Sunday, February 1, 2009

Dimyat'a pirince giderken...

Ruhat Mengi

Dün "Duygusal dış politikaya geçiş" başlıklı yazıma okurlarımızdan gelen yorumlar arasında yine çok doğru noktalara değinenler vardı. Mesela Ogün Yörük "Samimiyet lafla, külhanbeylilikle olmaz. Sen somut olarak İsrail'le yaptığın anlaşmaları iptal ediyor musun etmiyor musun, onu söylesinler" diyor.

Sevinç Hava ise "Yıllardır yabancıların maşası PKK onbinlerce vatandaşımızı öldürdü de 'terör örgütü'olduğunu bile kabullenmediler. Hangi ülke çıkıp da Türkiye için kendini ortaya attı, risk altında bıraktı. Aksine 'bir gün işimize yarar' diye bekletildi" demiş.

İsrail'le yapılan anlaşmalar, ona verilen yüz milyonlarca liralık ihaleler, ödenen 400 milyon dolar ortada duruyor. Bu paralar karşılığında aylar önce teslim edilmesi gereken uçaklar, sistemler hâlâ teslim edilmediği halde cezai yaptırım süreci başlatılmayarak Türkiye'nin zararına İsrail'e sözleşme dışı kolaylıklar sağlanıyor. (Bkz. Atilla Kart'ın bu konudaki basın açıklamaları...)

Peki nerede kaldı bizim öfkemiz?

Neden devleti büyük zarara sokan bu avantajlar önlenmiyor, durdurulmuyor?

Ve tekrarlayalım, hangi ülke, özellikle de Müslüman ülkesi yıllardır (genellikle hep Müslüman ülkelerde beslenip yetiştirilen) PKK terörüyle anaların her üç günde bir gencecik evlatlarını onlarca tabut yanyana toprağa verdiği Türkiye'ye arka çıktı ve hiç değilse Barzani'yle Talabani'ye iki çift laf etti?

Haydi bunu da geçelim; "Türkiye büyük ülke, Ortadoğu'da barışa katkısı bulunmalı" diyoruz ama bunu yaparken de kendi çıkarlarını korumalı değil mi?

Bir başka okurumuz Ecevit Işıl "Sayın Mengi , Başbakan orada ot gibi oturup konuşulanları dinlese bu sefer de tepki göstermedi diye eleştirirdiniz" diyor. Hayır, ona "tepki göstermesin" diyen yok ki, söylediğimiz "ancak bir Hamas liderinin vereceği tepkiyi vermemesi gerektiği"...
Düzgün ve saygın bir üslupla konuşarak, parmağını "Sen benden yaşlısın, öldürmeyi iyi bilirsin" diye sallamadan, toplantıyı hışımla terk etmeden de gerekenleri söyleyebilirdi, söylemeliydi.


"ÖFKE NÖBETİ"

Şimdi Başbakan'ın şahsında "Türklerin genel karakteri" hakkında dünyaya olumsuz, fevri bir mesaj verildi mi, verilmedi mi? "Huysuz Türk" dendi mi, denmedi mi?

İsrail'le (her ne kadar Peres zevahiri kurtarmak için "ilişkileri etkilemez" diyorsa da) düşman konumuna gelindi mi gelinmedi mi? Dün gazetelerde "Türkiye'nin ABD'deki en güçlü destekçilerinden olan Amerikan Yahudi Komitesi'nin" açıklaması vardı.

Başkanları David Harris "Erdoğan'ın Davos'taki öfke nöbeti Türkiye'de artan antisemitizm ateşine benzin dökmüştür. Başbakan'ın Peres'e yönelik saygısız sözleri İsrail'i eleştirmenin nasıl kışkırtıcı bir noktaya gidebildiğinin göstergesidir" demiş. Diğer Yahudi kuruluşları da benzer açıklamalar yapmışlar. (Artık istediği kadar "Benim duruşum İsraillilere, Yahudilere karşı değil. Antisemitizm insanlık suçudur" desin, inandırabilecek mi? ABD'de çok ihtiyacımız olan Yahudi lobisi desteğini alabilecek mi?)

Yabancı gazeteler de "Erdoğan'ın Ortadoğu'da arabulucu rolünü sabote ettiğini" yazıyor... Duruma baktığınızda sorulacak sağduyulu soru: "Bunlar olmalı mıydı, yoksa işin içinden sakin, akıllı bir politikayla sıyrılamaz mıydık" sorusudur.

"ABD, AB, BM ve Rusya" dörtlüsünün Ortadoğu Temsilcisi Tony Blair ise "Ben Hamas'ın barış sürecine dahil edilmesini istiyorum ama Hamas'la görüşmek için örgütün önce şiddete son vermesi, sonra da İsrail'i tanıması gerekiyor" demiş.

Dikkat edelim "sadece görüşmek için" bu şartların gerekli olduğunu söylüyor. Kısacık ama politik ve yapıcı bir açıklama...

Biz ise her ne kadar "demokratik olarak seçilmiş bir parti" olsa da bu ülkelerin hepsinin "terör örgütü" kabul ettiği Hamas'ın kayıtsız şartsız destekçisi olduk.

Bugüne kadar ezik dış politikalarımızdan üzüntü duyduğumuz için yüzeysel bakışla Davos çıkışı göze hoş görünebilir ama temelde baştan çok yanlış davrandık, anlatabiliyor muyum?

No comments: