Monday, January 19, 2009

DARBEYİ SADECE ASKERLER Mİ YAPAR?

Bu darbe bildiğiniz darbelere benzemiyor!

TSK son yıllarda bazı çevreler tarafından neden yıpratılıyor? Türkiye’nin en güvenilir kurumuna karşı yapılan bu sistematik psikolojik savaşın amacı nedir? TSK bir karşı darbenin saldırılarına mı maruzdur? Kimdir bu neo-darbeciler ve ne istemektedirler?

TSK son yıllarda bazı çevreler tarafından neden yıpratılıyor? Türkiye’nin en güvenilir kurumuna karşı yapılan bu sistematik psikolojik savaşın amacı nedir? TSK bir karşı darbenin saldırılarına mı maruzdur? Kimdir bu neo-darbeciler ve ne istemektedirler? Basındaki bazı meslektaşlar benzer cümleleri yazıp duruyor: “Askerler AKP’ye karşı darbe yapacaktı!” Ve arkasından 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerini örnek gösteriyorlar.

Yazmıyorlar ama meseleyi, 1876’da Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesinden, 1913 Babıali baskınına kadar götürebiliriz… Peki, darbeyi sadece askerler mi yapar?
Örneğin polisler yapamaz mı?

Ya da Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’da gördüğümüz gibi “renkli -sivil darbeler” olamaz mı?
Tabii ki olur.

O halde, işin özünde yanlış bir tartışma yürütülmüyor mu? Aslında darbeyi kimin yapacağından çok; darbenin neden yapılacağı üzerinde durmamız gerekmiyor mu?
Örneğin bu topraklardaki darbeler hep iç dinamiklerle mi hareket etmiştir?
1876 darbesinin arkasında İngilizler yok mudur?

1913 Babıali baskınının arkasında Almanlar olduğu gibi.

12 Eylül’ü “bizim oğlanlara” yaptıranların Amerikalılar olduğunu bilmeyenimiz yok herhalde.
O halde, ezberlenmiş kavramlarla konuşmayı bırakıp, darbeyi kimin neden yapacağına daha geniş açıdan bakmakta yarar var…

“Elbise” meselesi Bakınız…

Soğuk Savaş bitene kadar Türkiye’nin iç ve dış politikası belliydi.

ABD-NATO-AB, Kemalizm’den, TSK gibi Cumhuriyet kurumlarından memnundu.
Ortak düşman ise belliydi; komünistler.

Bu nedenle NATO dahilinde kurulan Gladio da, Türkiye’deki yerli sivil işbirlikçileriyle solculara karşı elinden geleni yaptı. Provokasyonlar, suikastlar düzenledi. Yetmedi askeri darbe yaptı! Buraya kadar sanıyorum kimsenin bir itirazı yoktur.

Sonra ne olduysa Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladı.
Kemalizm “out”, Ilımlı İslam “in” oluverdi!
ABD Türkiye’ye “yeni bir elbise” giydirmek istedi.
Başta TSK olmak üzere Cumhuriyetçi kurumlar bu “elbiseye” girmedi/girmek istemedi.
Eee ne olacaktı?

Eee’si yoktu öyle ya da böyle o “elbise” giyilecekti!

İyi ama eskiden Amerika isteyince askeri darbe yapılıyor ve zorla da olsa “elbise” giydiriliyordu.
Oysa şimdi, dün elbisenin giyilmesine aracı olan TSK, bu kez yeni “elbiseyi” giymek istemiyordu. Örneğin fazla “kapalı” buluyor, başörtüsüne mesafeli duruyordu! Ayrıca beline silah takıp komşularının evine girmek de istemiyordu.

Siz ABD olsanız ne yaparsınız?

Hemen Türkiye’de o “elbiseyi” giymeyi çok istekli cemaatlerle, kurumlarla işbirliği yaparsınız. Yetmedi parti kurarsanız! Ve bu işbirliği sayesinde “elbiseyi” giymeyenleri tasfiye edersiniz.
Peki, bu tasfiyeyi nasıl yaparsınız?
Hitler’in sağ kolu J. Goebbels, Nazilerin Propaganda Bakanı’ydı. Yalanlarını kamuoyuna kabul ettirmekte çok ustaydı. Yalanını kabul ettirmekte o kadar başarılıydı ki, bugün hala Batı üniversitelerinde onun “Büyük Yalan” olarak bilinen tekniği ders olarak okutulmaktadır.
Evet, tasfiye için “büyük yalana” başvurursunuz.
Yoksa Türkiye tarihinin en önemli soruşturması neden çarşaf çarşaf gazetelere, TV’lere servis yapılsın?
Torumtay’ın istifası dönemeç
Tarih 3 Aralık 1990.
Yer Ankara.
Genelkurmay’dayız. Harekat Daire Başkanı Korgeneral (rahmetli) Doğan Beyazıt basın mensuplarına “Özel Harp Dairesi” hakkında brifing veriyor.
Brifing esnasında Güneri Cıvaoğlu’nun çağrı cihazına bir mesaj düştü. Ve Cıvaoğlu söz alarak, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın az önce istifa ettiğini duyurdu.
Peki, Orgeneral Torumtay niye istifa etmişti?
Hayır, bu istifanın gladio tartışmalarıyla hiçbir ilgisi yoktu. Torumtay, Turgut Özal (dolayısıyla ABD) ile körfez politikaları konusunda anlaşamamıştı.

Ve bu istifa ile askerler siyasal iktidarlarla uzlaşmadıkları zaman koltuğu bırakıp gitme olgunluğuna ulaştıklarını göstermişti. İlkti.

Bu aynı zamanda darbeler döneminin kapandığını da gösteriyordu. Ve 20 yıllık süreçte Torumtay’tan sonra nice genelkurmayları gelip geçti. Ve hiçbiri ABD’nin Ortadoğu politikalarına sıcak bakmadı. Mehmetçik’i petrol kuyularına bekçi yapmak istemedi. Ama bunun kararını da hep TBMM’ye bıraktı. Bunları gördük, yaşadık. Bu askerlerin darbe yapacağını ısrarla yazıyorlar. Aslında tercüme ediyorlar.
Kimden mi?

1 Mart tezkeresi
2003’e dönelim. Amerika’nın Irak işgalinin mimarlarından Paul Wolfowitz 6 Mayıs 2003’te CNNTürk’te Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ın sorularını yanıtladı. Konu, Amerika’nın Irak işgali için Türkiye üzerinden kuzey cephesinin açılmasını sağlayacak 1 Mart tezkeresinin reddi ve Amerika’nın bundan duyduğu derin rahatsızlık.
Bakın Wolfowitz tezkerenin reddinden kimi sorumlu tuttu: Wolfowitz: Ve Türkiye'de bize destek olacağını düşündüğümüz, aramızdaki ittifakın çok önemli geleneksel destekçisi kurumlardan aradığımız desteği bulamadık.

Soru: Hangileri özellikle?

Wolfowitz: Tahmin ediyorum ki biliyorsunuz hangilerini kastettiğimi, ama örneğin ordu... Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkamadı...

Soru: Ordunun liderlik görevi tam olarak nedir?

Wolfowitz: Ben siyasi açıdan bahsetmiyorum. Şunu kastediyorum. Türkiye'nin ulusal çıkarları ve ulusal stratejilere bakacak olursanız, özellikle sizin sisteminizde geçerli olan şu: Ordunun söylemesi gereken bir şey vardı: "Amerika'yı desteklemek Türkiye'nin çıkarınadır" demeliydi. Benim gözlemim şu oldu. Yapması gereken ya da sonuçta fark yaratacak şekilde güçlü ifade edemedi kendini. (Radikal, 7.5.2003)

Devam edelim.

Bu kez tarih 19 Nisan 2003. New York Times’da “Savaşan Bir Ulus” başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözünü ettikleri ulus Türkiye. Yazar Alan Cowell, yazısına, “Tek bir kuşun dahi atılmadan Türk ordusunda çok pahalı bir savaş yaşandı” diye başladı. 1 Mart tezkeresi reddedildiğinde Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’tü. Ancak New York Times faturayı Özkök’e kesmedi. Şöyle yazdı: “Generali yıllardır tanıyan bir Türk analizcisine göre 63 yaşındaki Hilmi Özkök ‘bu ülkeyi ordunun yönettiğine dair izlenimi güçlendirmemek için büyük özen gösteriyor’… Ama General Özkök’ün Avrupa yanlısı duruşu onu, ordunun siyasal ve ekonomik gücünün azalması konusunda temkinli davranan bazı kıdemli subaylarla karşı karşıya getiriyor. Daha net konuşmak gerekirse, gene bazı analizcilerin söylediğine göre, General Özkök’ün selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman gibi bazı generaller, General Özkök’ün Amerika Birleşik Devletleri’yle bu denli işbirliği içinde olmaması gerektiğini savunuyorlar.”
Yani: Amerika’nın derdi, ordunun siyasete karışmasıyla “demokrasinin zedelenecek” olması değildi. Amerika’nın derdi, Türk ordusunda bazı kesimlerin Amerika’yla koşulsuz şartsız işbirliğine onay vermemesi.

Son olarak, yazının bir başka bölümünü aktaralım: “Dahası, bazı ordu uzmanları, söz konusu krizin, ordunun en üst kademeli kumandanları arasında uzun süredir devam eden bir tartışmayla keskinleştiğine inanıyor. Batı tarafından kabul görme arzusu taşıyanlarla – ki bu arzu Ankara’nın Avrupa Birliği’ne katılma isteğinde de somutlaşıyor – ulusu Avrupa ve ABD’den uzaklaştırarak, Rusya ve Çin gibi yeni müttefikler aramaya itecek daha derin bir ulusalcılığı benimseyenler arasındaki tartışma bu.”

Gördünüz mü meselenin özünü?

“Türkiye’yi Kazanmak”
Amerika’nın dış siyasetini belirlemede en önemli kurumlardan biri olan Brookings Enstitüsü geçen yıl “Winning Turkey” (Türkiye’yi Kazanmak) diye bir kitap çıkardı.

Ortadoğu uzmanı ve Başkan Obama’nın danışmanlarından Philip H. Gordon kitabında Türkiye’de askeri bir darbe sonrasında neler olacağını şöyle kestirdi:

(Bu kitaba, Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar’ın da katkıları oldu. Taşpınar arada Radikal, Zaman ve Sabah gazetesinde makale yazıyor.)
“Türkiye’de askeri hükümet Ankara’nın 10 yıl önce başlattığı Avrupa Birliği’ne katılma amacından vazgeçerek başvurusunu geri çeker; NATO üyeliğini askıya alır; Amerika’nın Türkiye topraklarındaki askeri üslerini kullanmasını yasaklar ve bundan böyle daha bağımsız bir dış siyaset izleyeceğini açıklayarak Rusya, Çin ve İran’la daha yakın diplomatik, ekonomik ve enerji bağları kuracağını ilan eder ve bunlara ek olarak, Kuzey Irak’ı karşısına alır.”

Psikolojik savaşın merkezinin neresi olduğu belli değil mi? Komutanlar sürekli “artık askeri darbeler dönemi bitti” diye açıklamalarda bulunsa da, Amerikan neo-conları (ve Türkiye’deki takipçileri) bir o kadar Genelkurmay’ın darbe yapacağını yazıyor! O halde sormak zorundayız:
Türkiye’de “ABD elbisesini” giymek isteyenler, askeri darbe yalanını ortaya atıp, Cumhuriyetçi kadrolara karşı büyük bir tasfiye operasyonuna girişmiş olamaz mı?
Sizin darbeden salt anladığınız, sabaha karşı yönetime el konulması, bildiri okunması, tankların yürümesi gibi soğuk savaş dönemi müdahaleleri mi?
Arenada aslanların önüne atılır gibi, saygın isimler, adı şaibeli kişilerle birlikte kamuoyunun önüne çıkarılmıyor mu?

Yıpratma taktiklerinin yapıldığı ortada değil mi?

İlginçtir, bu kara propaganda hep “askerler darbe yapacak”
sözleriyle aynı anda yapılıyor.


Peki, bu nasıl oldu da; “Asker darbe yapacak” sözleriyle yıpratma kampanyaları yan yana durdu?

Bunlar psikolojik savaşın hep bir merkezden yürütüldüğünü göstermiyor mu?
Ve bu gerçekten Türkiye’nin son yıllarda gördüğü –hakkını vermek gerekiyor- en başarılı psikolojik savaş yöntemiyle yapılmıyor mu? Hala soruyor musunuz; "bu kirli savaşın arkasında kimler var" diye...


(Soner Yalçın/Odatv.com)

No comments: