’ı öven sözlerine yer verdikten sonra “Konstantinopol Patriği I. Bartholomeos”un sözcüsü Dositheos Anagnostopulos’un “Bu insan tarihe geçecektir” ifadesini naklediyor!

Alman yazar, Türkiye’yi yakından tanıyan Yeşiller Partisi eski Avrupa Parlamentosu Milletvekili Joost Lagendijk’in “Türkiye’de Erdoğan Hükûmeti’ni desteklemenin haricinde bir alternatif yok. Yaptıkları bütün hatalara rağmen Avrupa yönünde ilerleyen bir tek onlar var. Muhalefet, milliyetçilerden oluşan umutsuz bir gruptan ibaret” sözlerini de kullanıyor.
* * *
Alman yazar muhalefet grubunun korkunç bir sabotaj gücüne sahip olduğunu da iddia ediyor ve Türkiye’de olan biteni ters yüz ederek anlatıyor. Mesela, “Cumhuriyetçilerden oluşan bu grup geri çekilmekte olsa da yargı ve ordu içinde hâlâ güçlü mevzilere sahiptir. Bunlar yazarlar hakkında dava açan savcılar, Kürt partilerini yasaklayan hâkimler ve üniversitelerde başörtüsü serbest bırakıldığında darbe yapma tehdidinde bulunan generallerdir” diyor.

Bilindiği gibi Türkiye’de suçlanan, telefonu dinlenen, cumhuriyetçi askerler, hakimler ve gazetecilerdir.!
Alman yazar devam ediyor:
- Türkiye’de ülkeyi derinden değiştiren bir devrim yaşanıyor. Atatürk’ten bu yana yaşanmayan derin bir değişimin olduğu bir devrim.
- Bu gelişme Türkiye’yi demokratlar ve demokrat olmayanlar, Avrupa’yı örnek alan liberaller ve kendilerini laik olarak adlandırıp Avrupa, Hıristiyanlar ve Kürtlere karşı kışkırtıcılık yapanlar olarak iki cepheye ayırıyor.
- Liberaller Tayyip Erdoğan’ın yanında yer alıyor. Bazıları hoşnut olmasa da başka bir alternatif olmadığı için bunu yapmak zorunda kalıyor.
- Hükûmet can düşmanı Ermenistan’a elini uzattı. Aşırı milliyetçi katiller çetesi Ergenekon’un yuvasını dağıttı. Bugüne kadar dokunulamayan ordudan hesap sordu.
- Türkiye’de nelerin kaybedileceğini anlayabilmek için, Taraf gazetesi tarafından gün ışığına çıkarılan, bir deniz subayı tarafından hazırlanmış kod adı “Kafes” olan planı okumak gerekir.
Buna göre Türkiye’deki Ermenilerin ve Rumların öldürülmesi, sonra da suçun Erdoğan’ın taraftarlarının üzerine atılması planlanmış. Plan Mart 2009 tarihini taşıyor.
- Peki Erdoğan ne yapıyor? Geçen yaz adalarda bir Ortodoks manastırını ziyaret ederek Patriğe yardım sözü verdi ve Hıristiyanların Türkiye’den kovulmalarının “faşistçe” bir uygulama olduğunu söyledi.
- Ermeni Patrikhanesi, Erdoğan’a 2007 seçimlerinde oy verilmesi çağrısında bulunmuştu, çünkü Türkiye’de gerek Müslümanlar gerek Hıristiyanların din özgürlüğü için Erdoğan ve partisinden başka biri yok.
- Rahip Dositheos, “Hıristiyanlar için böylesine girişimde bulunan bir Başbakan görmedim” diyor.
- Türkiye’deki üniversitelerde Kürt filolojisi fakülteleri var ve Kürt köylerine Kürtçe isimleri iade ediliyor, ancak Erdoğan daha da ileri gitti ve 1937 yılında ordu tarafından Dersim’deki Alevilere karşı yapılan katliamı bir suç olarak nitelendirdi. Bizim bir yorum yapmamıza gerek var mı?

Sahi Tayyip Erdoğan kimin için çalışıyor?
Patrik, çarmıh ve açılım!

Prof.Özcan Yeniçeri

Obama, Türkiye’ye geldiğinde bugünlerin moda söylemiyle üç açılım için bastırmıştı. Bunlar: Kürt, Ermeni ve Patrikhane bağlamında azınlık açılımlarıydı. Bunlardan ilk ikisi konusunda AKP iktidarının büyük ilerlemeler (!) kat etmesine rağmen üçüncü açılım konusunda somut bir ilerleme olmadı. Gerçi Başbakan Erdoğan, azınlık temsilcileriyle toplantı yapmış, sözler alınmış ve verilmişti.

Başbakan azınlık açılımının alt yapısı bağlamında olacak, yaptığı bir konuşmada aynen şunları da söylemişti: “Farklı etnik kültürden olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımdı. Bu hataya bazen biz de düştük”.

O, sürekli bir biçimde AB’den, Yunanistan Cumhurbaşkanı’ndan ve ABD Başkanından Türkiye’ye dinsel özgürlükler bağlamında üç hususta baskı yapılmasını talep etti.
Bunlar: vakıf malları, ruhban okulu ve Patriklik için “ekümenik” sıfatının kullanılabilmesi hususlarıydı.

Patrik, çarmıhı hafife alıyor!Patrik Bartholomeos iddialarını daha da ileri taşımak için harekete geçti ve Amerikan CBS Televizyonu’nda yayınlanan “60 Dakika” programında, “Türkiye’de azınlık olmak suç değil, ama biz kendimizi ikinci sınıf vatandaş gibi hissediyoruz” diyerek yeni bir tartışma başlattı. Patrik, “Burası bizim için Kudüs kadar kutsal topraklardır.

Bazen çarmıha gerilsek de burada kalmayı tercih ediyoruz” diye sözlerini sürdürmüş. Bu sözler üzerine sunucu, “Kendinizi çarmıha gerilmiş gibi mi hissediyorsunuz?” diye sorunca Patrik “Evet” yanıtını veriyor.

Açılımdan önceki ve sonraki patrik
Diğer yandan Bartholomeos bir din adamıdır ve tutarlı olmak gibi bir mecburiyeti vardır.

Halbuki O, “Türkiye’de kendimizi çarmıha gerilmiş gibi hissediyoruz” sözlerinin tam aksini dört yıl önce Kapadokya’da yaptığı bir konuşmada dile getirmişti. 3 Temmuz 2005 yılında Ürgüp Perissia Otel’de düzenlenen tören sonrasında Fener Rum Patriği Bartholomeos, şunları söylemiş:

“Ben bu memleketin çocuğuyum, kendimi hiç yabancı hissetmiyorum, ne Anadolu’da, ne Trakya’da, ne İstanbul’da. Bu memleketin çocuğuyum...
/...Biz buranın yabancısı değil, yerlisiyiz ve böyle kalacağız, böyle hissediyoruz. Kendimizi hiçbir zaman bu memleketin halkından ayırmamışızdır” demişti.

Açılımların faturası!

Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz, iktidarın “Açılım” konusunda yarattığı büyük beklentilerdir. Patrik, Türkiye’nin bir açılım zafiyeti yaşadığının farkındadır.

Bu nedenle de Türkiye’yi suçlayarak, baskı üstüne baskı yaptırarak sonuç almaya çalışıyor.

‘Kürt açılımı, Ermenistan açılımı, Suriye açılımı, Kuzey Irak açılımı oluyor da Patrikhane açılımı neden sözde kalıyor’ diye kendine göre yakınıyor.

Onun için Lozan’mış, Yunanistan’ın tutumuymuş ya da Türkiye’nin duyarlılıklarıymış çok da fazla önem taşımıyor.

Patrik, televizyona yaptığı son bir açıklamada bu durumu şöyle açıklıyor: “Ruhban Okulu meselesi devamlı askıda kalırsa, eninde sonunda AİHM’e başvurmak zorunda kalacağız. Ancak bunun için yeni seneyi bekleyeceğiz.../

...Hükümetin açılımlarını görünce çok umutlandık. Fakat olmuyor, olmuyor”. Patrik, hazır Türkiye açılım moduna girmişken içeride ve dışarıda kamuoyu oluşturup, sonuç almaya çalışıyor. Açılımlar dolaysıyla Türkiye’nin önüne konulan ve konulacak olan faturaların nasıl tahsil edileceğini çok fazla beklemeden herkes görecektir.

Tuesday, December 22, 2009

Yılmaz ÖZDİL Ağzında lokma varken suikast yapılmaz...

Suikast krokisi subayın ağzında.

Albay krokiyi çiğnerken basıldı.Binbaşı krokiyi yutmaya çalıştı.Isırırken kroki koptu.Krokiyi boğazından çıkardılar.Suikastçı krokiyi yedi.

*Yersen...

*“Valla biz vurduk” demelerine rağmen, şakır şakır asker vuranların PKK’lı olduğuna inanmıyorlar, suikastla suçlanan yarbaylar onuruna yediremeyip kendi kafasına sıkıyor...

Bunlar hâlâ mahalleden geçen subayların peşinde.

*Bakın, neymiş o suikastçının adı?E.Y.B.Olsa olsa, Embesil Yani Bu’nun kısaltılmış hali herhalde!

*Çünkü, sanırsın, Mısır piramitlerinin gizemli dehlizlerinde yaşıyor Bülent Arınç, nerde oturduğu bilinmiyor...

Halbuki, o mahalleye her gün önünde arkasında vaiyynn diye bağıran eskortlar, korumalarla geliyor, kapısının önünde de polis kulübesi var, anaokulundaki çocuğa sor, aha şurası diye göstersin...

Ama bizim albay suikastçı, elinde krokiyle adres arıyor iyi mi!
*(Kestane ağacına sırtını ver, 20 adım yürü, pastane var orda, dön ordan, ver sırtını pastaneye, 20 adım yürü, kestane ağacı göreceksin, arkasına sotalan filan.)
*Üstelik, manifaturacıda Kalaşnikof var, sokağı tarıyor; bu arkadaş albay olmuş, suikast yapacak, tabancası bile yok.

*Şöyle bi diyalog mesela...- Kimi vurcaz komtanım?- Arınç’ı.
- O kim?
*Reflü olduk gari, her Allah’ın günü gazete mutfaklarına kurulan darbe marbe ziyafetlerini kimse yemiyor...
N’aapsınlar, tatlı niyetine, mahalleden geçen subayları “Kroki yiyen suikastçı” diye servis etmeye başladılar... Yerseniz artık.


SUİKAST TİMİ SALAK ÇIKTI!/ Mehmet Tezkan

Bülent Arınç’a suikast girişimi haberinden bir şey anladınız mı?
Valla ben anlamadım..
Haberi okudum, gülsem mi, ağlasam mı bilemedim..
Ya birileri bizi salak zannediyor ya da hakikaten bu işlere kalkışanlar gerçekten salak..

*Nedenini anlatayım..Cumartesi akşamı 23.40’ta güvenlik birimleri bir ihbar üzerine Çukurambar 1424’üncü caddede bulunan iki aracı durduruyor..
Araçlardan birinde albay, ötekinde binbaşı var..
Binbaşının üstü aranırken, yutmak için ağzına bir kâğıt attığı görülüyor..
Hemen üstüne atlıyorlar, ağzından kâğıdı çıkarıyorlar..‘Cadde 1424’ diye devam eden bir adres yazılı..
Bakıyorlar, Bülent Arınç’ın evi!..
Adamlar özel harpçiymiş..
Yani iyi yetişmiş, iyi eğitilmiş subaylar..
Peki bu kadar iyi yetişmiş insanlar üç kelimelik bir adresi akıllarında tutamamış mı?
Yazıp yanlarında taşıyorlar?
İkide bir bakıyorlar?
Aynı zamanda bu kadar salaklar mı?
Sabah gazetesi Arınç’ın evinin adresini açık açık yazmış..1424’üncü cadde bilmem ne apartmanıymış..
Binbaşı düzeyine gelmiş özel eğitimli asker bu bir satırlık bilgiyi bile ezberleyemiyorsa vay ordunun haline!..
*Manzara şöyle miydi..
Öndeki araçta binbaşı, arkadaki araçta albay..
Binbaşının evinde suikast yapacakları veya suikast planlayacakları kişinin adresi..
Kâğıda baka baka ilerliyor..
1424’üncü cadde..
İhsan apartman değil, Yüksel değil..Kâğıda baka baka Arınç’ın evini arıyorlar..
Küt diye enseleniyorlar..
Bu kadar mı salaklar..Köşedeki bakkala sorsalardı bari..
Şu adresi tarif etsene deseler..
Daha kolay bulurlardı..*
Bir gazeteye göre iki subay 20 gündür izleniyormuş..
Demek ki albay ile binbaşı 20 gündür 1424’üncü caddede keşif yapıyor..
20 gündür Arınç’ın oturduğu apartmanın adını öğrenememişler hâlâ kâğıda bakıyorlar..
20 gündür ezberleyememişler veya 1424’üncü caddedeki koca apartmanı
20 gündür bulamıyorlar..
Salaklık valla!
Üç satırlık adresi akıllarında tutamıyorlar ama tedbiri elden bırakmamışlar..
Enselenince de küt mideye..
Herhalde kolay yutsun diye yanlarında şaşal da vardır!
*Başka ne olmuş olabilir?
Olay pek bu şekilde değildir ama birileri böyle bir senaryo yazıp tedavüle sürmüştür..
Enteresan olsun diye!
Heyecan yaratsın diye!
İyi güzel de beşinci sınıf Amerikan filmlerinde bile bu kadar kötü senaryo yoktur..
Herhalde senaryoyu yazanlar milleti salak zannediyor..
Ne versen gidiyor!
*Millet film izleye izleye bu işleri öğrendi..
Suikast hazırlığındaki iyi yetişmiş bir subayın gideceği adresi kâğıda yazıp sokak sokak aramayacağını herkes bilir..
*Her neyse bu işte bir acayiplik var..
Her yönüyle salakça dedik ama boş değil..
Altında bir bit yeniği var..
Kokusu yakında çıkar..
Başbakan Yardımcısı Çiçek olayın önemli olduğunu söyledi..
Yani basit bir kâğıt yutma hadisesi değil..
Bekleyelim!..
Erbakan o parayı tek başına mı lüpletti ki; sadece o ödüyor?/
Mustafa Mutlu

Anayasa Mahkemesi, Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Genel Başkanı olduğu Refah Partisi’ni 16 Ocak 1998’de kapattı.

Tüm varlığının da Hazine’ye devredilmesine karar verdi.
RP yönetiminin, Hazine’den alınan yardımı parti teşkilatına dağıtılmış gibi gösterdiği iddia edildi.
Mahkeme bu iddianın doğruluğunu araştırmak üzere bilirkişi görevlendirdi.
Bilirkişi raporlarında şu ilginç tespit yer aldı:
“Genel merkezin, 200 kilo sucuk, 400 kilo kaşar, 500 kilo zeytin ve 100 teneke beyaz peynir ile rozet, çakmak ve anahtarlık aldığı ve bunun karşılığında 118 milyar lira ödediği, alınan yiyeceklerin kullanım yerlerinin belirlenemediği, dolayısıyla bu paranın da Hazine zararı olduğu...” ***
İşte; bu raporla başladı meşhur “Kayıp Trilyon Davası...”
Başta Erbakan olmak üzere; aralarında Abdullah Gül’ün de bulunduğu 78 kişinin ‘özel evrakta sahtecilik’ ve Siyasi Partiler Kanunu’na muhalefetten cezalandırılmaları isteniyordu...
Dava, üç yıl sürdü.

Mahkeme suçu sabit gördü, bunun için de 139 ayrı sahte belge kullanıldığını tespit etti.
Mahkemenin kararını Yargıtay da onadı ve Erbakan hakkındaki hapis cezası kesinleşti.
Erbakan bu cezanın bir bölümünü önce yazlık evinde çekti; sonra eski öğrencisinin insafı sayesinde “Cumhurbaşkanı” affıyla kurtuldu...

Ama; Erbakan ve arkadaşları, o zamanki kurla 6 milyon dolar eden 1 trilyon lirayı iade etmedi... Borç, bugün 12 trilyon liraya ulaştı!
***
Bu paranın tahsili için başlatılan hukuki süreç de nihayet geçtiğimiz günlerde tamamlandı...

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Erbakan’ı Kayıp Trilyon davasındaki 12 milyon TL’yi ödemeye mahkûm eden mahkeme kararını onadı.

Böylece Erbakan’ın Ankara, İstanbul ve Altınoluk’taki ev ve arsalarının satışı için hiçbir hukuki engel kalmadı!
***
Tablo açık:
Erbakan ve arkadaşları suçlu...
Dolaylısıyla, hukukun kestiği parmak acımaz!
Ama... Bu gerçek, Erbakan’ın uğradığı açık haksızlığı görmemizi de engellememeli:
Eğer o para “yendiyse”, Erbakan tek başına yemedi...
Yasalara aykırı bir şekilde “buharlaştırıldıysa” o 139 sahte belgeyi Erbakan tek başına düzenlemedi...
Bu davanın başlangıçtaki sanıklarından bir bölümü (bugünkü Cumhurbaşkanı dahil olmak üzere) sahip oldukları dokunulmazlık zırhı sayesinde, yargılanıp aklanmak bir yana, ifade bile vermediler...
Oysa; bu skandalda en az Erbakan kadar onların da payı olduğu iddiası hâlâ geçerliliğini koruyor...***
Şimdi...
Refah Partisi’nin o dönemdeki bütün yöneticilerine soruyorum:
Rahat uyuyabiliyor musunuz abiler?
Kemalizm Ve Özelleştirme

Birkaç yıl önceydi. Yabancı bir gazeteci ve işadamı grubuna konuşma yapmıştım. Bitiminde sordular:-Türkiye'nin gündeminde özelleştirme var. Kemalizm devletçilik ilkesi ile bu bağdaşır mı?Şimdi benzer sorularla Türkiye'nin çeşitli köşelerinde karşılaşıyorum.. Bu sorunun yanıtını verebilmek için de, önce Atatürk'ün devletçilik ilkesini anlatmak gerekiyor.

***Atatürk'ün kendisi, 1935 yılında İzmir Fuarı'nın açarken devletçilik anlayışını şöyle anlatmıştı:"Türkiye'nin uyguladığı devletçilik, sosyalizm kuramcılığının ileri sürdüğü fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye has bir sistemdir.

Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Bireylerin özel girişimini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok yapılamayanları göz önünde tutarak, ülke ekonomisini devletin eline almasıdır."Aynı yıl, Atatürk'ün partisinin programında devletçilik tanımı şöyle noktalanıyordu: "İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapımcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir."Atatürk için devlet bir "amaç" değil, halkın mutluluğu için, üreten ve hakça paylaşan bir toplum için sadece bir "araç"tı.

Dönemin iktisatçılarının da kabul ettikleri gibi, Kemalizmin devletçiliği, sosyalizm ile vahşi kapitalizm arasında üçüncü bir yoldu. Devlet işletmelerinin piyasa kurallarına, verimlilik ilkelerine göre işletilmesi öngörülüyordu.

Atatürk daha 1925'lerden sonraki ilk Sanayi Bankası girişiminde, KÜT'lerden sözederek şöyle demişti:"-Bu sistemin de birtakım sakıncaları var. Bunlar bir tüccar gibi çalışmıyorlar. Bir tüccar gibi çalıştırmalıyız, yoksa kısa zamanda bozulurlar!.."Atatürk'te "ekonomik gücü halka yayma" düşüncesi vardı.

Kamu işletmelerinin kurulmasını, verimli işler hale gelmesini ve "halk"a devirlerini öngörüyordu. Ama halktan alınan vergilerle oluşturulan bu işletmelerin, yerli ya da yabancı çıkar çevrelerine "peşkeş" çekilmesini öngörmüyordu. Devlet o yoldan sağlayacağı kaynaklarla, yeni yatırımlar yapacaktı.Kemalist devlet, hem yatırımcı hem de sosyal adaletçi idi. O dönemin fabrikalarında okul vardı, hastane vardı, işçilere lojman vardı.. Kemalist devletçilikte, toplum yararını gözetmek de vardı, özel kesime destek olmak da. Ama özel çıkarları, halkın genel çıkarlarının önüne geçirme yoktu.Hele hele, devletin talan edilmesine göz yummak, ya da talan aracı olmak hiç yoktu!
* * *Atatürk dönemi sadece siyasal ve toplumsal açıdan değil, ekonomik açıdan da büyük bir atılım dönemi idi. Yıkıntılar üzerinde bir "ekonomik mucize" gerçekleştirilmişti o dönemde.. Üstelik de Osmanlı'nın borçları ödenirken ve tek kuruş dış yardım almadan..

Tarımda, tüm Cumhuriyet dmneminin yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 3,5. Son yıllarda yüzde "eksi 2".. Ve Atatürk döneminde yüzde 7,6.Sanayide, tüm Cumhuriyet dmneminin yıllık ortalama büyüme hızı yüde 6,4. Son yıllarda yüzde 1,7..

Ve Atatürk döneminde yüzde 9,6.Enflasyonda, tüm Cumhuriyet yılı ortalaması yıllık yüzde 17,7. Son yıllar ortalaması yüzde 85.. Ve Atatürk dönemi ortalaması, bazı kaynaklara göre yüzde 4, bazı kaynakalra göreyse yüzde "eksi 2"...1929-39 yılları arasında, bütün dünyada toplam sanayi üretimi artışı yüzde 19. Türkiye'de ise yüzde 96..

Türkiye, Japonya ve Rusya ile birlikte, dünyada en hızlı kalkınan üç ülkeden birisi.Üstelik de fiyat artışı olmamış. Türk lirası dolara karşı değer kaybetmemiş, tersine değer kazanmış. Ve de Türk emekçisi, Batı'dakiler gibi ezilmemiş, sömürülmemiş, sosyal ve siyasal hakları için kan dökmemiş..

* * *Türkiye'de KİT'ler, Kemalizme karşı olan iktidarlar eliyle kötü işletmeler haline getirildiler. "Arpalık" oldular. Özel çıkarlara kaynak aktarmanın, devlet eliyle bazı kişileri zenginleştirmenin aracı oldular. Ucuz siyasal çıkarlar uğruna, "işçi deposu" yapıldılar.Ama Özal döneminin ortalarına kadar, gene de kârlı idiler.Önce zarar eder hale getirildiler. Sonra da "Bakın ekonomiye yük oluyorlar, özelleştirelim! diye ortaya çıktılar.

Bu oyun, Karabük Demir-Çelik İşletmeleri'nin kapatılma kararı ile büsbütün çirkinleşmiştir..
30 Kasım 1993 günü, işletmeye Ankara'dan gönderilen bir yazı ile "beş trilyon liralık zarar" gösterilmesi emrediliyordu. 5 Nisan 1994 tarihli ekonomik paketle de, ekonomiye bu akdar yük olan bir işletmenin kapatılacağı açıklanıyordu.
Fransız Alcatel firmasının eski müdürlerinden birisi, Türkiye'deki bir özelleştirme olayı için şöyle demişti:"-Biz TELETAŞ'ı öldürmek için aldık. Asya pazarında ayağımıza fazla basıyordu!.."

* * *İngiltere'de on yıllık özelleştirme deneyiminin sonuçları, Hürriyet'teki bir köşe yazısında şöyle özetlenmişti:"Özelleştirmenin açtığı işsizlik yarası toplumdaki suç oranını arttırdı. Devlet, düzeni sağlayamaz hale geldi. İkitidar partisi, bugün Thatcherizm'in bedelini ödeyemez duruma geldi.."İngiltere'de 11 yaşındaki bir Hintli çocuğa, okula giderken yanında bıçak taşıma izni verilmiş..
Özelleştirme ideolojisinin açtığı ortamda, İngiliz devleti artık Hintli olmaktan başka "suç"u olmayan bir çocuğu korumaktan bile aciz!
Türkiye'de kişi başına düşen yıllık gelir, yaklaşık olarak İngiltere'dekinin onda biri kadar. Üstelik ülkemiz, dünyada gelir dağılımı en bozuk on kadar ülke arasında yer alıyor...
Peki Kemalizmin özelleştirmeye yanıtı nedir?Çok açık!Toplumun "genel yararı"nın gerektirdiği durumlarda özelleştirmeye evet!..
Ama gene toplumun "genel yararı"nın gerektirdiği durumlarda da, yeni işletmeler kurmaya ya da devleştirmeye de evet!...
Kemalizm için amaç ne "devlet"tir, ne de "özel girişim".. Amaç "toplum"dur! Amaç toplumun daha sağlıklı ve daha mutlu olmasıdır!

Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI

Monday, December 21, 2009

Değerli yurtseverler;

Ciddi sağlık sorunlarıyla baş etmeye çalıştığı bir dönemde, ülkemizde estirilen faşist rüzgarların sonucu olarak, şimdilerde -yeni doğan torununu bile göremeden- yurt hasreti çekmeye mecbur bıraktırılmış, eli öpülesi gerçek aydınlarımızdan, ÇEV eski başkanı Gülseven Güven Yaşer’in, son yapıtı “Ufkun Ötesinde Ne Var?” Togan Yayıncılık tarafından Kasım 2009’da yayınlanmış bulunmaktadır.

Kapkaranlık bir eğitim (ve toplum) manzarasıyla karşılaşmamızı sağlayan ve okudukça, dehşetten dehşete sürüklenip dona kalacağınız bu kitabın önsözünden kısa alıntıları dikkatlerinize sunmaktayım.

Kitap, tüm yurttaşlar, eski-yeni siyasetçiler, asker-sivil bürokratlar -özellikle milli eğitim bürokratları- ve her kademedeki laik eğitimciler tarafından mutlaka okunması gereken bir yapıttır.

Kitapta sergilenen ve ülkeyi er-geç toptan yıkıma götürecek bu korkunç tablonun değişebilmesi, ancak ve ancak yurt ve yurttaşlık bilinci körelmemiş seçkin aydınlarının önderliğinde cumhuriyeti savunan tüm partilerin, cumhuriyet kurumlarının ve demokratik kitle örgütlerinin vakit geçirmeksizin el ele vererek mücadeleye girişmeleriyle mümkün olabilecektir.

Saygılarımla,

Mehmet Kunt


“Ufkun Ötesinde Ne Var?”ın önsözünden...

“Bu kitap, 1950’ler sonrasını, 1980’leri, 2000’leri ve bu uzun yıllar boyunca genç kuşaklara verilen Cumhuriyet felsefesi karşıtı öğretileri ve ezberleri belgeliyor. Üniversitelerde, meydanlarda, okul kapılarında gösteri yapan militan gençlerin, türbanlı kızların dünyalarını kuran yayınları örnekliyor.

Tarikatlerin gerçek bir organı gibi görev yaparak, Anayasal görevlerini, tarikat ve cemaatler lehine kullanan resmi kurumları, bakanlıkları, İBDA C’nin, Fetullahçıların, Süleymancıların, genç beyinlere özel olarak ulaştırılan öğretilerini sergiliyor.

Bu kitap, yaşadığımız bu günlerin başlangıcını anlatıyor. Kimler, ne zaman, nasıl, nerede ve niçin bu rollere soyundular? Genç Cumhuriyetin çağdaş değerlerini, aydınlığını yok etmeye nasıl yürüdüler?...

...Yıllarca, siyasette dinin bir araç olarak kullanılmasını, siyasetçilerin din istismarlarını , din, ticaret, tarikat bağlantılarını görmezden geldik. Görmek istemedik.

Yaşanan göçler; ulusuna, ülkesine ve Ata’sına bağlı, inançlı Anadolu insanını, büyük kentlerin acımasız, yoz ve insani duygulardan yoksun bölgelerine fırlatıp atıyor. İşsizliğin, ekonomik zorlukların yaşattığı korkular insanların umudunu tüketirken yaşamları ucuzlatıyor, en kutsal değerleri yıpratıyor. Yalnız ve çaresiz insanların sığınacağı güç, moral değerler ve din oluyor. Burada örgütlenmiş tarikatların insanlarımızı ezen, öğüten sömürüleri ve karanlık dünyaları devreye giriyor.

Eğer böyle giderse, birgün Türkiye’de de mollalar, ılımlısı ve radikaliyle kol kola girerek güçlerini birleştirebilirler. Bu güzel ülkeyi kısa zamanda bir İran, Afganistan, Pakistan yapar, aydınlanmış, çağdaş değerlerle bütünleşmiş bu toplumu, kadını-erkeği ile ortaçağı yaşayan o toplumlara benzetebilirler. Epeyce de yaklaştılar.

21. yüzyılda toplumun, Cumhuriyet idealindeki hayattan kopartılıp başka hayatlara ve dünyalara yönlendirilmek istendiği günleri yaşıyoruz Genç kuşaklar üzerinde oynanan bu oyunlara, bu yanlışlara karşı sesimizi çıkarmadığımız sürece, bir açıdan yaşananların suç ortağı oluyoruz.

Bugün durum, Türkiye’nin geleceğini oluşturacak genç kuşakların eğitimi ile ilgili kararların parçası olmamızı gerektiriyor.

Ülkede devam eden zorlu bir mücadele var, hatta bir savaş bu. Onurla umursamazlık arasında bir seçim. Özgür düşünce ile taassup, aydınlık ile karanlık arasında, doğru ile yanlış arasında bir seçim.

Toplumun geleceği ile ilgili, hayati bir seçim...

Bugün etkin bazı kişi ve kurumların sadakati ne yazık ki ülke sınırlarını aşıyor.Kimi politik çıkarları için susuyor, kimi ekonomik çıkarları için...

Kimi de yoksulluktan, cehaletten, bilgisizlikten susuyor, konuşamıyor...

Oysa zaman konuşma zamanıdır. Siyasal erke ses çıkaranlara, susmayanlara ve susmayı reddedenlere destek zamanıdır.

Hepimiz endişeli, mutsuz ve güvensiziz. Hele gençler, yeni kuşaklar... Onlar daha da yalnız, suskun ve çaresizler. Bu dünyada robotlar gibi dolaşıp, sadece dinci ve bölücü otorite figürleri tarafından, onlara öğretilen düşünce kalıplarını daha fazla yaşamak istemiyorlar. Onlara aydınlanmayı, özgür düşünceyi, gerçek birey olma şansını ne zaman vereceğiz.

Bu gerçeği görmezden gelmek çok büyük bir hata! Bugün çağdaşlığa, özgür düşünceye, pozitif bilime giden tüm yollar tıkalı. Türkiye Cumhuriyetinin devlet okulları bugün koyu bir dini taassubun kol gezdiği eğitim kurumları haline geldi. Özel tarikat okullarını söylemeye gerek yok. Liselerde açılan mescitlerde, Cumhuriyetin reddettiği, öğretmen kılığında bir takım softalar ders veriyor ve öğrenciler Cuma günleri namaz kılmak için ders saatlerinde, otobüslerle gizlice camiye götürülüyorlar.

Kim olduklarını, gerçeğin ne olduğunu bile artık bilmiyor çocuklarımız. Bilgisiz, bilinçsiz bir dünyada yanlış inançların, ayrılıkçı güçlerin kıskacında eğilip, bükülüyorlar ve boyun eğiyorlar. Sanki Osmanlı’yı yeniden yaşıyoruz. Kaybettiğimiz bu çocuklar, ezberlenmiş aynı diyaloglar, aynı söylemlerle kendilerini nasıl bir çıkmaza soktuklarının farkında olamayacaklar. Daha sonra olsalar bile, artık o çemberi kolayca kırıp dışarı çıkamayacaklar.

Her gün karşımıza, karmakarışık olmuş toplum ilişkileri, çürümüş, yok olmuş değerler, çağdaşlık idealleri, politikalar, politikacılar çıkıyor. Yanlış ve kasıtlı söylemler, vurgular, detone sesler giderek artan bir tempoda hepimizi ve toplumu sarmalamış durumda...

Hepimiz biliyoruz; siyasetçisi, bürokratı, iş dünyası ve medyası ile koca bir ülke, suç işleyen tarikatlar ve uzantılarına karşı sessiz kaldı. Onlar da resmi ve kaçak Kur’an kurslarıyla, imam hatip okullarıyla ülkeyi parselleyip önce çocuklarımızı esir aldılar. Anadolu’nun yoksul ve sahipsiz çocukları bunların karanlık ellerindeydi, biliyorduk.

Gerçeği haykıran aydınların, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, yüksek yargının söylemleri ne yazık ki toplumda etkili olamadı!

Sonuç 21. yüzyıl Türkiyesinde açıkça, pervasızca sergileniyor artık. Onların şimdi, kendi siyasetçileri, bürokratları, iş adamları, gazetecileri ve güvenlik güçleri var. Ve Cumhuriyeti esir aldılar!..

Yaşadığımız toplumun acılarını anlamak ve çözümlerinde rol almak daha fazla sorumluluk gerektiriyor. Eğer, bu günlerin, karanlık ve korku dolu bu dönemin sona ermesi sizce de isteniyorsa, bir şeyler yapmanızın zamanıdır.

Hiçbir şey, harekete geçen cehalet kadar korkunç olamaz diyor Goethe.”
Gülseven Güven Yaşer, 8 Mart 2009

Not:
[Kitap, Çağdaş Eğitim Vakfı’ndan (Tel: 0212 297 69 79 – 80 – 81) ve
Togan Yayıncılık’tan (Bizim Avrasya Yay. Tel: 0212 585 66 28 – 0212 518 22 94) temin edilebilir.]
Lynee Stewart’ın suçu, Apo’nun avukatı olmamak!/Mustafa MutluLynee Stewart, ABD’li bir avukat... 70 yaşında ve göğüs kanseri...
İkiz Kuleleri yerle bir eden çetenin elebaşısı olmaktan müebbet hapis cezasına çarptırılan Mısırlı Omar Abdul Rahman’ın avukatı...
Avukat Stewart da şu anda New York’taki bir cezaevinde ve 28 aylık cezasını çekiyor!
Üstelik bu cezanın 30 yıla kadar artması ihtimali de var...
Çünkü Temyiz Mahkemesi, cezayı az buldu ve artırılması için dosyayı alt mahkemeye iade etti.
Peki; Lynee Stewart’ın suçu ne?
Omar Abdul Rahman’ın mesajlarını ve direktiflerini dışarı taşımak ve terör örgütlerine iletmek!***
Yukarıdaki bilgi notunu, Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker göndermiş...
Türkiye’deki terör örgütü elebaşısı da 10 yıldır cezaevinde...Onun da avukatları var...
O avukatlar da tıpkı Lynee Stewart gibi, terör örgütü elebaşısının mesajlarını ve direktiflerini dışarı taşıyor ve terör örgütüne iletiyor...
Hatta; her görüşmeden sonra basın toplantısı düzenliyor...
Ama... Onlar hakkında soruşturma bile açılmıyor.
Böylece; çetebaşı, İmralı Cezaevi’ni “üs” olarak kullanıp, örgütünü istediği gibi yönetiyor!***
Peki; Apo’nun avukatlarının yaptıkları, bizim yasalarımıza göre suç değil mi?
Elbette suç!
Türk Ceza Kanunu’nun 220’nci maddesinin 8’inci fıkrası aynen şöyle:
“Örgütün veya amacının propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.”
Ancak nedense Apo’nun avukatları söz konusu olunca, bu madde işletilmiyor!***
Avukatların “aracılık” işine soyunmuş olmaları “avukatlık mesleği” açısından da etik değil...
Normalde bu tür aracılık yapan avukatlar hakkında, üyesi oldukları baroların “avukatlık göreviyle bağdaşmayan işler” suçundan soruşturma başlatması gerekiyor...
Suç sabit görülürse bu avukatlara önce uyarı, sonra da avukatlıktan geçici ya da sürekli men cezası verilebiliyor...
Ama; Apo’nun avukatları, baroların disiplin kurulları tarafından da görmezden geliniyor!***
Yasalarımıza göre avukatlar hakkında kovuşturma açılabilmesi, Adalet Bakanlığı’nın izniyle mümkün oluyor...
Şimdi... Adalet Bakanı’na soruyorum:
Apo’nun avukatları hakkında bugüne kadar savcılardan kaç kovuşturma açma talebi geldi?
Bu taleplere ne yanıt verdiniz?
Eğer böyle bir talep gelmediyse; herkesin gözü önünde işlenen bu suçun cezasız kalmaması için ne yapılması gerekiyor?


Olayın bir başka boyutu daha var...Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 83’üncü maddesi şöyle diyor:

(1) Hükümlü; eşi, üçüncü dereceye kadar kan ve kayın hısımları ile vasisi veya kayyımı tarafından haftada bir kez ve ad ve adreslerini bildirdiği en fazla üç kişi tarafından, yarım saatten az ve bir saatten fazla olmamak üzere çalışma saatleri içinde ziyaret edilebilir.

2) Birinci fıkrada belirtilenler dışındaki kimselerin ziyaretine Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yazılı olarak izin verilebilir.
***
Soru açık:
Apo’ya avukatlarıyla her hafta rutin görüşme iznini kim, neden, nasıl veriyor?
Ergenekon ve açılımın çatısı mı çökecek yoksa.../Arslan Bulut

Ergenekon adı verilen davada, geçen Cuma günü sanıklardan biri savunmasını yaparken, sert bir yağmur başladıYağmur şiddetlendikçe salonun çatısından gelen seslerden, sanığın savunması duyulmaz oldu. Daha önce de salonu sel basmış, hatta çatı çökmüştü. Sanıkların tahliye taleplerini de bir karara bağlamak gerekiyordu. Mahkeme Başkanı, herhalde bütün bunları aynı anda düşünerek sanığa, “Artık toparlayalım, çatı çökmeden” deyiverdi.
* * *
Soruşturma Ümraniye’de bulunduğu iddia edilen bombalar dayanak gösterilerek başlatıldı. Bombaların bulunduğu evden ne bir fotoğraf var, ne bir film, ne de bir tutanak! Bir film kaydı yapılmış ama o da Ümraniye polis merkezinde..Polis merkezinde bir salonun ortasında, tahta bir sandıktan çıkarılan bombalar masanın üzerine dizilmiş. Görevli polislerden biri, “Tutanağı elle mi tutalım, yoksa bilgisayarda mı yazalım?” diye soruyor ve ekliyor; “Hani mahkemede ‘Bunları çatıda buldunuz da tutanağı nerede tuttunuz, çatıya bilgisayar mı çıkardınız?’ diye sorabilirler” diyor.
Daha tecrübeli olan “Olay yeri tutanağı tabii ki elle tutulur, biz bu bilgisayardakini kendimiz için tutuyoruz” diye cevap veriyor ve işlem devam ediyor. Bu arada arka plandaki memurlardan birinden “Olay Ergenekon adını aldıktan sonra ....... hakimini, savcısını” diye küfürlü bir cümle duyuluyor.Bu filmin cd kaydı, mahkeme kayıtlarına girdi.
Yukarıdaki konuşmalar çok dikkatli bir dinleme ile fark edilebiliyor. Sanık avukatları durumun tespit edilmesini isteyince cd, Adli Tıp’a gönderildi, üç ay sonra gelen cevapta cd’nin çözülemediği belirtildi. Mahkeme, cd’yi bu defa Tübitak’a gönderdi. Üç ay daha geçti, hâlâ cevap gelecek!Adli Tıp ve Tübitak bir davanın kaderini değiştirecek, hatta davanın çatısını değil ama temelini sarsacak böyle önemli bir konuda niçin ipe un seriyor?
* * *
Savunma yapanlardan kurmay albay Mustafa Koç, “Bir ordunun mensupları arasındaki ast-üst ilişkisi terör örgütü ilişkisi olarak nitelendirilebilir mi? O zaman Ergenekon demesinler. Türk Silahlı Kuvvetleri terör örgütü desinler” diyor. Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da “TSK bir suç örgütü değildir” ifadesini kullanmak zorunda kalmıştı! Emekli kurmay albay Atilla Uğur ise “Komutanlar serbest ise ben neden buradayım. Genelkurmay, Kara, Deniz, Hava kuvvetleri olmadan darbe mi olur? Bu darbe denilen hadisenin sürekli kaşınmasının ardında bir maksat yatmaktadır” dedi.
* * *
Diğer taraftan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç ve şimdiki Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit’e yönelik suikast planı suçlamasıyla hakkında ikinci defa tutuklama emri çıkarıldığı için intihar eden Deniz Yarbay Ali Tatar’ın cenaze törenine Oramiral Yiğit, eşi Pınar Yiğit ile birlikte katıldı.
Ali Tatar’ın eşi Nilüfer Tatar, “Askeriyeye komplo düzenlemek için 10 yıldır hazırlanmış bunlar. Eşim gururuyla öldü. Ordudaki Alevileri fişliyorlar. Hep alevi subayları içeri alıyorlar.
Ellerinde hiçbir belge yok.
29 kişi boşu boşuna yatıyor” diye haykırdı!
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un “Yargı TSK ile işbirliği yapmazsa kurumlar arası çatışma olabilir” uyarısını, açılımın ülkeyi ayrışma ve hatta çatışma noktasına taşıması ile birlikte düşünürsek, iki yol görünüyor; ya Ergenekon davası ve açılım politikaları çökecek ya da devletin çatısı!
Erdoğan'ın ABD jübilesi
Savaş Süzal

savassuzal@habergazete.com

Tayyip Erdoğan’ın ABD gezisi son 30 yılda gördüğüm ötekilerden hiçte farklı olmayan bilmem kaçıncı gezi. Çoğu bu seferki gibi turistik olmaktan öte geçmedi. Bu ziyaret bizim boyalı basının yalaka alkışlarının aksine, Erdoğan’ın jübilesi gibiydi. Biliyorsunuz futbolcuların sporu bırakmak için düzenlenen jübileleri de anlı şanlı olmasına rağmen genelde içi ve bir sonu işaret eder. Bu ziyarete deneyimli büyükelçimiz Nabi Şensoy’un istifası da eklenince her şey tam oldu.
Dilerseniz sondan başa gidip önce Büyükelçinin istifasından başlayalım. Nabi Şensoy, Türk Dışişlerinde önemli bir dizi görevde bulunmuş deneyimli bir diplomat. Kendisini 1980’li yıllarda Şükrü Elekdağ’ın Büyükelçiliği döneminden tanırım. Turgut Özal ile Dünya Bankasındayken tanışmış sonraki yıllarda Dışişleri danışmanı olarak yanında çalışmıştı. 19 yıl önce Beyaz Saray’daki benzeri krizde Özal’ın Dışişleri Bakanı Ali Bozer toplantıya girememiş ve istifa etmişti. Şensoy o olay sırasında Özal’ın özel kalem müdürüydü.
Büyükelçi Şensoy’un sıkıntısı günlük bir olay, günlük bir vaka değil. Daha önce aynı sıkıntıları bir önceki büyükelçi Loğolu’da yaşamıştı. Sorun, Erdoğan hükümetinin devleti devlet gibi değil aşiret gibi yönetmesinden kaynaklanıyor. Devlette görüşmeler kayıt altına alınır. Kişiler kafalarına göre takılamaz söz veremez. Verdikleri söz belki kendilerini değil ama ulusu bağlar. Bu durum devlet görevlilerini sık sık zor durumlarda bıraktı ve bırakıyor. Ankara’da Başbakanın dış politika da deneyimsiz çeşitli bağlantılı yardımcılarının Washington’daki Büyükelçiliği atlayarak Amerikalı yetkililerle temas kurup bir dizi olay planlaması uzun süredir rahatsızlık yaratıyordu. Büyükelçi Başbakanın ziyareti öncesinde burada görevli gazetecilere düzenlediği bilgilendirme toplantısında dahi bir çok olaydan haberleri olmadığını ima etmişti.
Şensoy’un istifasını Beyaz Saray’da vermesi de dikkat çekici. Şensoy bir program aksaklığı yüzünden istifa etmedi. Belki adı bu olabilir ama gerçek neden bu değil. Bu olay ziyaretle ilgili bardağı taşıran bence son damla. Bir çok konuyu sonradan öğrenen Şensoy, bir anlamda kendi Bakanlığı ile Başbakanlık arasında sıkışıp kaldı.
Bir anlamda hükümet içindeki çatlağı da temsil eden bu durumda kabak gene bir bürokratın başına patladı. AKP’lilerin bürokratları kapıkulu gibi görmeleri de ayrı bir sorun. Başbakanın yanında çalışanlara hitabı ve davranışını en son Sağlık Bakanı ile Meclis Başkanında gördük. Ayrıca kendine hakim olamayıp yaptığı her türlü devlet adamlığından yoksun konuşmalarını düzeltmekte bürokratlara kalıyor. O yıktı, diplomatlar düzeltti. Şensoy ile görüştüm, bu işin ayrıntıları da önümüzdeki günlerde açıklanacak. Ama size şu kadarını söyleyebilirim, istifa bir format gibi basit bir gerekçeden kaynaklanmıyor.
Gelelim Erdoğan’ın Washington ziyaretine. Tam bir fiyasko. İçeriği boş parlak yaldızlı sözler, tam bir kandırmaca.
Neden?
Bir kere bu ziyaret hiçbir Amerikan gazetesi ve televizyonunda yer almadı.
Bu ziyarette iki lider ortak basın toplantısı düzenlemedi.
Bu ziyaret sırasında Erdoğan değil Obama istediklerini aldı.
Bu ziyaret sırasında Erdoğan’a eksen kayması konusunda uyarıda bulunuldu
Bu ziyaret sırasında İsrail düşmanlığı, İran konusunda uyarıda bulunuldu.
Bu ziyaret sırasında, insan hakları (özellikle Ergenekon), telekulak, duruşmalar için uyarıda bulunuldu
Amerikalılar, Ermeni soykırımı için güvence vermedi, Kıbrıs için güvence vermedi, Kandil için güvence vermedi, Ermeni protokolu için güvence vermedi, açılım-saçılım için, İran için arabuluculuk için destek olmadı. Ama çok güzel laflar ettiler. Boş laflar. Karnınız doymuştur.


Başta da söylediğim gibi Erdoğan’ın siyasi yaşamını noktalayacak bir jübileydi bu ziyaret. Bu tarihi unutmayın ve 2010 yılı başından itibaren Türkiye’deki gelişmeleri yazarak izleyin, göreceksiniz sizi çok şaşırtacak. 10/Aralik/2009

Thursday, December 17, 2009

Kurt Parlamentosu!../ Umit Zileli

Ilahi adalet bu olsa gerek!..

Gecen hafta, Resadiye’de yedi askerimizin sehit edilmesinin ardindan iktidar cevrelerinde ve yanasma medyada yer alan “PKK olamaz..

Kesinlikle Ergenekon yapmistir.. 1993’te 33 erimizin sehit edilmesi olayina ne kadar da benziyor” yollu, hem tarih bilgisinden yoksun, hem de PKK’yi aklamaya soyunan hezeyanlari ele almis, ’93 katliamini Ocalan’in emriyle o zamanin bolge sorumlusu Semdin Sakik’in yaptigini kendi ifadeleri ve de itiraflariyla anlatmistim…

Daha yazimin murekkebi kurumadan, PKK saldiriyi ustlendi, hem de hicbir kuskuya yer birakmayacak denli acik ve net bir uslupla!.. Pekii, gunlerce hic utanmadan, sIkilmadan olayi Ergenekon’a yamamaya calisan, PKK’yi koruyup kollayan bu cevreler ne yapti dersiniz?.. Inanilmasi guc ama cok kizdilar!..
Evet, bu alcakca saldiriyi PKK ustlendigi icin akil almaz derecede ofkelendiler!..
Iktidarin zirvesi ve isbirlikcileri gercekten olaganustu bir bulus gerceklestirip, su vecizeyi yumurtladilar:
- PKK yapmis olabilir ama belki de birilerinin taseronlugunu yapti!.. Yorumlar o denli cirkinlesti, o kadar rezillesti ki, DTP’li bir muhterem aynen su aciklamayi yapti:
- PKK eylemi ustlenmemeliydi!!! Kapatma davasi surerken PKK’nin eylemi sahiplenmesi siyaseten yanlisti… Yani bu arkadasa gore PKK eylemi yapmis bile olsa ustlenmeyecekti. Boylece ne olacakti? Isbirlikci koronun “Ergenekon” senaryosu hayat bulacakti!.. Ama ustlenince plan bozuldu.. - Ve DTP kapatildi!.
***Isin ozu de buydu aslinda!..
PKK, toplumda oyle bir infial, oyle bir ofke patlamasi saglamaliydi ki, DTP kolaylikla kapatilabilsin!..
Peki, teror orgutu ve Imrali’daki mahkûm, DTP’nin kapatilmasini nicin herkesten daha fazla istiyordu?.. Cok basit; son kullanma tarihi gecmisti de ondan!.. Artik yeni bir asamaya gecmenin tam sirasiydi:
- Kurt Parlamentosu!..Dikkat edin; kapatma kararinin ardindan DTP’de bir bocalama oldu. Sine-i millet karari hemen alinamadi. Bu arada avukatlar Imrali’ya kostu. Iki gun sonra DTP’nin tavri netlesiverdi. TBMM’yi bosaltan ve istifa dilekcelerini bugun Meclis Baskanligi’na verecek olan milletvekilleri artik Diyarbakir’da Demokratik Toplum Kongresi (DTK) bunyesinde calisacaklar!..
Dun The Taraf gazetesinde Kurtulus Tayiz imzasi ve “Kurt Parlamentosu Yolda” basligi ile yer alan haber, neler olacagini gayet guzel anlatiyor: “2007’de Diyarbakir’da kurulan DTK, kucuk bir parlamento niteligi tasiyor. 100 kisilik ‘Daimi Meclis’i olan DTK’nin 900’den fazla uyesi ve kucuk bir yurutme kurulu bulunuyor. DTP milletvekillerinin katilimiyla, DTK artik fiili bir parlamento gibi calisacak.
PKK de milletvekillerinin artik DTK bunyesinde calismalarini istiyor. DTK de zaten fiili olarak Kurtlerin parlamentosu konumunda…”
Yaa iste boyle; simdi anladiniz mi yedi evladimiz nicin sehit edildi?.. Simdi gorebiliyor musunuz, gunlerdir ulkenin dort bir yani niye yangin yerine cevrildi?..
Simdi anladiniz mi DTP’nin kapatilmasi icin nicin canla basla calistilar, TBMM’deki siralari nicin acilen bosalttilar?..
- Son asamaya gecebilmek icin!!!
Yilmaz Ozdil/ Kemal Kılıçdaroğlu diyor ki:

“Onur Öymen istifa etsin.”

*
Onur Öymen yetmez.
*
Mustafa Kemal istifa etsin.
İsmet İnönü istifa etsin.
Celal Bayar istifa etsin.
Şükrü Saracoğlu istifa etsin.
Refik Saydam istifa etsin.
Sabiha Gökçen istifa etsin.
Adnan Menderes istifa etsin.
*
Çünkü...
İsyancıyla müzakere yerine mücadele eden Cumhurbaşkanı, Mustafa Kemal... İsyanı bastıran Başbakan, İsmet İnönü. İsyanı bastırmak için düzenlenen harekâtın parasını veren, Ekonomiden Sorumlu Bakan, Celal Bayar. İsyancıları asan Başbakan kim? Milli mücadelenin efsane “Galip Hoca”sı, Celal Bayar. Babası müftüdür. İsyancıları asan Adalet Bakanı, Şükrü Saracoğlu. İsyancıların vurduğu gazileri tedavi eden, Sağlık Bakanı, Refik Saydam. Sabiha Gökçen, Türkiye"nin ilk kadın pilotudur ama, “dünyanın ilk kadın savaş pilotu”dur... Kore"de mi savaştı Sabiha Gökçen? İsyancıları bastırırken savaştığı için aldı, o “dünyanın ilk” unvanını... Adnan Menderes desen, “İsyanı bastıralım” diyen CHP milletvekili o sırada.
*
Onur Öymen?
Henüz doğmamış.
*
DTP ve PKK, o gün oralarda yaşananlar için “soykırım” diyor. Bunun için Brüksel"de, Avrupa Parlamentosu"nda konferans düzenlediler. Eğer, Onur Öymen"in söylediklerinden ötürü istifa etmesi gerekiyorsa... Türkiye Cumhuriyeti “Dersim soykırımı”nı niye tanımıyor?
*
Soykırımsa o...
Yapsana gereğini.
*
Onur Öymen, büyükelçilik görevlerinin yanı sıra, Dışişleri Müsteşarlığı yaptı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti"ni ve tezlerini temsil etti... Onur Öymen, soykırım avukatıysa eğer, Türkiye Cumhuriyeti bundan böyle, Ermeni meselesinde hangi
yüzle savunma yapacak?
*
Onur Öymen"in istifa etmesi gerekiyorsa, neden seçim meydanlarına Adnan Menderes"le fotomontajlı fotoğraflarını yerleştirip, “Biz O"nun devamıyız” diye oy istiyor, dini bütün siyasetçilerimiz?
*
Onur Öymen"i yerden yere vuran, tarih otoritesi kılıklı gazeteci arkadaşlar, isterlerse tarihi baştan kaleme alsınlar...
O kalemi kıran kişinin, Celal Bayar olduğu gerçeği değişir mi?
*
Onur Öymen"in istifa etmesi gerekiyorsa, neden, isyancıları asan Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu"nun adını taşıyan statta maç izlemeye gidiyor devlet büyüklerimiz?
Neden domuz gribi mi olduk acaba diye tahlile gidiyoruz Refik Saydam"a? Neden Sabiha Gökçen"in adını havalimanına verip, açılış törenine bizzat kendileri
gidiyor hükümet üyelerimiz?
*
Bu isimler fani, emir kulu...
Asıl soykırımcı CHP zihniyetiyse eğer,
Kemal Kılıçdaroğlu AKP"li mi?
*
Doğruları konuşmak için, en az iki kişi gerekir; biri doğru söyleyen, biri doğru anlayan... Lafı, kıçından anlamamak lazım.
*Eğer Onur Öymen kadar hümanist, beyefendi, kibar, karıncayı incitmez bir diplomatın, eli kanlı katil, ırkçı ve Alevi soykırımcısı olduğuna inanılıyorsa, konuşacak laf kalmamıştır bu ülke
Dünyayı kurtaran adam/Yılmaz ÖZDİL

PKK’ya toz kondurmak istemeyen yalaka arkadaşlar, “Reşadiye MHP’nin kalesi, çok manidar yani” diyordu... Sonra Dolapdere patladı. Kasımpaşa’da değil mi Dolapdere? Ayıptır, ayıp...
*
Bakın, Serap öldü.
Adana’da markete molotof atıldı.
Mersin’de polis karakolu basıldı.
Ertesi gün gene basıldı.
İzmir’de belediye otobüsü yakıldı.
Mardin’de PTT’ye molotof atıldı.
Urfa’da hastaneye molotof atıldı.
Hakkâri’de askerlik şubesine...
Bursa’da halk otobüsüne...
Siirt’te karakola molotof atıldı.
Hakkâri’de panzeri yaktılar.
Van’da polis minibüsünü yaktılar.
Şırnak’ta gazeteye molotof atıldı.
Antalya’da bankaya molotof atıldı.
Tunceli’de bankamatiğe...
Diyarbakır’da kaymakamlığa...
Mardin’de dershaneye...
Ağrı’da markete...
Batman’da Telekom’a...
Urfa’da ambulansa...
Eskişehir’de otobüse...
Gaziantep’te midibüse...
Hatay’da dolmuşa molotof atıldı.
*
Devlet, sanırsın armut.
Ööle duruyor.
*
Aynı devlet, dünyanın güvenliğini sağlamak için, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Üyesi” iyi mi!

¡
En son, molotof attılar Muş’ta.
Esnaf sokağı taradı...
Neciymiş o esnaf?
Manifaturacı.
*
Manifaturacı, canını-malını korumak için tezgâhın altında Kalaşnikof tutuyorsa, sen hangi dünyanın güvenliğinden bahsediyorsun kardeşim? Mars mı burası?
Yoksa sen mi Jüpiterlisin?
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13222824.asp?yazarid=249&gid=61

Monday, December 14, 2009

Fatih ÇEKİRGE fcekirge@hurriyet.com.tr

Babalar ve oğullar
Bu fotoğrafa dikkatle bakın... Bakalım siz de görecek misiniz?
Yüzlerinde maske. Ellerinde hınç. Gözlerinde isyan. Ağızlarında öfke. Kalplerinde kin. Saldırıyorlar, vuruyorlar, kırıyorlar, dükkanları yağmalıyorlar. Parti binalarını taşlıyorlar. Yakıp yıkıyorlar. İbretin ve ihanetin nasıl bir sinsilikte olduğunu gösteren bir fotoğraftır bu. Dikkatle bakın bu fotoğrafa... Arka tarafta birileri var. Öylece duruyorlar.

Sessizce gözlüyorlar. Uzaktan izliyorlar. Kim mi onlar?O taş atan çocukların babaları onlar. Amcaları, dayıları, büyükleri yani. Ortadoğu’nun en alçak oyunudur bu... Çocuklar üzerinden yürütülen terörün kirli yüzüdür. Sapanın arkasına saklanan sinsiliktir. Bu yüzden bu fotoğrafa iyi bakın. 10 çocuk yapan o babalar sokağa sapan yetiştirdiklerini düşünüyorlar. Bu yüzden “pusu ve ihanet” düzeninin çocukları nasıl kullandığının fotoğrafıdır bu... İyi bakın... Ve dikkat edin kadınlar yok... Çünkü anneler acılarıyla bastırılmıştır.

İKİNCİ YAZI İlkokul çağındaki gözyaşı Siz tam bu fotoğrafa bakarken patlayacak... Hakkâri Yüksekova’da... İlkokul çağındaki gözyaşı. İşte polis panzerlerinin arkasından geçiyorlar. Elleriyle ağızlarını, gözlerini kapatmış, geçiyorlar. Silah sesleri, bombalar taşlar arasından. Mavi hırkalı kız. Korkuyla uzatmış elini, Kardeşini çekiyor... Patlayan bombalardan, gözyaşından, kandan çekiyor. Kan da onu çekiyor... Kin de onlarla büyüyor... Ve işte bu yüzden diyorum ki; Siz tam bu fotoğrafa bakarken; İlkokul çağındaki o gözyaşı yüzümüze doğru patlayacak; “Bombalarınız gözlerimizi yaşartıyor. Peki gözünüz yaşarmıyor mu bu fotoğraftan?”

ÜÇÜNCÜ YAZI Aydınlığa saldırı Önce inanamadım. Fotoğrafı aldım büyüttüm. Bir daha büyüttüm. Direğin dibinde... Ellerinde kazma. Kinle, öfkeyle kazıyorlar... Elektrik direğine saldırıyorlar. Devlet getirdi diye aydınlığa saldırıyorlar. Kazmaları da okuldan çalmışlar. Yangın kazması bu .. Yangın kazmasıyla aydınlığı kazıyorlar. Karanlığa doğru içimizde bir çukur açıyorlar. “Acaba” diyorum; “Okuldan çaldıkları bu yangın kazmalarıyla karanlığa açtıkları bu çukur bizi nereye gömecek?” Ben bu fotoğrafa baktıkça, çocukların açtığı o çukurlar uçuruma dönüşüyor. Karanlıktan korkuyorum.

DÖRDÜNCÜ YAZI O da dağa çıkmıştı BEN bu eve bakınca diz çöküp kalıyorum. İçimde mevsimler kuruyor. Yapraklarım dökülüyor. Camlarım kırılıyor. Tutulup kalıyorum. Fatih’in annesi “tekgöz mutfağı”ndan çıkıp geliyor. Masum ve çekingen bakışlarıyla karşıma dikiliyor... * Nerde Fatih? * Yok... Tokat’ta pusuya düşürüldü. Onbaşıydı, şehit oldu... Bu evde yaşıyordu işte Fatih Yonca. Zorluk içindeydi. İşsizdi. 39 lira onbaşı maaşını her ay bu mutfağa gönderiyordu. O da dağa çıkmıştı... Ama “İşsizim, isyan ediyorum” diye değil. Memleket savunmaya. Milyonlarca işsiz vatan evladı gibi. Evinde garibandı. Ama dağlarda aslan... Bu yüzden diz çöküyorum işte ben bu fotoğrafın önünde. Annenin o masum bakışları içime işliyor. “İşsizlikten dağa çıkıyorlar” diye kanlı ellerden masum bir resim yaptırmaya çalışanlar için diz çöküyorum bu fotoğraf karşısında. Allah rahmet eylesin sana işsiz onbaşım...


BEŞİNCİ YAZI DTP SİVİLLEŞEMEDİ
Demokratikleşme istedi. Silahsız çözüm istedi. Ama kendi silahlı güçlerinin etkisinden kurtulamadı. İmralı ve Kandil ile Meclis arasına sıkışıp kaldı. Sonunda dağa yenildi... İşte DTP’nin kapısını kapatan gerçek budur. Ahmet Türk, bunu bildiği için Emine Ayna’ya direndi. Ama başaramadı. Parti kapatan her türlü düzene karşıyım. Ama partisi adına sivilleşme isteyip dağdaki silaha teslim olanların o sivil cesareti kendi içlerinde göstermesi gerekir.


ALTINCI YAZI
Neden asfalt değil? Çok merak ediyordum... Güneydoğu’da belediyeler neden asfalt dökmezler yollara... İşte Şemdinli Cumhuriyet Caddesi. Belediye yol yapmış. Ama asfalt değil. Parça taş.. Neden? Çünkü parça taşlar kolayca sökülebiliyor. Olaylarda inanılmaz bir taş yağmuru oluyor. Sonra belediyeler caddeleri yeniliyor. Ve taşlar yeniden döşeniyor... Tabii parası bizim vergilerden.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13191154.asp?yazarid=174&gid=61

Sunday, December 13, 2009

Cümleten hayırlı açılımlar

Yunan açılımı yaptık.Bankalar gitti.

Kıbrıs açılımı yaptık.Rum AB’ye girdi.

Irak açılımı yaptık.Çuval geçirdiler.

Arap açılımı yaptık.İETT garajı gitti.

Lübnan açılımı yaptık. Telekom gitti.

İngiliz açılımı yaptık. Telsim gitti.

Gürcistan açılımı yaptık.Rusya işgal etti.

Rus açılımı yaptık.Boru döşediler.

İran açılımı yaptık.Bi boru da ordan döşediler.

İtalyan açılımı yaptık.Boruları onlar döşedi.

Çin açılımı yaptık.Hızlı treni döşüyorlar.

Filistin açılımı yaptık.Gazze’yi yerle bir ettiler.

İsrail açılımı yaptık.Limanlar gitti.

Hindistan açılımı yaptık.Bomba’y patladı.

Fransız açılımı yaptık.Çimento fabrikaları gitti. Soykırım kanunu geldi.

Afrika açılımı yaptık.

Sudanlı soykırımcı geldi.

Afganistan açılımı yaptık.Eli verdik, kolu istiyorlar.

Almanya açılımı yaptık.Çifte vatandaşlık gitti.

AB açılımı yaptık.Giremeyeceğimiz kesinleşti.

Obama açılımı yaptık.Ermeni kapısı gitti.

Ermeni açılımı yaptık.Azerilerle papaz olduk.

İsviçre açılımı yaptık.Adamlar minareyi yasakladı.

Meksika açılımı yaptık.Hepimiz gribiz.

*Kürt açılımı yaptık.Kürt partisi kapatıldı.

*Vatandaş olarak rica ediyorum...

Gözünüzü seveyim açılım maçılım yapmayın artık, kurban olam yani.

Yılmaz Özdil / Hürriyet Gazetesi / 13.12.2009

Saturday, December 12, 2009

19 Mayıs 1919>>>
-Yav bırak Mustafa abi yaa, sen mi kurtarıcan memleketi Allah aşkına!

>>
- Ama işgal zırhlıları...>>
- Boşver şimdi sen işgal zırhlılarını filan.... Gün gelir, memleketin> malını mülkünü tapusuyla İngiliz'e satar bunlar.>>
- Yok canım!>>
- Yeminle söylüyorum, İngiliz vatandaşı bakan bile getirip koyarlarsa > şaşma.>>
- Ama ahval ve şerait...>>
- Güzel abim yaranamazsın. .. Bak şimdi binicez bu dandik gemiye, taaa> Samsun'a gidicez, savaş, boğuş, kendimizi paralayacağız, diyelim> becerdik, devrim mevrim, anlata anlata dilinde tüy bitecek, sonra sen> kahırdan ölücen, önce biraz ağlıycaklar , sonra gene "Son Osmanlı> Padişahı" diye pankart açacaklar, mezarında dönücen.>>
- Saltanat kalsın diyosun yani...>>
- Alışmadık kıçta don durmaz abi, egemenlik megemenlik vereceğine, iki> çuval kömür ver, daha iyi... Aha buraya yazıyorum, açlıktan nefesleri> kokarken padişahlarına saltanat uçakları alırlar, bu gemiyi de jilet> yaparlar, söylemedi deme.>>
- Efkarlandım be...>>
- Yakma o cigarayı gözünü seveyim, yarın öbür gün belgesel yaparlar,> keş gibi gösterirler seni haberin olsun.>> - Hal çaresi nedir peki?>>
- Al padişahın kızını, yırtalım.>> - Millet ne olacak?>>
- Onlar da ulemaya sorsun artık ne olacaklarını, bize ne, kendi düşen > ağlamaz.>>
- Laik olmasınlar mı, birey olmasınlar mı , kendi lisanları olmasın> mı, şıhlara şeyhlere mi bırakalım kaderlerini?>>
- Bak ne güzel söylüyorsun, kader der geçerler, takalım takkemizi> bakalım dalgamıza, iş çıkarma başımıza...>>
- İyi de, yazık olmaz mı?>>
- Asıl bu yaptığını yaparsan yazık olur... Bazıları sana inanacak,> etkilenecek, senin fikirlerini yaşatmaya kalkacak, hayatları kayacak,> evleri basılacak, içeri tıkılacaklar, kimine saçını örtmediği için> fahişe diyecekler, kimine milletin malını Arap'a satmayın dediği için> komünist diyecekler, kimine Ne Mutlu Türküm Diyene dediği için faşist> diyecekler, darbeci diyecekler.. . Yorma ahaliyi, kula kulluk edelim,> rahat edelim.>>
- Yok arkadaş, ben bi deniycem.>>
- E sen bilirsin abi..>>
YILMAZ ÖZDİL

Thursday, December 10, 2009

AKP dekorasyon...
Bekir Coskun
AKP dekorasyon, Apo'nun odasinin dizaynini yayinladi.Pencerelerin yerden bir metre yuksekligi, enine-boyuna ve caprazlamasina oda ebatlari, yatak mekâninin yuksek tavan ile butunlesen romantik havasi, oturma grubu, hobi bolumu, pervazlarla uyumlu sineklik teli ve Apo'nun cisini yapacagi mesafe...
Nicin?..
Kurtler acilimi begensinler diye.Ama olmuyor...
Silopi koridoru da acilim mimarisinin bir parcasiydi.O da yaramadi.AKP dekorasyon bu kez, dekoratif kose yazarlari yaninda, yeni kose duzenlemeleriyle de yazarlarin yazi sayisini azaltmayi projeye eklerken...

AKP dekorasyonun bas mimari Erdogan, taa ABD'den gazete birinci sayfalarini duvar kâgidi niyetine, mimari hatalari ortmekte kullanmayi oneriyor:PKK azginliginin sokaklardaki tasli-dumanli goruntuleri yerine, memleketteki "olumlu noktalarin" halka gosterilmesini...
*ABD ile uzlasip, terorun dagdaki silahli militanlarini indirmeyi yeterli saymak yanilgiydi...
Turk bayragi asan evlerin taslanmasiyla, karakollarin basilmasiyla, isyerlerinin yakilmasiyla, kurulan barikatlarla, kazilan siperlerle, ates ve kanla her sokak bir Kandil Dagi oluverdi, iyi mi?..
Oda dekoru guzel...

Ama Turkiye'nin catisi cokuyor...
Cunku eskiya ile bir kez pazarlik edildi mi...
Bir kez odun verildi mi... Bir kez eli kanli katillere onurlu-serefli askerlerden daha cok ilgi-itibar gosterildi mi...
Bir kez devlet, eli kanli katilin hucresindeki pencerenin yerden yuksekliginin hesabini verecek kadar basiretsizlestirildi mi...
Boyle olur...
*Goruyorsunuz..."Acilim-macilim" adi altinda Turkiye'yi PKK'ya gore dizayn etmek isterken, baris-sevgi-hosgoru duvarlari hepimizin basina yikiliyor..
.AKP dekorasyon'un elinde...
Obama ‘Selamünaleyküm’ deyince bir sevindik ki, o kadar olur!
Necati Doğru

Geziye giden gazeteciler, orada duyduklarını gördüklerini yazıyor. Bir sevinmişler bir gururlanmışlar ki, o kadar olur! Şöyle yazıyorlar: ABD Başkanı Obama, Türkiye Başbakanı Erdoğan’ı Oval Ofis’in kapısında karşıladı. Önce kendi dilinde “Welcome” dedi, sonra “Selamünaleyküm” dedi.
Ben de sordum, öğrendim.
“Welcome” hoşgeldin demek.
Bizde de aynısı var.
Konuğu kapıda karşılarken; “Hoş geldiniz” diyoruz. Selamünaleyküm Arapça. Kötü bir şey değil, “Selam üzerine olsun” demek. Biz misafir karşılarken bunu kullanmıyoruz. Hoş geldin demek daha yerli, daha bizden, gerçek Anadolu...
Obama densizlik etti.
Demek ki ona öyle öğrettiler.
Geçen gün Yılmaz Dağdeviren bana “selamünaleyküm” üzerine gözlemler gönderdi.
Zamanıdır.
Sizinle paylaşacağım.
Diyor ki; “Konya’da doğup büyüdüm. 10 göbek Konyalıyım. Zengin, kültürlü sayılabilecek bir ailedenim. Tavuklarımız, camız (manda), inek, koyunlarımız vardı. Ve onları güttüm! Tarla sürüp harman kaldırdım. Kuran kurslarına gittim. Çağdaş, bilimsel eğitim vermeye çalışan ilkokulu, ortaokulu, güzelim Konya Lisesi’ni bitirdim. İTÜ’yü (İst. Teknik Üni.) bitirene kadar da Necmettin Erbakan’cı idim.
Selamlaşmalarda:
Günaydın denirdi.
Merhaba denirdi.
Selamünaleyküm de denilirdi.
Selamünaleykümcülere günaydın deyince tebessüm ederler ve kimi günaydın, kimisi de aleykümselam derdi. ***
Yıl 2002 oldu.
Bir fuar gezimde bayrakçı standında Türk bayrağı alıyordum, broşürlerinde her ülkenin bayrağı olduğu da yazılı idi. Satın almak istedim. ‘Burada yok, merkezde’ dediler. Merkez, İstanbul, Tahtakale’de. 2 hafta sonra şoförüm Abdurrahman’ı adrese gönderdim. 100 kadar masa bayrağı satın alıp getirdi. Yüzde 25 de indirim uygulamışlar.
Ben Tahtakale’yi severim.
3 ay sonra kendim uğradım.
Sakallı bir adam ve 2 çocuk çalışıyordu, ‘Günaydın’ dedim. Yüzüme baktılar. Kimse selam almadı. Ülke bayrakları alacağımı söyledim.
50 bayrak vardı, aldım.
İndirim uygulamadılar.
Şoförüme ‘İndirim uygulamadılar’ dedim. Güldü. ‘Siz günaydın demişsinizdir, selamünaleyküm deseydiniz uygularlardı’ dedi.***
Yıl 2006 oldu.
Arkadaşım Koray Selçuk; ‘Eyüp tapu dairesine gittim. Günaydın dedim. Kimse selam almadı’ dedi. Durumu görmek ve bir çift laf etmek üzere ben de birkaç ay sonra saat 08.30’da uğradım, ‘günaydın’ dedim. Selam almadıkları gibi kötü kötü de baktılar. Ben şaşkın bir tavırla ‘Burası Türkiye değil mi? Türkçe konuşuyorum, insanın/Allah’ın selamını veriyorum’ dedim ve kovulmamak için hızla kapıya yöneldim. Biri ‘Allah’ın selamı selamünaleykümdür’ dedi. Ben de kapıdan çıkarken ‘Ben Türküm. Allah Türkçe de biliyor’ dedim.***
Yıl 2009 Ekim oldu.
Mecidiyeköy Konyalı Camii yanı saatçisine küçük bir masa saati almak üzere uğradım, ‘Günaydın’ dedim. Biri sakallı, biri normal 2 kişi de selamıma yanıt vermedi.
Alışmıştım.
İstediğim saatin fiyatını sordum. Sakalsız ‘35 lira’ dedi. Şaşırdım. En fazla 15 lira idi. Denemek için duvardaki dijital bir saatin de fiyatını sordum. ‘60 lira’ dedi. Oysa en fazla 30 lira idi. Çıktım. Ve dün (Aralık başı) tekrar gittim. Sadece sakallı vardı, ‘Selamünaleyküm’ dedim. Aleykümselam diyerek selamımı kerhen aldı; ya beni tanıdı ya da insan sarrafı, tipimden laik, Türkçeci olduğumu anladı. Duvardaki dijital saatin fiyatını sordum. ‘30 lira’ dedi.
Pahalı diyerek çıktım.” ***
Yılmaz Dağdeviren bana soruyor: 1000 yıllık Anadolu/Türk tarihinde olmayan bu davranışların Müslümanlıkla, Türklükle, vatandaşlıkla, insanlıkla ilgisi var mı?
Ben de size sorayım.
İlgisi var mı?
Siz de sakın Obama’ya sormayın.
O kararını vermiş.
Obama, bizi Araplaştırmış.
Bizim gazeteciler de; “Selamünaleyküm dedi... Selamınaleyküm dedi...” diye sevindirik olmuşlar.

Monday, December 7, 2009

Cumhuriyet 07.12.2009

2000’Lİ YILLARDA
ERDAL ATABEK


Graham Fuller’in Türkiye’si!..


Graham Fuller bir CIA görevlisi.
Uzun yıllar CIA Türkiye İstasyon Şefi ve Ortadoğu Masası Şefi olarak çalışmıştır.
Halen bir Amerikan üniversitesinde ‘tarih profesörü’ olarak hizmetini sürdürüyor.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti adındaki kitabı Türkçeye çevrildi. (Timaş Yayınları-2008)
Bu kitabın dikkatle okunmasını herkese, özellikle Türkiye’nin geleceğiyle ilgili olanlara öneriyorum. Eski istasyon şefinin görüşleri çok şey anlatıyor.

Dikkat çekici bir nokta;
1924 yılında Atatürk’ün halifeliği kaldırmasının ‘İslamın bugünkü zayıflığının ve bölünmüşlüğünün üzerinde ciddi etkisi olduğunun birçok kişi tarafından kabul edildiğini’ öne sürmesidir. İslamın dünyadaki durumundan Atatürk’ün sorumlu tutulması çok ilgi çekicidir.
Ayrıca halifelik kurumunun zorunluluğu da ima edilmektedir.

Amerika ve İslam halifeliğinin zorunluluğu?

İlgi çekici.

“Türk İslamının Yeniden Yükselişi” bölümünde;

“Kuşkusuz AKP pat diye gökten düşmemiş, Türkiye’de 35 yıllık bir zaman zarfında evrilip gelişmiş, öğrenmiş ve değişmiş bir dizi İslami hareketin içinden büyüyüp ortaya çıkmıştır. Ancak AKP, 1970’ten 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı partiye -ki zamanla bu partilerin her biri kapatılmıştır- liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk kurtulan partidir.”

Graham Fuller, 12 Eylül 1980’den sonra İslamcı politikanın nasıl geliştiğini de şöyle açıklamaktadır:

“Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır. Bu süreç, Özal’ın 1980’lerdeki ekonomik açılımlarını içermektedir. .. Bu değişiklikler en azından üç grubu güçlendirmiştir:Yeni ve büyüyen bir Anadolu işadamları sınıfı,şehirlerdeki geleneksel alt sınıflar, modern oldukları halde İslami gelenekte anlamlı bir kimlik bulan, yeni ve büyüyen bir İslami profesyoneller ve entelektüeller sınıfı.Bu gruplar Türkiye’nin karakteri, kimliği ve gelecekteki dış politika yönelimi üzerinde giderek artan etkilere sahiptir.”

(Bu gruplara Amerika ve Avrupa yanlısı ulusal kimlik karşıtı grupların da eklenmesi gerekiyor. E.A.)
Böylece, artan dış ve iç baskılar 2001 yılında kurulan AKP’yi, kuruluşundan sadece bir yıl sonra, 2002 yılında yapılan seçimlerle tek parti iktidara getirmiştir.

Graham Fuller bu gelişmeyi büyük bir hoşnutlukla karşılıyor.

Kitabın sonunda da AKP ile Amerika arasında şu analizi yapıyor:
“İslamcılar Washington hakkında bir hayli karışık duygulara sahiptirler. Bir yandan Washington’la işleri etkili biçimde yürütebiliyor olması, İslamcıların Türk siyasi sahnesindeki kabul edilebilirliğini sembolize etmektedir. Bundan dolayı AKP, siyasi düşmanlarını, özellikle de Kemalistleri ve orduyu kenarda tutabilmek için Washington’la iyi ilişkilere sahip olmak istemektedir. ABD ve AB’nin Türkiye’de demokratikleşme ve liberalleşmeye destek vermesi, Türk siyasetinde İslamcıların konumunu doğrudan sağlamlaştırmaktadır. Aynı zamanda İslamcılar, kesinlikle daha bağımsız bir dış politika peşinde koşmakta ve Türk siyasi yelpazesinin öteki birçok unsurunun böyle bir politikaya büyük destek verdiğini hissetmektedirler. İronik biçimde, Türk siyasi yelpazesinde AKP İslamcıları Washington’ın politikalarına karşı taktiksel açıdan yukarıda sıralanan öteki grupların çoğundan daha hoşgörülüdürler. Ancak iktidarda olmadıkları zaman ABD’ye karşı daha eleştirel bir tutum takınmaları muhtemeldir.”

İşte, CIA eski istasyon şefinin açıklamaları.

Amerika’nın AKP’yi neden desteklediği ortada.

AKP’nin Amerika ile neden ve nasıl işbirliği yaptığı ortada.

Ülkenin İslamcı bir geleceğe nasıl bilinerek ve istenerek kaydırıldığı ortada.

12 Eylül 1980 darbesinin Turgut Özal eliyle yaptıkları ortada.

Türkiye’nin İslamcı bir yapıya adım adım nasıl götürüldüğü ortada.

Bir yıllık AK partinin nasıl tek parti iktidarına götürüldüğü ortada.
***
Gelelim günümüze.
Tek parti iktidarının nasıl bütün güçleri savaşarak ele geçirmek istediği ortada.
Üniversiteler ortada.
Yargı kurumları ortada.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı takınılan tutum ortada.
Medyanın nasıl kuşatıldığı ortada.
Graham Fuller’ın kitabını okuyunuz.
Öğreneceksiniz. ..
http://au.mc300.mail.yahoo.com/mc/compose?to=erdalatak@gmail.com&subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7BTARIH%7D-$%7BYAYIM_ADI%7D-$%7BHKODU%7D

Sunday, December 6, 2009

PROF. DR. BiRGUL SÖNMEZ 'DEN...

Düşünüyorum da biz Kürt kardeşlerimize siyasal haklarini vermeliyiz. Verelim ki onlar: Cumhurbaşkani olabilsinler, Milletvekili, Bakan, Meclis Başkani hatta Başbakan olabilsinler, Belediye Meclis üyesi, Belediye Başkani olabilsinler, General olabilsinler, Jandarma Genel Komutani olabilsinler, Oy kullanabilsinler, oy...

Benim karim oy kullanabiliyor ise bir Kürt dostumuzun karisi da oy kullanabilsin. Pardon, biz onlarin siyasal haklarini 1923’te vermiş miyiz? Keşke vermeseydik, bugün verip sevindirirdik.

Peki o zaman bu açiklanmayan paketin içinde neler var acaba?

Allah devletimize zeval vermesin, ben bir türlü açiklanmayan “Kürt Açilim Paketi”nin içinde olanlari tahmin ediyorum: Önce Dogu ve Güneydogu’da agalik sistemi yikilacak. Vatandaşlar aganin köleliginden çikarilarak vatandaş statüsüne geçirilecek. Bu işe bir feodal Kürt beyi olan DTP Başkani Ahmet Türk’ün görkemli Kasri Kanco’sundan başlanacak. Orada yaşayan köylülere Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman başarilamayan toprak dagitimi saglanacak. Kürt halkinin vazgeçilmezi olan töre cinayetleri ve kan davasi çözülecek. Kiz çocuklarinin okumasi saglanacak.

O vatandaşlarimizi yeşil kart, çocuk parasi, çiftçilik yardimi, erzak yardimi şeylerle gibi oyalayarak miskinlige aliştirmaktan vazgeçilerek bu kaynaklar yöreye yatirim olarak yönlendirilecek.

Kürt kardeşlerimize tarihimizde 38 Kürt isyani çiktigi ve bunlarin hepsinin feodal Kürt sistemini devam ettirmek için çikarildigi ve iki topluma da ne kadar zarar verdigi ögretilecek.

Örnegin: 1925 isyaninin sonunda Şeyh Sait’in sponsorlari tarafindan teslim edilmiş ve bunu hayati ile ödemiş oldugu, Mustafa Kemal’in de bunun karşiliginda Kerkük’ü Ingilizlere birakmak zorunda kaldigi (daha henüz Apo’nun teslim bedelini ögrenmiş degiliz) hatirlatilacak.

Dersim Isyani’nin 1930’lu yillarda devletin elinin bu yörelere ulaşip yol, köprü, telefon-telgraf, egitim-ögretim ve güvenlik güçlerinin gelmesi, yani devletin fiziksel olarak oralarda var olmasinin, agalik sistemini yerinden sarstigi için agalar tarafindan (her zamanki gibi Ingiliz destekli olarak) 1937 yilinda başlatilip, önce telefon-telgraf direklerinin yikildigi, köprülerin uçurulup okullarin ve jandarma karakollarinin yakildigi hatirlatilacak.

Bunun tam da Fransizlar ile Hatay sorununun çözülmek üzere oldugu günlere gelmesinin bir raslanti olmadigi anlatilacak.

Kürt kardeşlerimize; çözümün, feodal Kürt liderlerinin peşinden giderek veya varligini teröre ve bir terör örgütüne borçlu olan partilerde ve onu destekleyen yabanci devletlerde degil, Mustafa Kemal’in çizdigi yol haritasindan başka bir yerde olmadigi anlatilacak.

Ben akliselim olan Kürt kardeşlerimin, Atatürk’ün 10. Yil Nutku’nda verdigi mesaja hiçbir itirazlari olmadigini biliyorum. Bu ülkenin birligi, beraberligi ve refahi için tek yol haritasi vardir: Ne mutlu Türküm diyene.
Prof. Dr. Birgül Sönmez
Özdemir İnce'nin Türkiye Ağıdı

Bunları sen nasıl yarattın Türkiye?

SENİN için yaktığım ağıdın, senin için ağladığım bozlağın adıdır bu: Bunları sen nasıl yarattın Türkiye?

Nasıl yarattın Cumhuriyet'in tek tip insan yaratma ideolojisi(!) ile?

..Geçen hafta yurtiçinde ve yurtdışında bir üniversitenin bir dersliğinde bir musalla taşının üzerinde gördüm seni; açık ve kapalı oturumlarda söylenenleri dinledim:“Merhumu, merhumeyi nasıl bilirsiniz?” diye soruyordu hiçbir dine inanmayan bir imam (ikisi de sendin hem merhum hem merhume olan); arkandan beddua okuyordu dünyanın bütün çiğ süt emmiş haramzadeleri, CIA parasıyla Boğaz'da keyf süren munkabızlar!

KUBURU DÖLLEMİŞSİN

Mahkûm ediyorlardı seni, kendi evlatlarının avro-iftiralarını tanık göstererek dünyaya! Sen orada, öyle yatıyordun musalla taşının üzerinde, kin ve iftira taşları döşenmiş bir kirli alanda kurulan bir musalla taşında. Musalla taşının biraz ötesinde senin kendi ağaçlarından yapılmış üç ayak bir idam sehpası; bir giyotin ki tezgâhın başında oğullarından biri; bir kütük üzerinde başın, elinde kör bir baltayla oğullarından biri.

Aşağıda, birbirini ezen esrar çekmiş bir kalabalık, senin oğulların ve kızların zort çekmekte senin arkandan: kuyruğuna teneke bağlanmış bir kedisin, kuyruğuna bira kutusu takılmış bir köpeksin sanki. Bunlar senin evlatların, senin kızların ve oğulların; sanki bir kuburu döllemişsin, sanki bir kuduz virüsü döllemiş rahmindeki yumurtayı.

Bunlar senin evlatların mı, bunları sen mi yarattın, bunları sen nasıl yarattın Türkiye?

SATILMIŞ EVLATLARIN
Kederden içiyorsun her gece, önüne ne gelirse veresiye; dilin bağlanmış başına gelenleri kimseye anlatmıyorsun, anlatamıyorsun, belki de dilini kestiler bir paslı jiletle.

Evini bağışladığın evlatların kapı dışarı etmişler seni: geçmişini, destansı öykünü, kimliğini elinden almışlar; parmak uçlarını diri diri törpülemişler ki parmak izin belli olmasın diye.
Alın terinle, kanınla kurduğun evini, hayatını, hayallerini kundakladılar; yabana verdiler yarattığın bütün değerleri, devrettiler, sattılar, kurtulmak için senin dikenli varlığından!
İşte böyle, yaslanarak duvarlara, kendine bir kuytu ararken karanlıkta, yaslandığın duvarı çekip alıyorlar omuzlarından, tökezliyorsun ama düşmüyorsun; evlatlarından biri bir çelme takıyor ayağına, çamurun üzerine kapaklanıyorsun; üzerine çullanıyor evlatların, emekli karneni de elinden almak için!

Üzerlerine okunmuş, kara büyü yapılmış, beyinleri yıkanmış, satılmış evlatların!

ZORBA ADAMA İMRENME

Sana yapılanları gördüğümü görenler, sana yapılanları bildiğimi bilenler, susturmak istiyorlar beni; sözcüklerimi iğdiş etmek, cümlelerimi bir tabuta kapatıp lehimlemek istiyorlar.
İstiyorlar ki ben de katılayım bu çılgın şölene, bu sapkın yortuya; istiyorlar ki ben de zort çekeyim arkandan, teneke çalayım ben de.

Ama bilmiyorlar ki yazmışım her şeyi yüreğimin bakır levhasına; susarsam, susturulursam şimdikinden çok daha tehlikeli olurum ben!

Bunaldığım, zorda kaldığım zamanlar oluyor! O zaman cümlelerim oluyor ağzımda ve dilimde; içimdeki sesin gümbürtüsünü duyuyorum. Topraktan, havadan, sudan ve ateşten! O bana diyor ki mesellerinde:
Yaz gördüklerini yüreğinin levhasına, Zorba adama imrenme ve onun yollarından hiçbirini seçme; sakın ardından gitme zorbanın ve bekçi köpeklerinin!

Gördüğünü kitaba yaz diyor, bu yoldan daha önce geçmiş olanların haykırışları, gördüğünü kitaba yaz!
Çekmek üzere olduğun şeylerden korkma!
Çünkü onlar ellerindeki serap kılıcını gerçek sanırlar!
Ey oğul bir gün yazıcı olursan, sakın yalan söyleme ülkemin çocuklarına!

Tuesday, December 1, 2009

ESKİ BAKAN SERDAROĞLU
‘Ülkede telekulak cemaati var’

© Fethullah Gülen cemaatinin de tüm yayın organları, gazeteleri, dergileri, televizyonları yla Türk yargısını baskı altına almaya çalıştığına dikkat çeken Serdaroğlu, emniyetteki F tipi kadrolaşmanın buna en büyük desteği verdiğini söyledi.


İZMİR (Cumhuriyet Ege Bürosu) - Eski Sağlık ve Devlet Bakanı Rifat Serdaroğlu, Türkiye’de “telekulak cemaati” olduğunu vurgulayarak laik demokrasiye inanan, onun geleceğinden endişe edenleri, TSK ve Türk yargısını yıpratmak, sindirmek isteyenlere karşı mücadeleye çağırdı. Serdaroğlu, “İrtica korkaktır. Atatürk’e ve laik Cumhuriyete, çağdaşlığa inananlar bir araya gelip ayağa kalktıklarında, irtica kaçacaktır” dedi.

Bergama Belediye Başkanlığı’nın yanı sıra 19., 20. ve 21. dönemde İzmir miletvekilliğ i, Sağlık ve Devlet bakanlıkları görevlerinde bulunan Serdaroğlu, gündemdeki“yargının savunma konumuna geçmesi” konusunu değerlendirdi.

Yargıya saldıran kesimlerin başında Adalet Bakanlığı’nın geldiğini vurgulayan Serdaroğlu, “Bakan Bey’in TBMM’de dokunulmazlığının kaldırılması için dosyası bulunmakta” dedi. Fethullah Gülen cemaatinin de tüm yayın organları, gazeteleri, dergileri, televizyonları yla Türk yargısını baskı altına almaya çalıştığına dikkat çeken Serdaroğlu, emniyetteki F tipi kadrolaşmanın buna en büyük desteği verdiğini söyledi. Serdaroğlu, “Bunlar sözüm ona Müslüman, sözüm ona dindar. Amerika’da refah ve zenginlik içinde yaşayan, halife özentisi hocalarına yaranmak için, hiç utanmadan haysiyet cellatlığı yapıyorlar, insanları karalıyorlar. Bunlar Kuranıkerim’in emrettiklerini yapmıyorlar, yaptıklarına Kuranıkerim’i uydurmaya gayret ediyorlar, Allah’tan korkmadan” yorumunu yaptı. Serdaroğlu, sözde demokrat ve liberal yazar, çizer, gazetecilerin de “askere vurma modasını” sürdürdüğünü, bölücüler, Kürtçülerle işbirliği yapmayı yeğlediğini anımsattı.

‘YARGIYA SAHİP ÇIKALIM’
Yargıya saldıran tüm bu kesimlerin en büyük desteği AKP iktidarından aldığını, bunu Türk halkının görmesi için laik, sosyal hukuk devletine ve Atatürk Cumhuriyeti’ne inananlara önemli görevler düştüğünü vurgulayan Serdaroğlu, “Öncelikle Türkiye’nin en örgütlü sivil toplum örgütü baroları, avukat arkadaşlarımız aracılığı ile uyarmalıyız. Barolar şimdi konuşmayacak da ne zaman konuşacaklar? Gerekiyorsa, toplumun dikkatini çekmek için belli bir süre (7 Gün) davalara girmesinler. Bizler yapılanın yanlış olduğunu AKP’li milletvekillerine mesaj veya mektupla anlatalım, uyaralım. Bence en önemlisi yüksek yargıya kişisel desteğimizi yine ileti, mesaj veya mektupla iletelim. İrtica korkaktır. Atatürk’e ve laik Cumhuriyete, çağdaşlığa inananlar bir araya gelip ayağa kalktıklarında, irtica kaçacaktır. Tehlike varsa, bizde sıkıntıyı göze alıp bu tehlikeyi yok edeceğiz” dedi.

