Sunday, March 21, 2010

Ünlü yazar Vatan’dan istifa etti

Usta kalem Necati Doğru Vatan’dan istifa etti. Bu flaş gelişmenin nedeni ise Necati Doğru’nun yazısının gazete alınmamasıydı. Necati Doğru Odatv’ye yaptığı açıklamada istifa gerekçesi için şunları söyledi:

“Benim dünkü yazım gazetenin beş günden beri sürdürmekte olduğu Adana Belediye Başkanının servetini açıklayamaması ile ilgili bir takım iddiaların sergilenmesinin devamı olan bir yazıydı. Bu yazının başlığını “İstanbul’da kaç Aytaç Durak bulunuyor” diye koydum. Bu son derece masum bir yazıydı ve sadece muhalefet partisinin belediye başkanlarının yolsuzlukları nı, hırsızlıklarını yazmak değil, iktidar partisinin belediye başkanlarının da, eğer varsa bir deposu, bir yanlışı onları da yazmak… Gazetecilik bunu gerektirir diye düşündüm bu yazımı yazdım.
Her zamanki gibi evime gittim. Saat dokuzda beni aradılar ve bu yazının girmeyeceğini ve yedek yazı yazmamı istediler. Ben de “hayır” dedim. Şimdi bu yazım yayınlanmadığı için de istifa ediyorum.
Şunu düşünüyorum. Belki de iktidar partisi tarafından gazetenin üzerine büyük bir baskı geliyor. Ve yazı işleri yönetiminin başındaki arkadaşımız bunu taşıyamıyor olabilir. Dolayısıyla bir yandan da benim yazılarım gazeteye zarar veriyor diye düşündüm. İktidar partisinin hoşuna gidecek yazılar zaten yazamam ama onları yazmayıp susarak da duramam. O zaman muhalefeti de yazamamak gerekiyor.

Benim kalemim de 30 yıldan beri temiz toplum, temiz vatandaş, temiz siyaset arayışında olan bir kalemdir. Bu dönemde buna katlanamazdım onun için ayrıldım.
Bundan sonra benim yazılarımı kaldıracak bir gazete arayacağım. İktidar partisine yandaş gazetelerde yazamam. Zaten onlar da yazdırmazlar. Yazabilseydim zaten Vatan’da yazmaya çalışırdım. Çünkü Vatan iyi bir gazete, beğendiğim bir gazete. Orada çok sayıda arkadaşım, dostum var.
Vatan bile beni taşıyamadığına göre hiçbir gazetede yazamam. Bunun dışında kalanlar eğer benim kalemimi taşıyabileceklerse, beni davet ederlerse oralarda yazacağım. Yoksa yazının diğer alanlarında yeniden başlayacağım. Araştırma kitapları, roman, öykü yazma gibi dallarda yazacağım.”
İşte Vatan’ın sansürlediği o yazı:
Necati Doğru’nun “İstanbul’da kaç Aytaç Durak bulunuyor?” başlıklı sansürlenen o yazısı…
***
“Bizim Adana’nın kısmetsizliğine(!) bak, bak bak otur ağla. Annem Adana’dan telefon etti; “oğlum Adana’dan, Adana’nın yerlisi olarak bugüne kadar zengin olmuş bir kişi bile çıkmadı” dedi.
Annemi tanımaz mıyım!
Ne demek istediğini anladım. Gerçekten Adana’nın ekonomi tarihi yeniden yazılsa yazarın varacağı sonuç şu olacaktır: Adana’dan zengin olmuş bir yerli Adana’lı bugüne kadar çıkmadı. Kayseri’den, Niğde’den veya Balkan göçü sonrasında Bosna’dan yırtık yorganla gelenler pamuk ağası, çiftlik ağası, tekstil fabrikası ağası oldular. Çukurovanın insanın ciğerinin içine kadar işleyen sarı sıcağında pamuk üretiminde verimi dönüm başına 650 kiloya kadar çıkartma beceresini gösterebilen yerli Adanalıdan (Yörük olsun, Türkmen olsun, Ermeni olsun ya da Arap ve Kürt olsun) bir tek zengin çıkmadı.
Aytaç Durak çıkacaktı (!)
Gör başına neler geldi (!)
Herkes merakla bana “Aytaç Durak iktidar partisinden belediye başkanı olsaydı, Adana olayı bu noktaya kadar gitmeden kapanmaz mıydı?” diye soruyor. Ben de “temiz siyaset-temiz vatandaş-temiz toplum” idealine vidalanmış yazılar yazan biri olarak onlara “İstanbul’da Çelik Sır Kasa” hikayesini anlatıyorum.
xxx
Bu hikaye gerçektir.
Kişi ve olaylar sahidir.
Kasa, gazetelere manşet oldu, TV’lerde “içindeki para ne kadardı?” diye yayın konusu, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, İstanbul Belediye Başkanı’na, Meclis’te milletvekiline ihbar konusu oldu.
Cerahat kokan bir kasaydı.
Unutuldu gitti.
Olayı size şöyle anlatayım:
İktidar partisi AKP’nin adayı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanılığına ikinci kez seçilen yüksek mimar Kadir Topbaş’ın, imar danışmanlığını yapmış Fethi Turgut, ailesini de alıp tatile gitmişti.
Evde sadece genç oğlu vardı.
Arkadaşlarına; “Babam her akşam eve torbalar dolusu paralarla geliyor, paraları çelik kasalara dolduruyor” diye anlatıyordu. Bu anlatım mahallede 12 kişilik bir “soyguncu çetesinin örgütlenmesini” tetiklemişti.
12 kişi plan yaptılar.
Belediye Başkanı’nın imar danışmanı Fethi Turgut’un genç ve biraz da saf oğluna, dümenden bir kız arkadaş ayarladılar. Kız evde oğlanın birasına uyku ilacı kattı, oğlan uyuyunca çete eve girdi.
xxx
Gerçekten 3 kasa vardı.
İkisi çok büyüktü.
Yerinden oynamıyordu.
Çok sağlamdı açılamıyordu.
Üçüncü kasa taşınabilirdi.
Hırsızlar taşınabilir kasayı aldılar, Kartalda bir eve götürdüler. Uğraştılar açamadılar. Maltepeden bir çilingir buldular. Kasayı açtırdılar. İçinden 950 bin Amerikan Doları, 280 bin Avro, 200 bin Türk Lirası ve 2 kilo altın çıktı. Bu çetenin yaptığından haberli olan Ahmet Tamer adlı birisine “soygundan pay” vermedikleri için o da kızdı, olayı bir ihbar mektubu ile Başbakan Tayip Erdoğan’a, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a bildirdi. Onlardan ses çıkmayınca Meclis’e CHP milletvekili Çetin Soysal’a yazdı. Konu basına yansıdı. 12 hırsız yakalandı, hapse kondu (Bak Öge Demirkıran’ın 1 şubat 2009 tarıhli VATAN’da yayınlanan haberi ve ocak-şubat aylarında Cumuhuriyet, Milliyet, Hürriyet gazeteelrinde çıkan “gizli kasa”haberleri)
Hırsızlar hapse kondu.
Tahmin edin!
Kasanın sahibine ne oldu?
Kasanın sahibi iktidar partisinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın imar danışmanı Fethi Turgut’a ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan, ne Belediye Başkanı, ne savcı hiç kimse “arkadaş sen bu kadar parayı nereden buldun, bu üç kasa evinde ne diye duruyor?” diye sormadı. Fethi Turgut, “çalınan kasamdaki para sadece 200 bin dolardı” diye açıklama yaptı olay kapandı. Hırsızlar hala hapiste yatıyor. Fethi Turgut da hala belediye şirketlerinin birinde bir makam sahibi olarak çalışıyor.
Aytaç Durak’ı soruyorlar.
Çelik sır kasayı anlatıyorum.
Bu sefer ben soruyorum: İstanbul’da kaç Aytaç Durak bulunuyordur?
Necati Doğru
***
Peki,R.T.Erdoğan medya patronlarına nasıl bir uyarıda bulunmuştu.?
’’O gazetelerin patronlarına sesleniyorum. ‘Ne yapayım, köşe yazarıma hakim olamıyorum’ diyemezsin. Sen bunun sorumlususun, diyeceksin.’’ 26 Şubat

Wednesday, March 17, 2010

Arena kasedi

Emin ÇÖLAŞAN

Adam oturmuş, şu veya bu amaçla kameranın karşısına geçmiş, Atatürk hakkında konuşuyor, atıp tutuyor, zırvalıyor. Söylediği çoğu şeyin dayanağı, kanıtı, belgesi yok. Sadece konuşuyor. Örneğin şunları söylüyor:
‘‘Adı Mehmet. Mehmet Bey göbek adı!.. Libya'da giydiği yerel kıyafetler nedeniyle fıkralara konu oldu. Bu fıkralar pek de iç açıcı değildi!.. Çanakkale Savaşı başladığında Mustafa Kemal geri hizmette telgraf haberleşmesinde görevliydi!.. Askerlere taarruz emrini verdi. Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum dedi ve 300 bin asker öldü... Kurtuluş hareketini Mustafa Kemal başlatmamıştı...’’

Böyle bir sürü zırva. Adı Mehmet olsa ne değişir?

Libya'da Enver Paşa ile birlikte İtalyanlara karşı gerilla savaşı veren bir kahramandır. Yerel giysi giymiştir, resimleri vardır. Hangi fıkralara konu olmuş ve bunlar niçin ‘‘iç acıcı’’ değilmiş? Ordu sicili bellidir. Çanakkale öncesinde hangi geri hizmette, hangi telgraf haberleşmesinin başında imiş? Çanakkale Savaşı'nda komutandır. Hangi emriyle 300 bin askeri öldürecek yetkiye sahiptir? Hangi komutan ‘‘Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum’’ diye emir verebilir?

Cephede savaşmadan nasıl ölünür? İstiklal Harbi'ni madem o başlatmamıştır, o halde hain Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için neden ölüm fetvası yayınlatmıştır?

*** Bu sözleri kameralar önünde söyleyen kişinin adı Abdurrahman Dilipak. Bir dinci gazetenin yazarı. Geçtiğimiz perşembe gecesi Arena'da Uğur Dündar, ben ve Prof. Dr. Ergun Aybars bu kasedi irdeledik, içindeki inanılmaz yalanları o kısıtlı zaman içerisinde ortaya çıkardık. Neredeyse tamamı yalandı. Örneğin şöyle diyordu: ‘‘Türkçe Kuran çıkaracaklardı. Nutuk'tan (Atatürk'ün Büyük Nutku) parçalar ekleyip TSE damgalı Kuran çıkaracaklardı...’’
Böylesine ipe sapa gelmez zırvalar.
***
Dilipak, bundan bir süre önce bütün şeriatçılar gibi kafayı istiklal mahkemelerine takmıştı. İstiklal Harbi sırasında asker kaçaklarını, casusları, isyancıları, hainleri, ırz düşmanlarını yargılayan istiklal mahkemeleri için akla hayale gelmez yalanlar uydurmakta birbirleriyle yarış ederlerdi. Bu mahkemelerin 500 bin Müslümanı idam ettiğini falan yazarlardı!

Günün birinde, bu işlerin ilmini yapmış olan Prof. Dr. Ergun Aybars'la Abdurrahman Dilipak, Hulki Cevizoğlu'nun programında canlı yayına çıktılar. Aybars bu konunun kitaplarını yazmıştı ve belgelerle kanıtladı:

‘‘İstiklal Harbi döneminde 14 İstiklal Mahkemesi toplam 1.350 kişiyi idam etmiştir. Çoğu casus ve asker kaçağıdır.
Cumhuriyet döneminde ise Şeyh Sait isyanı ve Atatürk'e İzmir suikastı davaları ile Şapka Kanunu'nu bahane ederek silahlı ayaklanmaya kalkışan, ya da halkı isyana çağıran 360 kişi idam edilmiştir...’’
O gün Dilipak canlı yayında mosmor oldu, konuşamadı... Ve stüdyodan ayrılmak zorunda kaldı. Yobaz kesimi o günden beri günden beri istiklal mahkemelerinden söz etmiyor. Bu yalan bitirildi! *** Dilipak, Arena'da yayınlanan kasedinde, kamera karşısındaki konuşmasına devam ediyor: ‘‘Atatürk'ün aşk konusunda çok liberal olduğu, kadınlarla ilişkisini gizlemediği bir gerçek. Çıplak partilere varana kadar bir takım hatıralardan söz edilir. Mesela Safiye Ayla, Mustafa Kemal'in bir toplantıda kendisine şarkı söylettiğini, sonra çırılçıplak soyduktan sonra kucağında taşıyıp havuza attığından söz etmişti.’’

Eğer yalan söylemiyorsa, Safiye Ayla'nın bunu anlattığını kanıtlaması gerekir! Sonraki bölümlerde ise Atatürk için ‘‘eşcinsel’’ imasında bulunuyor. Özellikle doğudan gelen askerlerle birlikte olduğunu söylüyor:

‘‘Bir başta rivayet, şarktan (doğudan) gelen askerlerle beraberdi.’’ Rivayetmiş!.. Ayıptır be. İnsanda biraz utanma olur.

*** Dünkü yazısında ise bu rezalet konusunda kendini savunmaya kalkışıyor. Kaset çok eskiden çekilmiş de, herhangi bir yerde yayınlanmamış da, Arena'yı mahkemeye verecekmiş de!..

Eğer yürekli bir adam olsaydı, kendisine yapılan çağrıları dikkate alır ve o gece programa çıkardı. Çıkamadı. Çıkması zaten beklenemezdi. Dava açacağını okuyunca aklıma geldi. Burada gazetesine bir uyarıda bulunayım.

Kendileri hakkında açılan davaların tebligatını almıyorlar. Sürekli olarak gazeteyi çıkaran şirketin ismini değiştirip tazminatları ödemiyorlar.

Kendi yazdıkları yazıları, mahkeme ve savcılıklarda verdikleri ifadelerde, sanki başkaları yazmış gibi gösteriyorlar!

Telefonları bile gizli. Örneğin bu gazetenin Ankara bürosunu aramak isteyin bakalım, bulabilecek misiniz! Bilinmeyen numaralar servisine sorun, var mı telefon numaraları! Bu nasıl Müslümanlık yav? Var mı böyle Sülün Osman yöntemi uygulamak bizim dinimizde?

*** Dün gazetede öğle yemeğine inmiştim. Tepsiye yemek koyarken, yemek şirketinin elemanı bir káğıt uzattı: ‘‘Abi, bizim bulaşıkçı bir şiir yazmış, size vermemi rica etti.’’ Odama çıkınca okudum. Başlığı ‘‘Atatürk yaşasaydı’’.

El yazısıyla, küçücük bir káğıda yazılmış.
Bazı yazım hataları var.

İmza: Öz Urfalı Halil Alkan.
Size aynen iletiyorum:

‘‘En büyük kahraman Türk/ Cesur önder Atatürk/ Kurtardı bu vatanı/ Etti bizlere mal mülk/ Yedi düelle savaştık/ Onun önderliyinde/ Düşmanı kan ağlattık/ Bitmez cesaretiyle/ Türkiyeyi yıkmak için/ uğraşıpta duranlar/ Cumhuriyet hainidir/ Milleti kışkırtanlar. Keşke şimdi olsaydı/ Gerçeyi anlasaydı/ Çok kelle koparırdı/ Atatürk yaşasaydı.’’

Ne garip bir ülkedeyiz! Bir yanda vatan kurtaran adamı karalamak için her adiliğe ‘‘Müslüman’’ maskesi takıp başvuran namussuzlar, öte yanda ise
Öz Urfalı bulaşıkçı Halil Alkan'lar!

http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-87762

Tuesday, March 16, 2010

Mehmetçik veya Hz. Muhammed karikatürleri
Arslan BULUT

İstiklâl Marşı’nın kabulünün 89. yıl dönümü dolayısıyla geçtiğimiz Cuma günü camilerde Mehmet Akif Ersoy’un şahsında milli mücadele anlatıldı. İstiklâl Marşı’nın şairi anlatılırken, İstiklâl mücadelesinin başkomutanından tek kelime ile dahi bahsedilmedi!
Bunun yerine Çanakkale Savaşı ile ilgili hurafeler tekrarlandı. Bu hurafelere inanmak gerekirse savaşı, Türk subaylarının kısa zaman içinde milli ve dini bilinç vererek yetiştirdiği Mehmetçikler değil de hortlaklar kazandı!

Bu yaklaşım, Çanakkale ve İstiklâl Savaşı şehitlerine hakarettir ve kabul edilemez.

***Çanakkale’de Mehmetçiğin başarısını küçümsemek, Türk Milleti’ni küçümsemek demektir. Bu küçümseme işi İngiliz istihbarat servisinin yöntemidir.
Avustralya’da yaşayan Gül Arslan, “Johnny Türkler; Saygıdeğer Düşman” adlı kitabında John Simkin’den naklediyor: “Hollandalı karikatürist Louis Raemakers Birinci Dünya Savaşı broşürlerinde duygusal motifler tasvir etmesi için görevlendirildi. Savaşın başlamasından hemen sonra İngilizler, Alman Propaganda bürosunun varlığını keşfetti. David Lloyd George, 2 Eylül 1914’te İngiliz Propaganda Bürosu’nu kurdurdu. 1935’e kadar bu büronun bütün faaliyetleri gizli tutuldu.”
İşte bu çerçevede, Ted Colles adlı karikatürist, Çanakkale’deki Mehmetçiği “Abdül” adı verilen bir tipleme ile yansıttı. Ancak savaştan çok sonra Çanakkale’de Mehmetçik ile savaşmış Anzakların anıları yayınlanınca, durum değişti. Avustralyalılar, Türkleri kendilerinden saydıklarını göstermek için bu defa onları “Johnny Türkler” diye adlandırdı. Bu niteleme, günümüzde de kullanılmaktadır.

***Bilindiği gibi bugün de Hollandalı ve Danimarkalı karikatüristler, Hz. Muhammed’in karikatürlerini çizerek, İslâm dünyasını ve özellikle Türkleri ne kadar küçümsediklerini göstermeye çabalıyor.
İşte Çanakkale’de bilfiil savaşmış Mehmetçiğin ve Türk subayının çabasını görmezden gelerek, başarıyı hortlaklara mal etmek nasıl ki Mehmetçiği Abdül olarak çizenlerle yan yana düşmek anlamına geliyorsa, Çanakkale ve İstiklâl Savaşı’nda Atatürk’ü yok saymak da Hz. Muhammed’i karikatürize ederek küçümsemeye çalışmakla aynıdır.
Aslında bu hezeyanların asıl sebebi, Türk düşmanlığıdır. Fakat, bir hurafe ortaya atıldıktan sonra, milyonlarca insan cahillik sebebiyle bunlara inanabiliyor.
Yazık ki çok büyük kitleler, İslâm dinini doğru dürüst bilmiyor. İslâmı, birinci kaynağı olan Kur’an’dan öğrenmek yerine, kulaktan dolma bilgilerle algılıyor.
Durum böyle olunca, Çanakkale’de ve İstiklâl Savaşı’ndaki Türk subayının zekâsını, yüreğini ve Mehmetçiğin kahramanlığını hiçe sayan hurafelere rahatlıkla inanabiliyor.

***Bu ülkenin vatandaşları, kendi milli devletlerinin kuruluşuna temel olan savaşları hurafeye bağlayınca, siyasetin temelini de hurafe olarak görüyor. Akıl hastası ve meczup oldukları bilinen sözde şeyhlere, dervişlere inanarak, onların izinden gidiyor ve kendi ülkesinin aleyhine çalışan robotlara dönüşebiliyor.
Robotlar, tam bir Hıristiyanlaştırma faaliyeti olan dinlerarası diyalog operasyonuna bile hizmet verebiliyor; yaşayan siyasi veya dini liderlerini ikinci peygamber olarak görebiliyor ve onun için şükür namazı dahi kılabiliyor.

İşte bu din dışı algılamaların gelişmesine sebep, Diyanet İşleri’nin halkı aydınlatma görevi yapacak yerde bu hurafelere hizmet eden insanları görevlendirmesidir.

Türkiye’ye yazık oluyor dostlar.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=12430
Millet uyanır mı?
Altemur Kılıç

Tarifsiz acılar içindeyim...
Gericiler, cemaatler, bölücüler; ABD’nin “teknolojik” desteği, AB’nin payandası, işbirlikçilerin gayretleriyle Atatürk’ten, Cumhuriyetinden ve Ordusundan, devrimlerden öçlerini alıyorlar. “Karşı Devrim”, artık son aşamasına ulaştı. TSK, psikolojik savaşla dize getirilmekte!

Bu, “asimetrik” olmaktan çoktan çıkmış “psikolojik” savaşta, Ordunun içine nifaklar sokmak ve açık söylemeli, mesela astsubayları tahrik etmek de var. Bu “savaş” taki bir başarılarıyla övünüyorlar; “halkın TSK’ya güveni azaldı” diye.
Maalesef doğru.
Vatanseverler bile “Askerlere o kadar yakın görünmeyelim” diyesiler. Yoksa maazallah onları da içeri tıkarlar gibilerden!Kozmik kamyon“Psikolojik savaşta” yeni bir “Kamyon” aracı!
Ankara’da, TSK’nın mühimmatını taşıyan bir kamyon, polisler tarafından “yakalanıyor”.
Savcılar tarafından “sorgulanıyor”!

Fikret Bila yazmış: “Bu olay, asılsız ihbarlarla TSK’ya nasıl zarar verilebildiğini, TSK’nın nasıl bir baskı altında olduğunu açığa çıkarmış oldu. Ve devlet kurumları arasında olması gereken güvenin yerini kuşkuya bıraktığını kanıtladı.
”Suskunluk “Genelkurmay çok konuşuyor” derlerdi, şimdi suçlamalar karşısında,önce müphem açıklamaları ve sonra anlaşılmaz suskunluğu, “ikrar” ve teslimiyet olarak yorumlanmakta! Mâlum birileri “kazandık” diye sevinçten ellerini ovuşturuyorlar.Elbette ki normal şartlarda Albay Çiçek’in imzasından, Balyoz iddialarına kadar, her konuda soruşturmaların sonunu beklemek ve yargıya güvenmek gerek! Ordunun yıpratılmasından şikâyetçi idik, şimdiyse açıkçası, psikolojik savaşın başarıya ulaşmış olmasından ve Ordunun psikolojisinin bozulmuş olmasından endişeliyiz! Elbette sonunda, önce Yüce Allaha ve sonra yüce yargıya güvenmemiz gerek. Ama ilk safhada hangi yargıya? “Ergenekon” savcılarının, Erzurum yetkili savcılarının “adaletine” mi?
Haydi, güvendik diyelim sonunda her alanda gerçekler ortaya çıkacak, suçlular varsa cezalanacak, suçsuz mağdurlar aklanacak. Ancak aylarca hatta yıllarca uzayacak bu “süreçte” olanlar olmuş olacak. Cumhuriyet ve Ordusu onarılmaz yaralar alıyor.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç “Ergenekon Davasının” mahzurlarını, hukuk ve adalet ihlallerini açıkça anlattı. Sonunda aklanacak olanlara “Pardon” demek yetecek mi diye soruyor! Bu suçsuz insanların kaybettiklerini kim nasıl onlara geri verecek? Orduya karşı baş kışkırtıcılardan Mehmet Ali Birand bile, herhalde “sonunda kabak benim de başımda patlar” endişesiyle olacak, “Sivil kesim artık, askeri rahat bırakmalı” diyor.

O “siviller” kendisi gibiler.
Ama öteki tarafta, şu sırada Atatürk’e sarılmak ihtiyacını duyan vatanseverler var.
Var ama onların endişelenmeleri yetmiyor, çünkü önce aynı silahlarla dövüşmüyoruz.

Karşımızdakilerin teknolojilerini ve psikolojik savaş yöntemlerini, Kurmay subaylarımız bilirler de, bunları karşımızdakilerin yaptıkları gibi alçakça kullanmayı onurlarına yedirmezler.
Onlar hakikaten “şovalyedirler, arkadan vuramazlar”!
Ve şu sırada, bizler birlik değiliz.
CHP içine nifak sokulmakta.
Baykal ve Kılıçdaroğlu arasındaki rekabet kışkırtılmakta!
CHP’nin MHP’nin tehlike karşısında ortak cephe kurmaları gerekirken maalesef küçük politika hesapları var.
Ve ne acıdır ki Milliyetçi MHP’nin, şu sırada Orduya tam destek vermesi gerekirken,
Sayın Devlet Bahçeli bu konuda ikircikli! Orduya karşı mesafeli durmayı yeğliyor! Birinci Cumhuriyetle, liberal aydınların kurulmasını istedikleri
2. Cumhuriyet arasındaki şu dönemi, Osmanlının “Fetret” devrine benzetmek mümkün, ama ileride tarihçiler bu dönemi muhakkak “Gaflet ve İhanet” devri olarak adlandıracaklardır!

Cumhuriyetin ilk yıllarında Kurtuluş Savaşı hakkında, “Bir Millet Uyanıyor” adlı bir film yapılmıştı.
Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun eserini Muhsin Ertuğrul senaryolaştırmış ve yönetmişti.

Çocukluğumuzda bu film bize çok heyecan verdi ve uyandık!
Şimdiyse, uyurgezer olduk.
Uyan Türkiyem, uyanın Atatürkçüler; rüyalarımız, hayallerimiz çoktan korkulu rüyaya dönüştü, sonunda kâbus olacak!

Uyanın, yoksa gelecek kuşaklar bize lanet okuyacaklar!

Atatürk ve silah arkadaşları soruyorlar: “Biz kazandıklarımızı, alçaklara teslim edin diye mi size emanet ettik”

...Uyanalım, çıldıralım ve de dirilelim artık!

Sunday, March 7, 2010

Bir Diktatorluk Araci Olarak Referandum
Prof. Dr. Emre Kongar

Insan haklari ve demokrasi kavramlarinin gelistigi yirminci yuzyildaki diktatorlerin pek cogu hem demagog hem de diktatordurler:Yani hem halkin duygularini oksayarak onu guzel sozlerle aldatir, hem de bu yolla baski kurarlar.Bunlarin tipik ornegi Hitler’dir.

Birinci Dunya Savasi’ndan buyuk bir yenilgiyle cikmis, haksizliga ugradigini dusunen ve ekonomik bunalimla karsi karsiya olan Alman halkinin duygularini oksayarak secim mekanizmasini kullanmis, sonunda kanli rejimini kurmustur.Tabii baska ornekler de var. Omrunun sonuna kadar iktidarda kalmasini referandum yoluyla onaylatan diktatorlerin bir bolumu gunumuzde bile hâlâ iktidarlarini surdurmektedir.

Yikilan Sovyetler Birligi’nde ise secim mekanizmasi hep kullanilmis ve sonucta yuzde doksanlari asan bir katilim ve oy ile mevcut yonetimler diktatorluklerini surdurmustur. Tarih boyunca ne secim, ne de referandum tek basina demokrasinin guvencesi olabilmistir. Tam tersine her iki mekanizma da, zaman zaman demokratik bir rejimden bir diktatorluge gecisin araci olarak kullanilabilmistir.

*** Demokratik rejimin olmazsa olmaz bazi onkosullari vardir.
Bunlari degistiremezsiniz. Demokrasilerde, rejimin temellerini olusturan ilkeleri referanduma goturemezsiniz.
Bunlar, Turkiye’deki mevcut tarihi ve toplumsal ozellikler ile anayasal gerekler dikkate alinacak olursa kisaca “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” ilkeleri olarak belirtilebilir.
Ornegin, asagidaki konulari sinirlamak ve kisitlamak amacina donuk referandumlar yapamazsiniz: Serbest, seffaf ve muntazam secimler.
Inanc ve inanmama ozgurlugunu guvenceye alan, devletin butun inanclara ve inancsizlara esit uzaklikta kalmasini saglayanlaiklik. Rejimin, bireyleri hem birbirleri, hem devlet, hem de cogunluk karsisinda guvenceye alan hukuk devleti ve bunun geregi olan yargi bagimsizligi. Devletin vatandaslarina karsi sorumluluklarini belirleyen sosyal devlet. Daha gecenlerde, Isvicre’deki minare oylamasini elestiren Basbakan Recep Tayyip Erdogan, inanclarin referanduma sunulamayacagini, bunun demokrasiyle bagdasmayacagini soyluyordu.

*** Turkiye’nin Cok Partili Rejim tarihi ne yazik ki bu bakimdan yanlislarla doludur: Bunlarin en tipik ornegi, artik kotu ve baskici bir anayasa oldugu herkes tarafindan kabul edilen 12 Eylul Anayasasi referandumudur. Yuzde 92 ile kabul edilen anayasa icin yapilan referandum sirasinda hem aleyhte propaganda yasa ile yasaklanmis, karsi oy verecegini belirten Oktay Akbal yargilanip mahkûm edilerek hepse atilmis...

Hem atilan oyun rengini gosteren seffaf zarflar kullanilmis...

Hem de anayasanin kabulu ile Kenan Evren’in Cumhurbaskanligi onaylanmis olarak kabul edilmistir. Boylece demagojik bir diktatorlugun referandumu nasil kotuye kullanacaginin en iyi ornegi verilmistir. Hemen belirtmeliyim ki AKP doneminde yapilan Cumhurbaskani’nin halk tarafindan dogrudan secilmesine iliskin referandum da, Turkiye’deki demokratik rejimin Parlamenter ozelligini zedelemesi bakimindan yanlistir.

*** Simdi AKP, rejimi iyice cikmaza sokacak bir baska anayasa degisikligini referanduma sunmaya hazirlaniyor:
Onerilen degisiklikler, yuksek yargi organlarini siyasetin dogrudan etkisine sokacak onlemler. Boyle bir referandumun Turkiye’de demokrasinin sonu olacagini soyleyebiliriz.

ekongar@cumhuriyet. com.tr; http://www.kongar.org/
Generaller tasfiyesi neden yapıldı
Soner YALÇINsonery@hurriyet.com.tr

Hayır! Hayır! Türkiye'den bahsetmiyorum. Biliyorum, kamuoyu generallerin gözaltına alınmasını, kiminin tutuklanmasını "Neler oluyor", "Askerler mi sivillere, siviller mi askerlere darbe yapıyor" kaygısıyla yakından takip ediyor. Hayır! Ben sizi Endonezya'ya götürmek istiyorum. Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesinde, generallerin neden ve nasıl tasfiye edildiğini yazmak istiyorum...

