Sunday, October 17, 2010

Deniz Som ve Sıkmabaş.../ Hikmet Çetinkaya

Kuru yapraklar düşüyor, ıslak toprağa.

Duru bir güzellik, bahçedeki çiçeklerin üzerinde.

Kendi düşleriyle avunan çocuklar, o yaz bahçelerinde kahkaha atan genç kızlar, delikanlılar.

Televizyona bakıyorum bu sıra...

Yine aynı konu: “Sıkmabaş”.

Hukuk fakültesini bitiren “sıkmabaşlı” kızlarımız avukat, yargıç, savcı, öğretmen, doktor olabilirlermiş...

Biri diyor ki:

“Ne var bunda, laikliğe aykırı mı?”

Bir süre sonra yine bu konu tartışılacak ve şöyle denilecek:

“Sıkmabaşlı kızlarımız polis, subay, astsubay olabilirler; ne var bunda?..”

Gecenin sessizliği içinde düşünceler ormanında dolaşıyor gibiyim...

Yıllar önce Almanya’da bir Türk çocuğu okula giderken, duvarlarda İsa’nın çarmıha gerilmiş, o kanlı fotoğraflarından etkilenip, durumu ailesine anlatarak şöyle demişti:

“Baba, ben okumak istemiyorum...”

***

Baba kızından durumu öğrenince okul yönetimine başvurdu, o resimlerin kaldırılması için. Okul yönetimi bunu kabul etmedi.

Tuttu, yerel yargıya başvurdu.

Yerel yargı da “resimler kaldırılmaz” kararını verdi aylar sonra.

Türk göçmeni olan baba, inat etti, federal mahkemeye gitti. Dava epey uzun sürdü ve sonunda şu kararı verdi:

“Almanya, eyalet sistemine dayalı federal laik demokratik bir hukuk devletidir. İsa’nın o resimleri bir dinin başka din üzerinde baskı kurması anlamına gelir. Müslüman Türk kızı bundan etkilenip okulu bırakmıştır. Resimlerin okulun duvarlarından kaldırılmasına oybirliğiyle karar verilmiştir.”

***

Sabah uyandığımda içinde bir sıkıntı ve hüzün var...

Bu sırada telefonum çalıyor:

“Deniz Som’u yitirdik...”

Günlerdir beklediğimiz acı haber, yağmurlu bir havada geliyor.

Bir an gözlerimi yumuyorum, 90’lı yılların başına dönüyorum...

Orhan Erinç, İbrahim Yıldız ve ben, Deniz’le oturuyoruz benim odamda. Deniz işten ayrılmış ve Cumhuriyet’e dönmek istiyor yeniden.

Ve dönüyor.

Kaç yıl geçmiş aradan? 16-17 yıl mı?

Deniz’i spor servisinde çalıştığı yıllardan tanıyorum.

Abdülkadir Yücelman’ın yanında yetişti önce. Mizah gücü ve kıvrak kalemiyle çok iyi işlere imza attı.

En çok onunla tartışırdım...

Odama gelir, başını uzatır, gülümserken takılırdım:

“Ne haber huysuz Deniz?”

Yanıtı hazırdı:

“İyiyim en büyük huysuz Hikmet Abi!”

İnatçı ama sevimli bir kişiliği vardı... Ezenden değil ezilenden yanaydı...

Ben bu yazıyı Deniz için yazıyorum.

Yağmur hızlanıyor bu sırada...

Bir yıl içinde yitirdiklerimiz geliyor aklıma... Mehmet Sucu, Abdülkadir Yücelman, Turhan Selçuk, İlhan Selçuk ve Turhan Ilgaz ...

Cep telefonum susmuyor... Tüm gazeteci arkadaşlarım arıyor...

Ne denli seveni varmış benim huysuz arkadaşımın!

***

Bu yazı senin için yazıldı sevgili Deniz...

Laik demokratik Cumhuriyetin altı oyuluyor, “sıkmabaş”ın özgürlük olduğu anlatılıyor, Türkiye’deki kadın hakları savunucuları ise susuyor.

Kadının özgürlüğü salt başını örtmesinden mi geçiyor, derdin sen yazılarında.

Bak bugün “laiklik yeniden gözden geçirilsin” diyen bakanlar var. Haydi üniversitede başları örtülü girsinler derslere.

Anadolu’ya gidin, ilköğretim çağındaki kız çocuklarının sıkmabaşla derslere girdiklerini göreceksiniz.

Evet Deniz, sen bunları yazdın hep...

Tam bağımsızlıktan yanaydın, emperyalizme karşıydın, emekçinin haklarını savunurdun.

Gazeteye öğle saatlerinde geldim.

Gözleri nemliydi arkadaşların. Gencinden orta yaşlısına dek herkesin.

***

Masama oturdum... Pervanelerin ay ışığında uçuştuğu yaz gecelerini, İzmir’de kurduğumuz rakı sofralarını düşündüm.

Seninle Bursa Kitap Fuarı’nda yaptığım kavgayı... Senin Vehbi Bağcı’yla “sayfa konusundaki” o bitmez tartışmalarını.

Ne derdi İlhan Selçuk, anımsadın mı:

“Yahu bu Cumhuriyet’te çalışanların hepsi kaçık... Zaten kaçık olmasalar Cumhuriyet’te ne işleri var?”

Odamdayım ve yazımı sonlandırıyorum Sevgili Deniz...

Başımın üzerinde sessiz bir bulut geçerken mırıldanıyorum kendi kendime:

“Ansızın kaldırdığın kol açılıyor, tutuşuyor. Yüzün geri gidiyor. Hangi artan sis kaçırıyor benden bakışını? Uzun gölge uçurumu, ölümün sınırı.

Sessiz kollar karşılıyor seni, başka bir kıyının ağaçları.”

Ölümler, hüzünler, acılar...

Hava yağmurlu, kuru yapraklar düşüyor toprağa...