***

İstanbul Barosu Başkanı Aydın, üst normlarla verilen hak ve özgürlüklerin alt normlarla daraltıldığını söyledi
‘Hukuk devletinden uzaklaşıyoruz’
ŞULE KÖKTÜRK
İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın, “Asıl olan hak ve özgürlüktür. Kısıtlama ise istisnadır. Bu kuralı tersine çevirmek, zor ve baskıcı rejimlerin yöntemleridir. Hukuk devletinde her iktidarın görevi, hukukun üstünlüğünü tüm topluma yaymaktır” dedi.
Aydın, Türkiye’de bir kavram kargaşası yaşandığını söyledi. İktidarların çıkardığı yasalar nedeniyle yasal olanın aynı zamanda hukuki olmayabileceğ inin altını çizen Aydın, “Anayasaya, uluslararası sözleşmelere ve evrensel hukuk ilkelerine aykırı yasalar, üst nitelikteki bir norma aykırı olmaları nedeniyle hukuki değillerdir. Bu durumdaki bir yasanın iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne götürülmemiş olması da sonucu değiştirmez” değerlendirmesini yaptı. Yasalar ve yönetmelikler çıkartılırken ilgili örgütler, üniversite ve diğer ilgililerden görüş alınmadığını, “yaptık oldu” anlayışı ile hareket edildiğini çeşitli kereler kamuoyuna açıkladıklarına dikkati çeken Aydın, meslek örgütü olarak kendilerinin yasaları Anayasa Mahkemesi’ne götürüp iptal talep ettirmelerinin mümkün olmadığını yalnızca yönetmeliklere karşı Danıştay’a dava açabildiklerini belirtti.

Aydın, “Üst normlarla verilen hak ve özgürlükler, alt normlarla daraltılmaktadı r. Bugün yaşadığımız olaylar, bu gelişmelerin sonucudur. Hak ve özgürlükler asıl kabul edilmelidir. Mağduru kim olursa olsun, bu özgürlüklerin sınırlanması için anayasa ve uluslararası mevzuatın öngördüğü koşullara uyulması gerekir. Hakların sınırlanması için düşünceler zorlanmamalı, özgürlüklerin temini ve genişletilmesi için düşünceler zorlanmalıdır. Bunun yanına siyasi saik de eklenirse, artık hukuk egemenlerin oyuncağı haline gelir, hukuk teriminin içi boşaltılmış olur ve hukuka güven-saygı kalmaz” dedi.

Aydın, özetle şunları söyledi: “Anayasal hak ve hürriyetlerin sınırlama koşullarının oluşup oluşmamasına bağlı olmaksızın her an sınırlanabileceğ ine dair toplumda yaygın bir kanaat oluşmaktadır. Bu ise hukuk devletinden giderek uzaklaştığımız sonucunu doğuran emarelerdir. Düstur alınması gereken, hukukun üstünlüğüdür.

Hukukun üstüne bir başka üstün gücün konulmaya çalışılması, onun üstüne de başkasının konulması sonucunu doğurur. Hukukun üstünlüğünü etkin kılma yükümlülüğü olan Barolar olarak, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda Öngörülen Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Denetlenmesi, Gizli Soruşturmacı ve Teknik Araçlarla İzleme Tedbirlerinin Uygulanmasına İlişkin Yönetmeliğin hak ve özgürlükleri üst normlara aykırı şekilde kısıtlayan kimi hükümlerinin iptali için Danıştay’da açtığımız davada, kimi maddelerin hukuka aykırı olduğu, hak ve özgürlükleri kısıtladığı gerekçesi ile yürütmelerinin durdurulmasına karar verilmiştir. Yargı üzerinde bu tür hukuka aykırılıkların yapılıyor olması, zaten sorun olan bir meselenin daha da vahim boyuta ulaşması, kuvvetler ayrılığı ilkesinin zedelenmesine yol açar.”

Cumhuriyet 28.11.2009

Rektorden Yuzyilin Mektubu

Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet Fazıl Ardıç, 10 Kasım’da Atatürk’e hitaben yazıp Anıtkabir’e gönderdiği mektubu okudu. Salonda duygusal anlar yaşandı. Ardıç, mektubunda Atatürk’ün mirasına birlik çıkılmadığına ilginç bir yönelte vurgu yaparken, rektörün mektubu ayakta alkışlandı.


İŞTE O MEKTUP:Değerli Büyüğümüz, Liderimiz, Sevgili Atamız, Bugün sen doğalı 128, Cumhuriyet kurulalı 86, seni kaybedeli 71 sene oldu.Geçen senelerde çok çalıştık, hiç durmadık.Vatanımız güllük gülistanlık.Her köşesini demir ağlarla ördük.Çevremizdeki komşularımızla oluşturduğumuz barış çemberi devam ediyor.
Emperyalist güçler hala bize diş geçiremediler.
Madenlerimizin hepsini bulduk, ekonomimize kazandırdık.
Osmanlı bankasından aldığımız dersle milli bankalarımızı koruyoruz.Türk sermaye birikimi zorlukla oluştu, fabrikalar kurdu, onların yüzyıllık fırsatçı uluslararası sermaye önünde ezilmemesine dikkat ediyoruz.
Bilim adamlarımızın geliştirdiği yeni ürünlerle dünyanın her yerinde aranan mamulleri üretiyoruz. Bu yüzden işçilerimiz refah içinde ve mutlu.
O çok önem verdiğin eğitim sistemimiz süper, bırak okuma-yazma bilmeyen kalmamasını herkese fırsat eşitliği, kaliteli eğitim, uzmanlaşma en üst düzeyde.Toplumun eğitim düzeyi yüksek, boş zamanlarında herkesin elinde bir kitap!Güzel sanatlar ve spor hayatımızın içinde, herkesin ilgilendiği bir uğraşısı var.Her şehirde tiyatrolarımız, sanat gruplarımız hem halkımızı devamlı eğitiyor, hem de sosyal ortamlar sağlıyorlar.
Hele kütüphanelerimizi görmeni isterdik.
Çiftçimiz her zamanki gibi baş tacımız, köyde olmak eğitimsiz olmak anlamına gelmiyor. Kendi tarlalarımızda kendimize yeterli olmak için çok çalışıyoruz.
Milletimizin birliği, ortak dilimiz sayesinde pekişti. Devletin parası hepimizin ortak varlığı, yokluk günlerini unutmadık, çok titiz bir şekilde harcanıyor.
Borçlarımızın hepsinden kurtulduk, hatta bazı ülkelere boyunduruk altına girmesin özgür kalabilsin diye borç bile verebiliyoruz.Halkımızın maneviyatı sağlam, istediği gibi ibadetini yapıyor, kimsenin kulu değil, çünkü dininin kurallarını Türkçe öğreniyor, ibadetini Türkçe yapıyor. Bu konuda fırsat olmayınca, onları kandıracak ruhban sınıfı da kalmadı. Kurduğun tarih kurumları sayesinde, kendi tarihimizi hem materyalist çıkarcı batı bakışından, hem islamik arap emperyalizminden, hem tek yanlı kindar Çin söylemlerinden kurtardık.
Değerli Atam, Lütfen kızma, seninle eğlendiğimizi düşünme. Senin zaten gerçekleri bildiğini biliyoruz.Bütün bunları; 71 yıldır atılan o gösterişli, ağlak nutuklardan, samimiyetsiz törenlerden sıkılmışsındır, mektubun girişinde seni birazcık gülümsetebilirmiyiz diye yazdık.

Çünkü senden hatıra kalan resimlerdeki o içten tebessüm sana çok yakışıyor. Doğrusunu istersen, senin gibi liderler artık bu günlerde pek muteber sayılmıyor. Seni bekarlık partilerindeki dansözler gibi pastadan çıkarıyorlar.
Açık konuşmak, düşünmek, yorulmadan çalışmak değer kaybetti.
Artık fikir tartışmaları bile farklılaştı, halkın kimin ne demek istediğini anlamasına imkan yok.

Toplum mühendisliği öyle gelişti ki, artık tutarlılığa bile gerek kalmadı. Öyleki fikrin başlığı, sloganı ve içeriği tamamen farklı olabiliyor.
Barış isteyerek savaş, birlik isteyerek ayrılık, eşitlik isteyerek sömürü, demokrasi isteyerek baskı kolayca yapılandırılabiliyor.
Ama sen bunların olacağını zaten biliyordun.

Bize nelerle karşılabileceğimizi açıkça söylemiştin.“Ey Türk Gençliği” diyen sesin hala kulaklarımızda.

Gençken bu hitabeyi her okuyuşumuzda hepimiz içimizden “üzerimize düşeni yaparız elbet” demiştik.

Şu anda kaçımızın hala aynı fikirde olduğunu tahmin etmek biraz zor.

Neyse!

Senin ideallerine inanan, seni putlaştırmamış, her olayı bilimin penceresinden değerlendiren bizler buradayız.
Eskisi kadar çok değiliz.
Senin gösterdiğin yolun değil de, senin yarattığın gücün etrafında toplananların hepsi yolda döküldü. Kimisi paranın gücüne, kimisi iktidar nimetlerine dayanamadı.
Kimisi dünyada popüler olmayı, ülkesinde onuruyla yaşamaya yeğ tuttu.
Kimisi korktu.
Anlık rüşvetleri, çocuklarının geleceğine tercih etti.Kimisi hümanist kesildi. Tarihin neden tekerrür ettiğini unutup , ülkesine başkasının gözlükleriyle bakmaya başladı.Kimisi sivil toplum örgütçüsü oldu.

Parayla fikir ithalatçılığı yaptı. Kimisi kendine iktidar alanı açmak için, bugüne kadar bu ülkeyi yüzlerce kere dolandırmış kişilerle işbirliği yapıp, onları idare edebileceğini sandı.Ama hepsinin vicdanı, 128 yıl önce doğan senin görüşlerinin, günümüzde de hala geçerli olmasını kaldıramadığından, bütün yapılanların senin görüşlerine uygun olduğunu anlatmak için neler uyduruyorlar neler, yaratıcılıkta sınır yok, keşke görebilseydin.

Artık yolumuza onlarsız devam ediyoruz.

Bu anlattıklarımı sakın bir şikayet, veya bir çaresizlik ifadesi olarak düşünme

.Sadece bize gerçekleri görmeyi, ona göre politikalar üretmeyi, kendine ve milletine güvenerek onurlu davranmayı sen öğrettin.Sen aramızdan ayrıldıktan sonra ulusal hedeflerimize konsantrasyonumuzu kaybettik, birbirimizle uğraştık, küçük kurnazlıklarla vakit kaybettik, düşmanlarımızın ülkemizin planlarına müdahil olmasına izin verdik. Kişisel çıkarlarını siyaset diye yutturanlarla, milleti için fedakarca çalışanları birbirinden iyi ayıramadık. Ağaları, şeyhleri, savaş zenginlerini, saltanat meraklılarını, din bezirganlarını yeniden hortlattık.
Senin yönetimine diktatörlük diyenlerin, demokrasi diye diye nasıl kendi krallıklarını kurduklarını zamanında farkedemedik.
Ama artık daha tecrübeliyiz.
Kolay kolay, gazete haberlerinin, kimin çektiği belli olmayan filmlerin, yalancı kahramanların tuzaklarına düşmüyoruz. Bütün hatalarımıza rağmen uğraşıyoruz, didiniyoruz, anlatıyoruz, uyandırmaya çalışıyoruz.
Bizimle dalga geçiyorlar:
Emperyalizm çağının bittiğini, dünyada bütün ülkelerin barış içinde, uygarlık yolunda yürüdüğünü artık bizi millet yapan, bu vatanda birarada tutan bu fikirleri bırakmamız gerektiğini söylüyorlar.
Üzülmüyoruz, yılmıyoruz, tekrar uğraşıyoruz, tekrar anlatıyoruz. Biz, daima burada olacağız.Ama, seni özledik.Senin ufkunu özledik.Yol göstericiliğini, milletine her zaman güvenmeni, senin onurunu özledik.Senin sarı saçını, mavi gözünü, dostluğunu özledik.
Vatanın için verdiğin emeği, yaptığın fedakarlığı,bizleri hep biraraya getirmeye çalışmanı özledik.Her kelimeni dikkatle seçişini, kim olursa olsun karşındakine gösterdiğin saygıyı, sözlere yüklediğin anlamın derinliğini özledik.
Bağımsız karakterini, barışa hasretini, gerektiğinde çizmelerini çekip savaşa hazır olma kararlılığını özledik.Kendi kendini eğitmeni, okumadan, bilenlerle tartışmadan karar vermeyişini özledik.“En hakiki mürşit ilimdir” diyen sesini,bilim adamlarına verdiğin desteği özledik.

Davet edilmeden hiçbir uluslararası kuruluşa yüz vermeyişini,dış seyahatlere gitmeden bütün kralların seni ziyarete gelişini, milletine uşak dedirtmeyen özgüvenini özledik.

Uzak görüşlülüğünü, çocuklara olan sevgini,gençliğe güvenini, geleceğe olan inancını özledik.“Ne mutlu Türküm diyene” deyişini özledik.

Seni Özledik!

Senin inançlarını, yaptıklarını, her şeye rağmen, üniversitemizde yaşatıyoruz.

Hedeflerimizi hiç değiştirmedik,Halkımızın refahı, Vatanımızın bütünlüğü, Vicdanımızın özgürlüğü, Birey olmanın özgüveni, Bilimin ışığı.Atam, hepimiz, öğrettiklerini, seni, unutmadık. Sen rahat uyu!En derin saygılarımızla ve en içten sevgilerimizle!

10 Kasım 2009.
Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyeleri, Elemanları, Öğrencileri ve Memurları adına
Prof.Dr.Fazıl Necdet ArdıçRektör