LÜBNAN kökenli Fransız yazar Amin Maalouf "Çivisi Çıkmış Dünya/Uygarlıklarımız Tükendikçe" adlı deneme eserinde dünyayı kaosa sürükleyen olayların analizini yaptı: "ABD, Endonezya maden ocaklarının ulusallaştırılmasına, Jakarta'nın Pekin ve Moskova'yla kurduğu ilişkilere öfkelenip, bu konularda elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti. Sonuçta kesin bir başarı elde ettiler. Ayrıntıları ancak yıllarca sonra öğrenilebilen müthiş bir oyunla, komünistler ve solcu ulusalcılar kanun kaçağı olarak görülmeye başlandı; üniversitelerde, yönetim merkezlerinde, basında, başkentin mahallelerinde, hatta en ücra köylerde bile bunların birçoğu tutuklanıp öldürüldü... Bu sıkıntılı dönemin sonunda, o zamana kadar dünyadaki en hoşgörülü din anlayışı olmakla ün salan Endonezyalıların Müslümanlık anlayışı, bütünüyle değişti. Toplumun laikleştirilmesi perspektifleri ortadan kaldırılmış, komünizm tehlikesine karşı verilen mücadelede 'yan hasar'ın kurbanı olmuştu. (...) Öte yandan, siyasal bağımsızlıktan ve ulusal devletin başlıca doğal kaynaklarına sahip çıkmasından yana olan ve Batı tarafından acımasızca, etkin biçimde alaşağı edilen tek Müslüman ülke Endonezya değildir..." (sayfa 126, 127) Endonezya'da olanlar ile Türkiye'de son yıllarda yaşadığımız olaylar arasında bir benzerlik var mı?
Bunun yanıtını Amin Maalouf'un bahsettiği yıllarda Endonezya'da neler olduğunu öğrenerek verebiliriz...Amerika Sukarno'dan memnun değildi Endonezya tarihi denince mutlak iki isimden bahsetmemiz gerekiyor: Ahmet Sukarno ve Muhammed Suharto. Sukarno ulusalcıydı. Siyasal duruşunu antikapitalist ve antiemperyalist diye tanımlıyordu. Endonezya Ulusal Partisi'nin kurucusu ve ilk başkanıydı. Kuşkusuz 336 etnik grubun yaşadığı bir coğrafyada ulusalcı olmak, hepsini bir çatı altında toplamak hiç de kolay değildi. Ama Sukarno başardı. Sırasıyla Portekiz, İngiliz, Hollanda, Japonya ve tekrar Hollanda sömürgesi olan Endenozya'yı bağımsız hale getirdi: Tarih 27 Aralık 1949 idi. Sukarno önce, Hollandalıların baskısına rağmen, ülkesini 15 üyeli federasyondan üniter devlete geçirdi. 5 ilke belirledi: Ulusalcılık, halkçılık, temsili demokrasi, devletçilik, laiklik.
Sukarno, Soğuk Savaş döneminde Mısır lideri Nasır ve Yugoslavya lideri Tito'nun kurduğu bağlantısızlar hareketine katıldı. Çin ve Kuzey Kore ile politik dostluk kurdu. SSCB'den askeri yardımlar aldı. 200'den fazla Hollanda şirketini millileştirdi. Ve ABD bu gelişmelerden rahatsız oldu. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD, Asya'da egemenlik alanını artırma çabası içindeydi. Hindiçini'nde (Vietnam, Laos, Tayland, Kamboçya) bağımsızlık hareketleri büyüyordu. Kore Savaşı bitmiş; Vietnam Savaşı başlamak üzereydi. ABD, Asya'yı kaybetmek üzereydi. CIA faaliyetleri Tarih: 30 Kasım 1956. "Darul İslam" isimli bir örgüt Sukarno'ya suikast düzenledi. Sukarno, ayrıca kendilerini antikomünist olarak tanımlayan İslamcı PRRI (Pemerintah Revolusioner Republik Indonesia) adlı örgütün de hep hedefinde oldu.
Sukarno kendisinin kimler tarafından öldürülmek istendiğini kuşkusuz biliyordu. İslamcı örgütlere CIA'nın yardım ettiği sır değildi. 1958 Mayıs'ında Allen Lawrence Pope isimli bir Amerikalı havacı yakalandı. Havacının CIA ajanı olduğu ortaya çıktı. Yanındaki tüm CIA dokümanları Endonezya hükümeti tarafından ele geçirildi. Antikomünist milliyetçi ve İslamcı örgütlerin arkasında CIA vardı. Belgelerde ortaya çıktı ki, Amerika Sukarno'nun "ipini çekmişti". Sukarno'nun ipini çeken sadece ABD-CIA değildi. Komünistler 1955 seçimlerinde yüzde 16.4 (6 milyon oy) almıştı. 1957 yerel seçiminde ise aldığı oy yüzde 30'a çıktı. Bir sonraki genel seçimde oyların yüzde 50'sini alacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ulusalcı Sukarno iktidarını komünistlere bırakmak istemiyordu. İlk iş, 1960'ta hükümet bütçesini reddettiği için meclisi dağıtmak oldu. Seçimleri erteledi. Sonra ayrılıkçı isyanları ordu sayesinde bastırdı. Sukarno iktidarını kurtardığına sevinirken hiç beklemediği bir yerden darbe yedi. 'Kutsal cihat'ın hedefi Tarih: 30 Eylül 1965. "30 Eylül Hareketi" isimli bir grup Endonezya'nın en kıdemli altı generalini kaçırdı! Endonezya ordusunun altı üst düzey generalinin kaçırılması, rütbesi düşük bir generalin önünü açtı. Bu isim, Tümgeneral Muhammed Suharto idi. Önce hemen orduyu hâkimiyeti altına aldı. Generalleri komünistlerin kaçırdığını iddia etti ve bağımsızlıkçı, ilerici, ulusalcı, solcu kim varsa öldürttü. Kıyımın boyutları inanılacak gibi değildi; yarım milyondan fazla insan kıyıma uğradı. Tek örnek vermek istiyorum: 3 milyon üyesi ve 20 milyona yakın seçmeniyle Endonezya Komünist Partisi dünyanın üçüncü büyük komünist partisi durumundaydı. Partinin önde gelen tüm isimleri öldürüldü. Evleri, işyerleri yakıldı. Cinayetlerin hepsi "kutsal cihat" adına yapılmıştı.
Peki bu 30 Eylül hareketi neydi? Arkasında kimler vardı?
Prof. Dale Scott bu konuda araştırmalar yaptı. Onun bulguları şunlardı: Kaçırılan generaller (sadece Nasution isimli general hariç), Tümgeneral Suharto'nun önünü tıkayabilecek generaller idi. Başkan Sukarno'ya yakındılar. Plan belliydi: Tümgeneral Suharto'nun ordunun hâkimiyetini ele geçirip darbe yapması için, önündeki tüm generaller kaçırılarak öldürüldü. Ayrıca "30 Eylül Hareketi"nin başındaki Albay AbdulLatief, Tümgeneral Suharto'nun yakın arkadaşıydı ve generaller kaçırılmadan bir önceki akşam Suharto'yla görüştüğü ortaya çıktı. Başkan Sukarno gerçeği hiçbir zaman öğrenemedi, 30 Eylül Hareketi'ni hep komünist sandı. Ve 1967'de tüm yetkilerini Tümgeneral Suharto'ya devretmek zorunda kaldı. Ev hapsine alındı. 3 yıl sonra da öldü. Kazanan ABD ve darbeci General Suharto oldu. Anlaşılıyor ki, CIA ülkeye ve döneme uygun darbe planlıyordu. Kimin aklına gelirdi, darbe karşıtı altı general kaçırılarak alt rütbedeki darbeci bir generalin önünün açılacağı...
'Endonezya Modeli'Tümgeneral Suharto iktidara gelince üniformasını çıkardı. Yeni döneme "Yeni Düzen" adı verildi. Ulusalcılara, solculara karşı İslam "panzehir" olarak kullanılmaya başlandı. Ülke rejimi hukuktan eğitime kadar zaman içinde İslamlaştırıldı. Günlük yaşam İslami esaslara göre yaşanmaya başlandı. Bunun bir örneği de Malezya'dır. Sadece Başkan Suharto'nun seçtiği partilerin seçimlere girmesine izin verildi. Dünyanın en yoksul ülkelerinden Endonezya'da sosyal devlet yok edildi; Ahmet Sukarno döneminde kamulaştırılan kurumlar hemen özelleştirildi. Yabancı sermayenin gelmesi için tüm yasalar değiştirildi. Sukarno'nın 20 yıllık döneminde dış borç 2.4 milyar dolardı. Suharto döneminde borç 50 milyar dolara yükseldi. 1996'da dönemin başbakanı Necmettin Erbakan, Endonezya'ya gitmiş; Jakarta'daki gökdelenlerden etkilenmiş ve Türkiye'nin kalkınması için "Endonezya Modeli"ni ileri sürmüştü. Zaten Endonezya Modeli diye bir model yoktu, bunun adı neoliberalizmdi. Ne var ki, bu model Erbakan'ın gezisinden bir sene sonra çöktü. Ekonomik krizi tetikleyen, şaibeli kredilerle çöküşü hazırlayan onlarca bankaydı. Kriz esnasında ülkeden bir anda 11.6 milyarlık sermaye kaçışı yaşandı. Ve bu kriz döneminde, 20 Mayıs 2002'de Doğu Timor bağımsızlığını ilan etti.Sorun bitmedi.Endonezya'nın değişik bölgelerinde patlak veren etnik, dini ayrımcılığa dayalı şiddet ve terör olayları hiç durmadı.Bugün Sumatra Adası'nın ucundaki Aceh bölgesinde şeriat de vleti kurmak isteyen örgütle hükümet güçleri arasında çatışmalar sürüyor. Bir dönem CIA'nın desteklediği radikal dinci örgütlerin hedefinde artık Amerika var!
El Kaide'nin üslerinden bazılarının Endonezya'da olduğu ileri sürülüyor. Bilindiği gibi Bali'de çoğunluğu turist 200 kişiyi öldürdüler. Kimine göre, Afganistan'ı kaybeden El Kaide militanlarının yeni üssü Endonezya-Ambon'du. Bu nedenle Poso ve Ambon adalarında Müslüman-Hıristiyan çatışmasında 1999'dan beri 10 bin kişi hayatını kaybetti. Kimse artık "Endonezya Modeli"nden bahsetmiyor. Bugün başkent Jakarta'nın bir yanında gökdelenler diğer yanında ise "kampung" adı verilen derme çatma, sağlıksız sayısız gecekondu mahallesi var. Endonezya'da yoksullar ile zenginler arasındaki mesafe her geçen yıl artarak sürüyor. Öyle ki, bugün beş kişiden dördü günlük 1 doların çok az üstü veya altında çalışıyor. Başa dönüp Amin Maalouf'u bir kez daha okuyunuz lütfen. Okuyunuz ki, Türkiye'nin nereye sürüklendiğini görünüz...
__._,_.___

Thursday, March 4, 2010

4 Mart 2010

Rahmi TURAN
rturan@hurriyet.com.tr

Soykırım oyun planı!

BATILI devletler “soykırım iddiası”nı Türkiye’ye baskı ve şantaj aracı olarak kullanmaya devam ediyor. Bu, bilinen bir gerçek!Özellikle Ermeni lobisinin etkisi altında olan Amerikalı politikacılar, sözde soykırımı her yıl pişirip pişirip yeniden servise koyuyor.İşte yine o günlerde bulunuyoruz.Ermeni soykırımı iddialarının kabulü için bugün Amerika’da oylama yapılacak.
ABD’de, yasamanın iki kanadından biri olan Temsilciler Meclisi’nin 46 üyeli Dış İlişkiler Komitesi “Ermeni Soykırımı Karar Tasarısı”nı tartışıp oylamaya sunacak. Sonucu fazla merak etmeye gerek yok! Kabul edilmesi kuvvetli bir ihtimal! Fakat bu kabul fazla bir şey ifade etmiyor, bağlayıcı niteliği yok! Tasarı 2007 yılında da alt komisyonda kabul edilmiş ama yasalaşması için Temsilciler Meclisi’nin gündemine alınmamıştı.Bu defa gündeme alınırsa ne olur? Ortalık iyice karışır tabii...
Amerikan yönetimi böyle bir riski herhalde göze almaz!

* * *Başkan Obama, geçen yıl 24 Nisan’da yayınladığı yıllık mesajında “soykırım” sözcüğünü kullanmaktan kaçınarak, olayları “Büyük felaket” olarak tanımlamıştı.ABD Başkanı, Türkiye ile ikili ilişkilerin bozulmaması, Ankara-Erivan arasındaki yakınlaşma sürecinin zarar görmemesi için Temsilciler Meclisi’ndeki sürece müdahale edip, tasarının gündeme alınmamasını isteyebilir.Soykırım tasarısının kabulü, Ermeni açılımının mucidi AKP’ye zarar verir. AKP’nin güç kaybı ise Obama’nın işine gelmez.

ABD yönetimi, sözünü geçireceği başka bir iktidarı nereden bulacak?

* * *3 milyon civarında bir nüfusu olan Ermenistan, her anlamda küçük, fakir, zavallı bir devlettir. Halkı büyük sıkıntılar içindedir. Yönetim, azılı Türk düşmanı diasporanın elinde tutsak gibidir
.Dünyadaki Ermeni nüfusu toplam 7 milyon civarındadır. Yeryüzüne dağılmış halde yaşayan bu Ermeni nüfusuna “Diaspora” deniliyor ve bunların sesi, Ermenistan devletinden daha güçlü çıkıyor.
Türkiye ve İran’daki Ermeniler, kendilerini diasporadan saymıyor, yaşadıkları ülkeye bağlı vatandaşlar olarak, olayların uzağında kalmaya özen gösteriyorlar.

* * *Batılı ülkelerin oyuncağı olan Ermeni diasporası, Doğu Anadolu’yu “Batı Ermenistan” olarak adlandırıyor, Ağrı, Erzurum, Erzincan, Van gibi illeri alarak “Büyük Ermenistan Devleti”ni kurmayı hayal ediyor.Ağrı, onların kutsal saydıkları bir dağ. Ona “Ararat Dağı” diyorlar. Fanatik Ermenilerin, sınıra çok yakın olan bu dağın karlı zirvelerine bakıp bakıp ağladıkları belirtiliyor.

* * *Yokluk ve fukaralık içindeki Ermenilerin ayakta kalabilmek için bir düşmana, bir ülküye ihtiyaçları var. Bu da “Türk düşmanlığı”! Görünüşte Türkiye’ye dost olan Batılı devletler de, kendi çıkarları için, Ermeni diasporasını teşvik ediyor, destekliyor.Ermeniler, soykırım suçunun Türkiye’ye kabul ettirilmesi halinde büyük imkânlara kavuşacaklarını, önlerinde bütün kapıların açılacağını düşünüyorlar. Böyle bir durum olursa;
1) Tazminat,
2) Anadolu’dan göç eden Ermenilerin torunlarının Türkiye’ye dönüp yerleşmelerine izin verilmesi,
3) Toprak talebi kartlarını Türkiye’nin önüne sürecekler.

İstedikleri tüm Doğu Anadolu Bölgesi... “Soykırım oyun planı”nın hedefi işte bu!


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13999171.asp?yazarid=228
Islak imza aklımı ıslatıyor
Cüneyt ÜLSEVER culsever@hurriyet.com.tr

ÖNCE bir not:TUİK’e göre ülkede istikrar falan yok.
Açıkladıkları rakamlara göre, kriz başladığında, 2008’de işsizlik %11 kadarmış.

2009 yılı sonunda bu oran %14’e çıkmış. Tarım dışı işsizlik ise %13.6’dan %17.4’e yükselmiş.

Gençler arasında işsizlik ise %25.3 imiş!
Ayrıca, yine TUİK’e göre şubat ayı enflasyonu beklenenden 2 misli fazla çıkmış. %0.7 olarak beklenen şubat ayı enflasyonu %1.45 olarak gerçekleşmiş. Böylece, yıllık enflasyon %10’u aşmış.Yazmak üzere hemen bu haberin üzerine atladım.

Ancak içimdeki ses “Aydın Doğan’ı ara, izin al!” dedi. Telefon ettim, Aydın Doğan o an emrindeki 200 küsur köşe yazarı için teker teker ertesi günün konusunu belirlediği için çok meşgulmüş, telefonuma çıkmadı. Ben de “Ne olur ne olmaz!” diyerek yazmaktan vazgeçtim. Keşke TUİK uzmanları da benim gibi yapsalardı!
* * *TUİK’in bulgularını yazamayınca aklımı ıslatan (hamdolsun, henüz altımı ıslatmıyorum!) Dursun Çiçek’in ıslak imza serüvenini yazmaya niyetlendim.En son haliyle ıslak imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğu 2. dereceden hem Adli Tıp, hem Emniyet Kriminal, hem de Jandarma Kriminal tarafından onaylandı. İddialara göre Dursun Çiçek darbe yapmaya yeltenmiş. Belgesi de üç ayrı kurum tarafından orijinal bulunuyor.
Ama Çiçek tutuksuz yargılanacak! Zira deliller zaten toplanmış, ev adresi belirliymiş, kaçacağına dair ipucu yokmuş. Öte yandan tutuklu bir sürü emekli-muvazzaf komutan var. Onların ev adresi yok mu, kaçacaklarına dair ne gibi şüphe var? Çiçek’in farkı ne? Tutuksuz yargılanan darbeci olur mu?

* * *Adli Tıp’ın raporundan sonra tutukluluk halini kaldıran sivil 9. Ağır Ceza Mahkemesi gerekçe olarak, diğerleri yanında, şu kanaati de karara bağlamıştı:“Şüphelinin (Dursun Çiçek-CÜ) üzerine atılı suçların kanuni tanımında yer alan unsurların bulunamaması, üzerine atılı suçları işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunamaması...”

Jandarma Kriminal’in raporundan sonra Askeri Savcılık da Çiçek’in tutuklanmasını istedi. Ancak tutuklama kararını Askeri Mahkeme de reddetti.
Bu mahkeme de yukarıda saydığım gerekçeler dışında “delillerin yetersizliği”nden dem vuruyor!
Islak imzanın diğer delillerle de desteklenmesi gerekiyor.
Dursun Çiçek’in avukatı haftalardır bazı noktalara parmak basıyor.
Örneğin, ıslak imza bulunan 4 sayfalık belgenin Genelkurmay Başkanlığı yazışma kurallarına uygun olmadığını iddia ediyor. Ayrıca ıslak imzanın, değeri 15.000 ile 150.000 dolar arasında değişen bir makine ile atılmasının mümkün olduğunu söylüyor. Belgelerin çıktısının nerede alındığını sorguluyor.
Benim en çok dikkatimi 4 sayfalık belgenin hiçbir yerinde Dursun Çiçek’in parmak izinin bulunmadığı iddiası çekiyor!
Dursun Çiçek’in 4 sayfalık belgeyi ellemeden, parmak izi bırakmadan imzalaması imkânsız.
“İz bırakmamak için eldivenle imzaladı” denebilir. İyi de, belgelere doğrudan ıslak imza atan kişi neden parmak izi bırakmaktan korksun?
Bence “parmak izi” çok değerli bir destekleyici delil olabilir.Ne olur, ben kafamı ıslatmadan önce birileri “parmak izi” meselesine de parmak atsın!

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13999164.asp?yazarid=3
TatbikatKış tatbikatı başladı...
Saldıray Berk komutasındaki “düşman” birliklerle “dost” birlikler karşı karşıya geldi.

4 Mart 2010

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr


*İbrahim Fırtına’ya geçmiş olsun telefonu açan pilotlar gözaltına alındığı için düşman birliklerin hava akını yapılamadı.
Tatbikat sabahı internete sızdırılan “işte eşleri tarafından aldatılan subaylar” listesindeki albaylar kafasına sıkınca, düşman birliklerin topçu taarruzu sekteye uğradı.
Hava desteğinden yoksun kalan düşman piyade bölüğü, donmak üzereyken AKP Sarıkamış İlçe Teşkilatı’nın dağıttığı avanta kömürlerle ısındı ve karşılıklı iyi niyet çerçevesinde silah bırakarak, teslim oldu.
Bu arada, yıllardır düşman birliktenmiş gibi yaşayan bir helikopter pilotunun, aslında dost birliğin ajanı olduğu ortaya çıktı.
Engin Alan tarafından yetiştirilen ve dost birliklerin arkasına indirilmesi gereken Özel Kuvvetler’i Ermenistan topraklarına indirerek tutuklanmalarını sağladı; Savunma Bakanı’ndan şeref madalyası aldı.
Taraf Gazetesi, kamuflajla kar altına gizlenen düşman birliklere ait tankların koordinatlarını yayınladı.
Hasan Cemal, düşman birliklerin kullandığı Law silahlarının Poyrazköy’de bulunan Law silahlarıyla aynı seri numarasından olduğunu öne sürdü; Cengiz Çandar da, Obama’nın müdahale etmesi gerektiğini söyledi. Programa Çukurambar’dan canlı yayınla katılan Bülent Arınç, ağladı.

“Sayın” Öcalan, “terörist” Saldıray Berk tarafından Ağrı’dan fırlatılan havan topunun, Hakkâri’ye düştüğünü iddia ederek, İlker Başbuğ’u AB’ye şikâyet etti.

Emine Ayna Genelkurmay’ı kınadı, Diyarbakır’da olaylar çıktı, Mersin’de polis karakoluna molotof atıldı, Beşir Atalay Alişan’la Nihat Doğan’ı aradı.

Adalet Bakanı, Erzincan Başsavcısı’nın aslında gizli başçavuş olduğuna dair ihbarlar yapıldığını, bu konuda gizli tanıkların ifadesi olduğunu açıkladı.

Düşman birliklere ait denizaltıların Foça’dan dalıp Van Gölü’nden çıkacağı yolundaki kozmik istihbarat üzerine, özel yetkili savcılar devreye girdi, Gölcük Donanma Komutanlığı ve CHP genel merkezi basıldı, Sabih Kanadoğlu ifadeye çağırıldı.

Denizaltılar Ankara Kuğulu Park’ta yakıt ikmali yaparken suçüstü yakalandı. Tutuklanmayan oramiral kalmadığı için, ilk yüksek askeri şûra toplantısında or rütbesine yükselmesi beklenen koramiraller içeri tıkıldı.

Henüz herhangi bir darbe planı çıkarmayı başaramayan 2’nci Ordu ve Ege Ordusu’nun bu durumu “şüpheli” bulunarak, karargahlarına telekulak yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Devlet Bahçeli yazılı açıklama yaptı.

*Neticede...
Dost birlikler kazandı.
*Daha önceki tatbikatları “seçkin gözlemci” sıfatıyla takip eden Cumhurbaşkanı’yla Başbakan, “Şüphesiz kazanacaktık, onun için bu sefer seyretmeye gerek duymadık” dedi.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13998892.asp?yazarid=249&gid=61

Monday, March 1, 2010

Türkiye Normalleşirken!..

Cumhuriyet 01.03.2010
2000’Lİ YILLARDA
ERDAL ATABEK

Türkiye normalleşiyormuş.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç böyle yorumluyor olan biteni.
AKP yetkilileri de bu yorumu hararetle destekliyorlar.
Eski tanıdık gazetecilerden de bu görüşe katılanlar var: Hasan Cemal örneğin.
Ben -nedense- bu normalleşmeye sevinemiyorum.
Orgeneraller sorgulanıyor, belki de tutuklanacaklar.
Generallerden tutuklananlar var.
Albaylar, rütbeli subaylar. Emniyette. Sorguda. Tıbbi kontrolde.
2003’ün, 2004’ün olayları yargılanıyor.
Yapılmayan darbenin kovuşturması imiş.
İyi hoş da darbenin yapılmışı var.
En yakını 12 Eylül 1980.
Biz de o darbede üç yıldan fazla içerde yattık.
Hesabını soran olmadı.
Hesabını soran da olmuyor.
Bu nasıl iş desem mi?
Türkiye böyle normalleşiyor demek.
Belki de o duyulmamıştır da bu duyulmuştur.
Olabilir.
Türkiye normalleşiyor
da biz anlayamıyoruz.
***
Bu arada Reuters ajansının bir haberi açıklandı.
İmam-hatip okulları örnek okul kabul ediliyormuş.
Bu okullarda hem başı açık öğrenciler varmış hem de başı kapalı öğrenciler.
Kız öğrencilerden söz ediliyor.
Ama kızlardan imam da olmuyor hatip de.
Kızlarımız neden bu okullara gidiyor diye sormayın.
Amaç imam-hatip yapmak değil. Amaç dinsel eğitim.
Demek ki Köy Enstitüleri modelinden imam-hatiplere geldik.
Köy Enstitülerinde kız erkek karışık okunuyordu.
Klasik kitaplar okutuluyordu.
Klasik müzik dinleniyordu.
Marangozluk, demircilik, tarım, ekicilik, hayvancılık öğretiliyordu.
Demek ki işe yaramaz bir eğitimdi.
Memlekete zarar verebilirdi.
Hoş, Amerikalılar bu okulları model eğitim kurumu sayıyorlar ama yanılmışlar demek ki.
Yeni eğitim kurumu modelimiz imam-hatip okulları.
Türkiye normalleşiyor!
Belki de biz anormal kalıyoruz!
***
Sayın Başbakan sanatçıları kabul ederek ‘açılım sürecine’ destek istemiş.
Sanatçılara bakıyorum.
Eğlence dünyasının starları.
Şarkıcılar, türkücüler, pop sanatçıları.
Bakıyorum, tiyatro sanatçıları var mı diye? Göremiyorum.
Sinemanın, klasik müziğin tanınan sanatçıları var mı? Göremiyorum.
Olsun. Artık ülkemde sanat diye eğlenceye deniyor. Sanatçıları da öyle olacak.
Türkiye normalleşiyor!
Ne güzel.
***
Medyada da ‘normal’ değişmeler oluyor.
Muhalif yazarlara önce gözdağı, arkadan gazetelerinden kovulma.
Gazete patronları yola gelmezse ekonomik baskılar.
Hoş, onlar da kendi durumlarından başkasını görmezler ya.
Bağımsız basın mı? O da ne?
‘Normal’ Türkiye’de bağımsız basın mı olur?
Onların gözleri kör, vicdanları sağır mı?
İktidar satın alabildiğini alır, alamadığını susturur.
Geriye kalana da aldırmaz.
Onlar ne yapacak ki?
Nasılsa oy depoları sağlam.
Sivil toplum kuruluşları var: Cemaatler, tarikatlar.
Öbürleri, ‘çağdaşlar’ ‘mağdaşlar’ darbeci, terörist.
Türkiye normalleşiyor.
***
Töre cinayetleri Türkiye’de hız kesmeden sürüp gidiyor.
Kendisi için karar vermeye kalkan genç kadınlar ‘infaz ediliyor’.
Aile dışına çıkanlar diri diri gömülüyor.
Avrupa’da da öyle.
Gâvurla gezen kızlara ölüm.
Çıt yok memleketimde.
Kimse böyle şeylere aldırmıyor.
Kürt toplumunun temsilcileri de bunları ağzına almıyor.
Demokratik açılımda bunların adı bile geçmiyor.
Ağalık, şeyhlik, alikıran başkesenlik normal.
Türkiye normalleşiyor diyorlar da biz anlayamıyoruz.
Normallerimiz bunlar.
Mevsim normalleri gibi.
Ülke normalleri.
Bize de kendi ülkemizde ‘anormallik’ kalıyor...
erdalatak@gmail. com
Mustafa Kemal'e "Veda" ederken...

Önceki akşam bir gözüm kapalı, Alanya’daki sinemanın dik merdivenlerini tırmanarak, Zülfü Livaneli’nin VEDA filmini görmeye gittim. Atatürk dönemini yaşamış kuşağın sonuncularındanım. Üstelik Allah bana yüzyılların en büyük adamlarından birini görmek,
çocukken yanında bulunmak, O’nun tarafından tarihten imtihan edilmek lütfunu bahşetmişti.

Amcam Muzaffer Kılıç, O’nunla Samsun’a çıkan, Yıldırım Ordularından Kurtuluş Savaşına kadar Emir Subayı idi. O’nun yanında büyüdüm! Babam Kılıç Ali de 1919’da Sivas’ta O’na katıldıktan sonra 1938 Kasımında, Atanın ölümüne kadar yanından ayrılmamış, sırdaşı ve can arkadaşıydı. Ben Mustafa Kemal’le doğdum, Atatürk’le büyüdüm ve inşallah, kelimeyi şahadet getirip, “Atatürk” diyerek öleceğim! Kısacası “Mustafa Kemal” benim için bir nevi ibadet! Bunun için de, “Veda” filmini muhakkak seyretmeliydim!
Zülfü Livaneli ile düşüncelerimiz hiç uzlaşmamıştır! Fakat itiraf edeyim Filmin özellikle birinci yarısını -çocukluk ve gençlik yıllarını- Rumeli’den göç sahnelerini ve genç Mustafa Kemal’in Selanik’te zeybek oynamasını seyrederken gözyaşlarımı tutamadım!
Genellikle bu sahnelerde Türk Milletinin kaderi ve dramı yansıtılmış. Atatürk’ün, son yıllarında gene zeybek oynamak isterken, yarıda bırakması da dramatik bir tema!
Gene birinci bölümde, küçük Mustafa’nın zorla gittiği ve sakallı cüppeli Hocadan falaka yediği ’Mahalle Mektebi’sahneleri de bugünlerde ibret alınacak sahneler!
Hangi Atatürk?
Şu sırada bazıları Atatürk’e doğrudan saldıramadıkları için “Hangi Atatürk” diye O’nu sorgulamaya kalkıyorlar. “Veda” filmi bu soruya kısmen cevap veriyor; Livaneli, hiç olmazsa Mustafa Kemal’i, adeta ruh bunalımları geçiren bir “yalnız adam” olarak canlandırmamış. Ancak liberal bir yazar ve yönetmen olarak Atatürk’ü, tam ve nasıl tanımladığı da pek belli değil. Mustafa Kemal, âşık olabilen, anasının ölümünde ağlayan bir fani ama Ata’nın kendi deyimiyle, “naçiz vücudu” toprak olsa bile, dünya bölgelerinin de tespitiyle “tabutuna” sığmayacak bir deha! Çocukluğundan, Selanik günlerinden Çanakkale’ye Dumlupınar’a Sakarya’ya kadar sahneler anlatımlar başarılı ama filimde, devrimleri-devlet adamlığı, tam olarak yansıtılmamış. Bunlar da, tek filme sığdırılamıyor!
Bu sadece benim hissim. Livaneli muhakkak Atatürk’ü seven bir liberal, ama O’nu ve düşüncelerini tamamıyla özümsemiş mi?
“Atatürk hakkında belgeselden öte senaryolu ve oyunculu film yapılmaz” denirdi. “Yapılıyor işte” demeliyim... Bu “ilkten sonra” arkası muhakkak gelecek. Hatta Mustafa Kemal’i kasten, deccal gibi gösteren filmler de yapacaklar düşmanları!
“Veda”, eksikliklerine rağmen, şüphesiz olumlu bir başlangıç!
Filmin ikinci bölümünde ana konu Mustafa Kemal’in iki hanım -Latife ve Fikriye- arasında kalışı ve mutsuzluğu. Cumhuriyet, Devrimler pek yok!
Turgut Özakman’ın, Atatürk filmi Mart’ta vizyona girecek. Özakman Mustafa Kemal’i, Cumhuriyetini, eserlerini, devrimlerini içtenlikle, iliklerine kadar özümsemiş bir Atatürk Milliyetçisi! Umuyorum ve biliyorum ki, Özakman’ın filmi, “Hangi Atatürk?” sorusuna son noktayı koyacaktır...
Yanlışlar
“Veda” nın güzel taraflarını yazdıktan sonra, bazı yanlış ve eksikliklere de işaret etmeliyim... Sözüm önce “sanat yönetmenlerine” ; mesela üniformalardaki nişanlar, mesela Çankaya’da köşkündeki hatalarından dolayı... Ev ödevlerini iyi yapmamışlar! Teferruat ama önemli teferruat!
Bir de Fikriye-Latife olayı yanlış! Ben bu olayı Latife Hanımı (adımı o vermiş) yakından tanımış ve Mustafa Kemal’e herkesin önünde hitap tarzını yüzüne karşı eleştirmiş, anam ve halalarımdan ve amcamdan duymuşumdur!
Fikriye olayına gelince; Amcamın bana anlattığına göre Fikriye yurt dışından Çankaya’ya geldiğinde, Latife Hanım amcamı çağırmış, “Kovun O kadını” demiş... Muzaffer amcam diklenmiş: “Ben o kadın dediğiniz Fikriye Hanımı kovamam. O, savaşta çamaşırlarımızı yıkadı, söküklerimizi dikti” deyip, arkasını dönüp gitmiş.
Yazarın “edebi ruhsatına” karışmak caiz değil ama tarihi doğru yazmak gerekir. Atatürk’ün ölüm sabahı başında doktorlar değil, Babam, Salih Bozok ve Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak var... Hasan Rıza Bey babama “Kılıç önümüzde bir tarih göçüyor” der... Atatürk komadan çıkıp, “Saat Kaç?” diye sorduğunda O’na cevap veren babam ve sonra hüngür hüngür ağlayarak, Ata’nın gözlerini kapatan da babam...
Not: Filmde Atatürk’ü canlandıran ve muhteşem zeybeği oynayan, Sinan Tuzcu meğer akrabam imiş!ALTEMUR KILIÇ